• Sonuç bulunamadı

BÖLÜM II: DÎVÂNIN DİNÎ-TASAVVUFÎ KELİME, TÂBİR VE KAVRAMLAR BAKIMINDAN TAHLİLİ KAVRAMLAR BAKIMINDAN TAHLİLİ

2.1.4. Yaratılış ile İlgili Kavramlar 1. Ahsen-i Takvîm

2.2.1.2. Tevhîd ve İlgili Kavramlar

Bir şeyi birlemek, bir kılmak demektir. Tasavvufî mânâda ise, Allah’ı tasavvur ve tahayyül olunan şeylerin hepsinden birlemek anlamına gelmektedir (Uludağ, 2012:358). Tevhîd, Allah’ın birliğinin bir, tek, eşsiz ve benzersiz olduğuna inanmaktır.

Yûsuf Hakîkî’ye göre Allah’ın ilmi, hikmeti, birliği ve bilgisi sâyesinde kâinatın var olduğu ve insanlarda zuhûr ettiği; bu vasıflar olmadığında insanın maymundan bir farkının kalmayacağı âşikârdır. Nâs ibâresinden kastedilen insandır. İlim ve hikmete sahip olmayan insan maymundan farksızdır:

“Olmasa ‘ilm ü hikmet ü tevhîd ü ma‘rifet

Nesnâsdan ne fark olına bi’llâh eyd a nâs” (226/18, s.377)

Allah aşkına söyle! İlim, hikmet, tevhîd ve mârifet olmasa (insanın) maymundan ne farkı olur.

Yûsuf Hakîkî, Allah’ın birliğinin gönülde ateş mumuyla yanmasını talep etmektedir. Gözle ve görerek hâsıl olan ayne’l-yakin, kalbin müşâhede yoluyla hakîkî vahdeti görmesi demektir (Uludağ, 2012:57). Yûsuf Hakîkî, irfân nûrıyla gönlün aydınlık içinde olmasını Yüce Allah’tan niyâz etmektedir:

“Yine tevhîd-ile cânda bu yakîn şem’in uyar

Nûr-ı ‘irfân-ıla kıl kalbi münevver yâ Rab” (60/6, s.139)

Ey Allah’ım! İlme’l yakîn mumunu tevhîd ile canda yak; irfân nûruyla kalbi aydınlat. 2.2.1.2.1. Ayna

Tasavvufta, insan-ı kâmilin kalbine ayna denilmektedir. Allah’ın zât, sıfat, isim ve fiillerine mazhar ve tecellîgâh olması itibarıyla genel anlamda insana, özel anlamda kâmil insana benzetilir. Allah’ın birliği diğer varlıklardan çok insanda tecellî eder. Hakk’a nazaran bütün kâinat ayna mesâbesindedir. Bu aynanın cilâsı ise insandır (Uludağ, 2012:56). Yûsuf Hakîkî, âlem ve içinde zuhûr eden varlıklardan kalbin arındırılmasını istemektedir. Mâsivâdan arındırılması ile kalpte Allah’ın cemâl nûru ortaya çıkacaktır:

162

Tâ zâhir ola anda eşi‘‘ât-ı cemâlün” (338/6, s.531)

Mâsivâ pasını yu ki ayna açılsın; (böylece) aynada Allah’ın cemâl nûru zuhûr etsin. 2.2.1.2.2. Buğday / Dâne / Başak

Tasavvufta Allah’ın birliğinin ifadesi olarak bilinen buğday, kesrette vahdetin timsâlidir. Buğdaydan murat, hakîkat hazinesinin cevherleridir (Şimşek, 2017:64). Buğday tanesi toprağa düştüğü vakit çürüyerek varlığını yok eder. Bu şekilde yok olduktan sonra Allah’ın lutfuyla filizlenir ve birçok başak ortaya çıkar. Buğday, değirmende öğütülerek un hâline getirilir ve su ile karıştırılarak hamur olur. Akabinde, ateşte pişirilerek ekmek ortaya çıkar. Şâir, buğdayın çüremeden başak hâline gelemeyeceğini belirtir. Ocak-mâden ilişkisi çerçevesinde toprağın pişip kap olması hadisesi düşünüldüğünde, tarikat yoluna girip toprak olmadan, yânî pişmeden Allah’ın hakîkat hazinesinin ocağına ulaşılamaz:

“Belürsüz olup bu yire düşmedin

Yitilür mi bitüp görün dâne hîç” (100/14, s.187)

(Bakın), buğday belirsiz olup bu yere düşmeden biterek ortaya hiç çıkabilir mi?

