• Sonuç bulunamadı

BÖLÜM II: DÎVÂNIN DİNÎ-TASAVVUFÎ KELİME, TÂBİR VE KAVRAMLAR BAKIMINDAN TAHLİLİ KAVRAMLAR BAKIMINDAN TAHLİLİ

2.1.1. İnanç ile İlgili Kavramlar 1. Allah

2.1.1.1.2. Sûbûtî Sıfatlar 1. Dânâ

Bilen, bilici, bilgin anlamındaki dânâ kelimesi, Allah’ın sıfatlarından biridir. “De ki: Siz

78

dininizi Allah’a mı öğretiyorsunuz? Oysa Allah göklerde olanları da bilir, yerde olanları da. Allah, her şeyi hakkıyla bilendir.”10 Söz konusu âyet-i kerimeden de anlaşılacağı üzere, Allah’ın her şeyi bildiğine Yûsuf Hakîkî Baba da telmihte bulunmuş ve Allah’ın sıfatlarıyla örülen 4. manzumede “dânâ” sıfatına da yer vermiştir:

“İy kâdir ü kayyûm ehad u hayy u tüvânâ

V’iy gâfir-i zenb ü samed ü hâkim ü dânâ” (4/1, s.49)

Ey kâdir, var kılan, tek olan, yoktan var eden, güçlü ve kuvveli olan, günahı bağışlayan, hikmet sâhibi ve her şeyi bilen Allah!

Âfâk, insanın kendi nefsi dışındaki gözle görülen bütün varlık âlemidir ve karşıtı enfüstür. Ârif, her dem Allah’ın iyilik, lutuf, kerâmet ve rahmetini idrak etmiş olan kimsedir. Bütün gayretini Allah için harcayan ve her şeyi terkederek O’nun hikmetine nâil olmaya çalışandır. Allah’ın her sırrını bilmek ancak ârife göredir. Ârif, Allah’ı bilen ve O’nun “dânâ” sıfatının sırrına nâil olabilendir:

“Kıl nazar âfâka vü hem enfüse âyâtını

Gör çü ‘ârifsin seni her sırra dânâ eylemiş” (233/9, s.384)

Kendine ve kendin dışındaki varlıklara nazar kıl; çünkü (Allah) seni, ârif olduğun için her sırra nâil eylemiş.

2.1.1.1.2.2. Hakîm

Sözlükte iyileştirmek amacıyla men etmek, düzeltmek, hükmetmek anlamına gelen “hükm” masdarından sıfat olup hüküm ve hikmet sahibi demektir (Topaloğlu, 1997:181). Hakîm, Allah’ın noksanlıktan uzak, kemal sıfatlarını, dünya ve âhirette kendinden sâdır olan fiil ve eserleri bilmesi, eşyanın en faziletlisini tanımak demektir. Hakk’ı arzulayan, arayan sonra da Hakk’ta fânî olan ve Hakk ile bâkî olandır (Metinlerle Tasavvuf Terimleri Sözlüğü, 2006:300).

Yûsuf Hakîkî bir beytinde, Allah’ın hikmetini bahre benzetmiş ve o bahrde aklın değil hakîkati görmek, gözünü bile açamadığını dile getirmiştir:

“Hikmetün bahrinde hergiz ‘akl gözin açamaz

Çün ana hergiz tokınur mevc-i hayretden leked” (123/7, s.222)

79

Ey Allah’ım! Senin hikmet denizinde akıl asla gözünü açamaz; çünkü ona dâima hayret dalgasından tekme dokunur.

Allah, her şeyi hikmeti ile yaratmıştır. Eşyanın hakikatini, vasıflarını, hükümlerini, kâinattaki nizamın sırlarını bilmek Allah’ın hikmetiyledir. Kâinatın yaratılışı hikmetlerle doludur:

“Hayrânı-durur hikmetünün hem tokuz eflâk

Fermânı-durur hükmünün iy şeh yidi yılduz” (184/6, s.323)

Ey Allah’ım! Dokuz felek, senin hikmetinin hayranıdır; yedi yıldız ise senin hükmünün fermânıdır.

2.1.1.1.2.3. Kâdir

Sözlükte “gücü yetmek; ölçü ile yapmak, planlamak; kıymetini bilmek; rızkını daraltmak” anlamlarına gelen kadr (kudret) kökünden sıfat olup “her şeye gücü yeten” demektir (Topaloğlu, 2001:124). “Kudret sahibi, tükenmez kudreti olan, istediğini

dilediği gibi yapmaya muktedir olan Allah’tır. Her türlü güç ve kuvvet O’ndadır”11 İstediğini istediği gibi yaratmaya muktedir demek olan Kâdir sıfatını Yûsuf Hakîkî, 4. manzumenin ilk beytinde, ilk kelime olarak kullanılmıştır. Buna göre kudret sâhibi olan Allah, her dilediğini yapabilecek güçtedir (4/1, s.49).