“Tarîkatda ya‘ni ki hâk olmadın

Ulaşdı mı kimse ya bu kâne hîç” (100/15, s.187)

Tarikat yolunda toprak olmadan bu hakîkat ocağına kimse ulaştı mı?

Yûsuf Hakîkî, dîvânını buğdayı merkeze alan bir beyit ile tamamlamıştır. Hakîkatte nefis terbiyesi, Allah’ın birliğine inanılarak yapılır. Buğday, Allah’ın birliğinin zuhûr ettiği gönüldür. Gönül, Allah’ın tecellîsine mazhar olarak şâd olur. Şâirin ömrünün son zamanlarında yazdığı anlaşılan manzumeden (596/1-39) alınan aşağıdaki beyit, tasavvuf yolunda belirli bir yol kat etmiş bir mutasavvıfın kaleminden çıkmış gibidir:

“Demdür e hâsıl ganî-i bâtın it

Niçe bir yirden dirersin başağı” (596/39, s.864)

Ey (kişi)! Ne vakte kadar bir yerden başağı toplayacaksın; zamanıdır, gönlünü zengin kıl.

163

Câm, yâni kadeh, tasavvuf ıstılahında Allah dostunun kalbi için kullanılmaktadır (Cebecioğlu, 2014:91). İlâhî bâde kadehinden içen kâmil ârif, tevhîd ile mest olmaktadır (Uludağ, 2012:82). Şâir, tevhîd dolu kadehten içmek istemekte, bu şekilde kendisine Allah’ın lutfunun ereceğini ifade etmektedir:

“İdelüm nûş câm-ı tevhîdi İre şâhun ki nasr-ı te’yîdi Ref‘ ide tâ hicâb-ı taklîdi

Eydelüm lâ ilâhe illallâh” (2/60, s.41)

Tevhîd kadehini nûş edelim, şâhın yardımı ulaşsın; taklit örtüsünü ortadan kaldıralım, “lâ ilâhe illallâh” söyleyelim.

Tevhîdin piyâlesinden içen kimsenin gönlü, Allah’ın birliğini idrâk etmektedir. Allah’ın varlığını ve isbâtını içeren tevhîd kadehi, sâlikin gönlüyle hem-hâl olmaktadır:

“İçüp piyâlesini lâ-yı nefy ü isbâtun

Hele bu mestî-i tevhîdi iy gönül der-yâb” (54/12, s.132)

Ey gönül! Varlık kadehinden içip Allah’ın birliğiyle mest olup aklı başında (ol)!

Şâir, yokluk kadehinden tevhîd şarabı içerek mest olmak ve bu şekilde varlığa son vermek gerektiğini öğütlemektedir. Tasavvuf yolundaki en önemli kerâmet budur:

“Tevhîd meyin câm-ı fenâdan içüp ol mest

Kim mahv-ı fenâdur bize bu yolda kerâmet” (68/6, s.150)

Yokluk kadehinden tevhid şarabını içerek mest ol; çünkü bize bu yolda kerâmet, varlığına son vermedir.

Yûsuf Hakîkî, Allah’ın birliği ile dolu olan sürahiden içerek O’nun büyüklüğünü anmak gerektiğini belirtmektedir. Rûh, ancak bu şekilde zevk alacak ve bayram yaşayacaktır:

“İçüp sürâhî-i tevhîd ü nukl-i tekbîr it

Halâvetinde bulur rûh tu‘m-ı şekker-i ‘îd” (126/10, s.232)

Tevhîd sürâhisinden içip büyüklük mezesini tat; bu şekilde rûh, bayram şekerinin lezzetini alsın.

164

Şâir, en büyük sevgili olan Allah’a seslenmekte ve O’nun vahdet dolu olan kadehinden içmek istemektedir. Ancak bu şekilde Allah’a ulaşılacaktır:

“Cânâ vahdaniyyetün hakkıyiçün

Câm-ı vahdetden içür sahbâ şehâ” (5/15, s.53)

Ey sevgili! Ey şâh! Senin birliğinin hakkı için vahdet kadehinden şarap içir. 2.2.1.2.4. Çerağ

Çıra, ışık demek olan bu kavram tasavvufta, Allah’ın nûru ve mârifeti için kullanılmaktadır (Uludağ, 2012:94).