Yûsuf Hakîkî başka bir beyitte, İslâm dinini âleme gönderen ve balçığa can verip Âdem ile Havva’yı yaratan Allah’ın kudretinden bahsetmiştir:

“Sen dîni kılan millet-ile ‘âleme şu’le

Sen tîni iden kudret-ile Âdem ü Havvâ” (4/9, s.50)

Sen, insanlığa dini kılıp âleme şûle saçtın; sen, balçığı kudretinle Âdem ve Havvâ eyledin!

Allah, istediği an her şeyi yoktan var etmeye muktedirdir. Kâinatın her zerresi, O’nun hikmet dolu kudretinin eseridir:

“Yâ Rab kemâl-i kudretün âyâtıdur senün

Leyl ü nehâr cümle-i zerrât-ı kâyinât” (66/22, s.147)

80

Ey Allah’ım! Gece, gündüz (ve) kâinatın zerrelerinin tamamı, senin kudretinin eseridir.

Allah, istediğinde yeryüzünde depremler olur, felekler ise Allah’ın kudretiyle yarılır: “İder geh heybetinden zelzele yir

Felekler kudretinde oldı haz” (261/8, s.416)

Allah’ın heybetinden bazen yer sallanır; O’nun kudretiyle felekler yarılır. 2.1.1.1.2.4. Kerîm

Sözlükte “cömert olmak, iyi, ahlâklı, asil ve değerli olmak” anlamındaki kerem “kerâmet” kökünden sıfat olan kerîm “yaratılıştan cömert olan, insanın şerefiyle bağdaşmayan her türlü şeyden arınmış bulunan” demektir (Topaloğlu, 2002:287). Kur’ân-ı Kerîm’de, “Allah, sonsuz lutuf ve kerem sahibidir.”12 buyrulmuştur.

Cömertlik, İslâm literatüründe cûd ve sehâ kavramlarıyla da ifade edilir (Çağrıcı, 1993:72). Yûsuf Hakîkî aşağıdaki beyitte, cömertliğin kaynağının Allah olduğunu dile getirmektedir:

“Zât-ı pakün hakkıyiçün iy kerîm

Sensin âhir menba’-ı cûd u sehâ” (5/9, s.53)

Ey kerem sahibi olan Allah! Temiz zâtının hakkı için sonsuz cömertliğin kaynağı sensin!

Kerem, ihsân istenince vermektir. Günahkâr kullar, Allah’ın lütfuna erişmek istediklerinde O’nun rahmetine sığınırlar. Allah’ın ihsânı o kadar çoktur ki kul, her seferinde tövbe ederek günahlarından arınabilir. Allah, kullarının kendisine itaat etmesini ister. Kendisine itaat edeni, hidayete erdirir:

“Sen ol kerîmsin kim yazuklu kullar-içün

Fazl u rahmetündür deryâ-yı bî-nihâyet” (77/12, s.162)

Sen, günahkâr kullar için fazl u rahmeti uçsuz buçaksız deniz gibi olan o kerîmsin.

“Kerîmdür ide şâyed ki rahm idüp yine ‘afv

Rahîmdür ide rahmet ki hadden aşdı günâh” (532/10, s.774)

Kerîm ve rahîm olan Allah, çok olan günahları (bile) rahmetiyle yine affeder.

81

Şâir, evliyâların yolundan ayrılmamayı Hakk’tan talep etmektedir. Miskin, hiçbir şeyi olmayan demektir. Hakîkî, miskin sıfatını kullanarak Hakk’ın inâyetine sığınmıştır. Evliyâlar, halvet hâlindeyken Allah’tan başkasını zikretmemektedirler. Onlar, Allah’ın ihsânına vâsıl olmak için amel etmektedirler. Hakîkî de aynı yoldadır ve Allah’ın lutfuna erişmek istemektedir:

“Evliyâdan Hakîkî miskîni

Hem ayırmagıl iy kerîm-i cevâd” (131/30, s.243)

Ey cömertlik sahibi! Evliyânın (yolundan) bu miskin Hakîkî’yi ayırma. 2.1.1.1.2.5. Rahmân