Yûsuf Hakîkî, Allah’ın zikrinin gönül evine ışık olacağını belirtmektedir. Allah’ın zikri, gönülde tecellî ettiğinde aşk erinin gönlü gülşene dönüşecektir:

“Zikr-i Hak’dur gönül evine çerâğ Zikridür ‘ışk erine gülşen u bağ Gam-ı dünyâdan olalum gel ırag Eydelüm lâ ilâhe illallâh” (2/22, s.36)

Allah’ın zikri, gönül evine çerağ ve aşk erine gülşen ve bağdır; gel, dünya gamından uzak olalım ve “lâ ilâhe illallâh” söyleyelim.

2.2.1.2.5. Çevgân

Çevgân değnek, ucu eğri sopa demektir.At üstünde değnekle karşılıklı iki grup arasında dört köşe bir sahada oynanan geleneksel bir oyundur (Halıcı, 1993:294-295). Tasavvufta sûfiler, Allah’ın irâdesi karşısındaki insanı, çevgânın önündeki top gibi görmektedirler (Uludağ, 2012:148).

Sâlik, Allah’ın aşkının çevgânına başını koyan yiğittir. Belâ meydanı içinde bulunan sâlik, kaderine râzıdır:

“Meydân-ı belâ içre koyan başını çün top

Çevgânına ‘ışkun yine merdâneyi gör gör” (162/8, s.299)

Belâ meydanında başını yine top gibi, Allah’ın aşkı çevgânının önüne koyan yiğit âşığı görün!

165

Tasavvuf yolu, sâliki belâ meydanında baş vermeye davet eder. Bu meydandaki her şey, Allah’ın tecellîsinin bir yansımasıdır:

“Kodum baş ortaya gelsün salâdur

Din uş meydân gelen çevgân menümdür” (175/2, s.313)

Başı ortaya koydum, (bu bir) davettir; “işte meydan, işte çevgân benimdir” deyin.

Şâire göre, sâlikin yaptığı her eylem Allah’a değil insana değer katacaktır: “Ger günde yüz bin başı top eyler olursa ola

Çevgân-ı ‘ışk öninde bil topraga yeksân bir pula” (512/2, s.749)

Eğer günde yüz bin sâlikin başı top gibi toprağa düşse de aşk çevgânı önünde bir pul kadar (değeri vardır), bil.

2.2.1.2.6. Nân / Çörek

Farsça ekmek demek olan (Devellioğlu, 1997:806) nân, aynı zamanda tasavvufta türlü merhâlelerden geçmeyi ifade etmek için kullanılan bir kavramdır.

Yûsuf Hakîkî, fırında pişen ekmek gibi yanmayı arzulamaktadır; çünkü gönülde sevgilinin şevki galebe çalmıştır:

“Çün gönülde gâlib oldı şevk-ı yâr

Hem-çü nân hurşîd-i hâver yanayım” (411/9, s.631)

Sevgilinin şevki gönülde gâlip geldi; bu yüzden ekmek ve güneş gibi yanayım.

Allah’a yakın olmak için O’nun yolunda ibâdet etmek gerekir. İbâdet ateşiyle pişen sâlik, tıpkı ekmek gibi pişerek olgunlaşacak ve kemâle ermiş olacaktır. Kemâle ulaşmak için aşk ateşiyle yanarak dinî vecibelerimizi yerine getirmek gerekir:

“Riyâzet od-ıla puhte olup irâdetde

Bişür koma çöregün çig ki kızgun-iken saç” (95/28, s.181)

Allah’a yakın olma isteğiyle, ibâdet ateşiyle pişmiş ekmek olmak (istiyorsan); saç kızgın iken çöreğini pişir, çiğ bırakma!

166

Geceleri ışık etrafında dönerek uçan küçük kelebek demek olan pervâne tasavvufta, fenâfillâha erişmek için ateşte yanmanın sembolüdür. Pervâne, tasavvufta yanan mumun çevresinde durmadan dönen, en sonunda ona kavuşmak için kendini alevlere atıp yakan, yok eden gerçek âşığı sembolize eder. Pervâne, tasavvufta ayrıca İlâhî nûra duyulan iştiyâktan remzdir (Şimşek, 2017:277).

Yûsuf Hakîkî, mumun etrafında dönen pervâne gibi mest olmuş bir âşık olarak hiç ayılmayacak bir dîvânedir. Allah aşkı ile kendinden geçen şâirin katında tek gerçek Allah’tır:

“Ol şem‘a ki pervâneyem ayılmasuz dîvâneyem

Men ‘âşık-ı mestâneyem birdür katumda nef‘ u zarr” (145/3, s.265)

O muma pervâne olduğum için ayılmayacak (bir) dîvâneyim; ben, sarhoş âşığım, katımda fayda da zarar da birdir.

Şâir, kendisini pervâneye benzeterek Allah aşkının nûruyla yandığını belirtmektedir. Tıpkı, mumun çevresinde dönen pervânenin varlığını yok etmesi gibi Hakîkî de varlığından geçerek Allah’a ulaşmıştır:

“Yandı Hakîkî hele pervâne-veş

Şem‘ına ‘ışkun yine uş bî-direng” (347/8, s.541)

Hakîkî, aşkın nûruna pervâne gibi (durmadan ve dinlenmeden dönerek) yandı. 2.2.1.2.8. Şem / Nûr

Şem, tasavvufta mecâzî olarak İlâhî nûr, sâlikin gönlünü yakan İlâhî nûrun parıltısı, müşâhede ehlinin kalbinde parlayan irfân nûru, irfân, tecellî, hüviyet-i zât ve gerçek sevgili olan Allah anlamlarına gelmektedir (Üstüner, 2010:314).

Yûsuf Hakîkî, Allah’ın birliği ile yanan dervişlerin nasıl bir hâl içinde olduklarını ortaya koymaktadır. Cebrâil, Mirâc olayında Sidretü’l-Müntehâ’ya ulaştığında Hz. Muhammed’e “Buradan öteye bir parmak ucu kadar bile geçersem yanarım.” buyurmuştur. Dervişler ile Cebrâil’i karşılaştıran şâir, Cebrâil’e Allah’ı görmenin nasip olmadığı bu olaya telmihte bulunmuş ve buna karşın dervişlerin aşk ateşiyle nasıl yandığını göstermek istemiştir:

167

“Lev denevtü101 didi Cibrîl ana olmadı nasîb

Şem‘-i vahdetde görün hurkatı dervîşlerün” (342/8, s.535)

Cebrâil, “lev denevtü” dedi, ona nasip olmadı; vahdet mumuyla dervişlerin nasıl yandığını görün!

Nûr, kelime anlamı olarak ışık demektir. Allah’ın esmâsından bir isim olan nûr, ism-i zâhir ile tecellîye denir (Şimşek, 2017:272). Şâir, Allah’ın tevhîd nûrunun ortaya çıkmasıyla O’nun cemâline olan susuzluğun artacağını belirtmektedir. Sevgilinin yüzüne duyulan aşk, susuzluğu artırmaktadır:

“Nûr-ı tevhîd idicek işrâk

Arturur ol cemâle ‘atşânlık” (315/35, s.497)

Tevhîd nûru parladığında, o cemâle (olan) susuzluğu artırır. 2.2.1.2.9. Şûle

Işık, parıltı demektir. Tasavvufta, Allah’ın tecellî nûrunu ifade etmektedir. Allah, âlemi kudretiyle yaratmış ve âlemde tecellî ederek her yeri nûruyla aydınlatmıştır. Tecellî nûru, sâlikin gönlünde zuhûr ederek gönle teselli vermiştir. Sâlikin Allah’tan temennisi de bu olmuştur:

“İre şu‘le-i tecellî ola tâ gönül tesellî

Hele bu-durur temennî bize lutf-ı pâdişâdan” (438/9, s.664)

Tecellî şûlesi ulaşıp gönül tesellî ola; Allah’ın lutfundan bize temenni budur.

Yûsuf Hakîkî başka bir beyitte, İslâm dinini âleme ışık saçacak şekilde gönderen ve balçığa can verip Âdem ile Havvâ’yı yaratan Allah’ın kudretinden bahsetmiştir:

“Sen dîni kılan millet-ile ‘âleme şu’le

Sen tîni iden kudret-ile Âdem ü Havvâ” (4/9, s.50)

Sen, dini insanlığa ve âleme şûle kılan(sın); sen, balçığı kudretinle Âdem ve Havvâ eyleyen(sin).