Sözlükte “merhâmet etmek, severek ve acıyarak korumak” anlamındaki rahmet “ruhm”, kökünden türeyen rahmân kelimesi “şefkat ve merhamet eden, acıyan” demektir. Dünya hayatında, mümin-kâfir gözetmeksizin, mahlukatın hepsine merhametle muâmele edendir (Topaloğlu, 2007:415). “O Allah ki, O’ndan başka İlâh yoktur. Gaybı da,

müşâhede edileni de bilendir. Rahmân, Rahîm olan O’dur.”13 Yûsuf Hakîkî aşağıda yer

alan beyitte, bu vasfı kullanarak Allah’ın çok esirgeyici olduğuna işaret etmiştir. Gönül, Allah’ın tecellîsinin vuku bulduğu yerdir. Tâhâ sûresinden iktibas edilen âyet ile âdeta beytin omurgası oluşturulmuştur:

“Kıla isti‘lâ gönüle dem-be-dem

Feyz-i er-rahmân ‘ale’l- arşi’stevâ14” (5/35, s.55)

Arş-ı âlâda olan Allah’ın rahmân sıfatı her dâim gönülde hükümrânlık kursun.

Din konusunda kendini beğenmekten kaynaklanan kibir, nefsi yüceltmektedir. Allah’ın cezâsını gerektiren durumların birçoğu kibirden kaynaklanmaktadır. Hakîkî’ye göre gönlü kibir ile dolan kimse, Allah’ın rahmetine lâyık değildir:

“Şu kim gönli anun tolu kibr ola

Ne lâyıkdur ol feyz-i rahmâna hîç” (100/21, s.188)

Gönlü kibir ile dolu olan kişi, Allah’ın rahmetinin feyzine hiç lâyık değildir.

13 (Haşr 59/22).

82

Şâir, azap içerisinde olan kişilere Allah’tan rahmet dilemekte; dünya dalâletine düşmüş kişileri ise doğru yola sevketmek için Allah’ın merhametini istemektedir:

“Elin düşmişlerün dutmak senündür

Yolın şaşmışlarun sen aç i rahmân” (483/2, s.715)

Ey bağışlayıcı! Düşmüşlerin elinden tutmak, senin rahmetindir; şaşırmış olanların yolunu aç.

Rahîm ve rahmân, rahmet kökünden türemiş iki isimdir. Rahmân umûmî, rahîm ise hususî ve tamdır. Rahmân’ın umûmî olması, onun bütün mevcûdâta şâmil olmasından, rahîmin hususî olması ise sadece saâdet ehline ait olmasından dolayıdır (Metinlerle Tasavvuf Terimleri Sözlüğü, 2006:792). Hakîkî, her iki sıfatı da kullanarak bu ayrıma vurgu yapmak istemiştir. Şâir, Allah’ın izinde gitmeyi ve O’nun rahmetine nâil olmayı talep etmektedir:

“Dîn yolından sen ırma bizi i Hak

Sıfatundur rahîm ü rahmânlık” (315/34, s.497)

Ey Allah’ım! Sen bizi din yolundan ayırma; Rahîm ve Rahmân (senin) sıfatlarındır. 2.1.1.2. Melekler

Yûsuf Hakîkî, dîvânında dört büyük melekten Cebrâil ve İsrâfil’e telmihte bulunmuş, ayrıca Münker ve Nekîre değinmiştir.

2.1.1.2.1. Cebrâil

İslâm dîninde Cebrâil, Hz. Peygamber’e ilâhî emirleri bildiren vahiy meleğidir ve dört büyük melekten biridir. Arapçada vahiy meleği değişik kelimelerle ifade edilmekle birlikte, en meşhurları Cebrâil, Cebreîl, Cebrîl, Cibrîn ve Cibrîl’dir (Yavuz ve Ünal, 1993:202). Cebrâil, Allah tarafından peygamberlere vahiy ve emir götürmekle vazifelendirilmiş meleğin adıdır. Bu meleğin himâyesinde arşın çevresinde bulunan meleklerden bir ordu vardır. Onun yüzü beyaz, saçı mercân gibidir. Hz. Muhammed haricinde hiçbir peygamber onu görmemiştir. Sûfilere göre Cebrâil, en üst noktasında semâvî ve arzî sûretlerden birine bürünerek görünebilir (Yavuz ve Ünal, 1993:203).

83

Cebrâil’in iki kanadı vardır. Bir tanesi sağında olup, sırf nûrdan müteşekkildir. Bu kanat, mücerred varlığıyla Allah ile alâkalıdır. Sol kanadının üzerinde ise ayın yüzündeki siyah leke veya tavus kuşunun ayağındaki renklere benzeyen boylu boyunca uzanan siyah bir kısım vardır. Sağ kanadı, onun Hakk’a izafe edilen yönünü; sol kanadı ise kendi zâtının hak ettiği yönü ifade eder (Metinlerle Tasavvuf Terimleri Sözlüğü, 2006:158-159).

Yûsuf Hakîkî, aşağıdaki beyitte gönlüne seslenmiş ve Cebrâil’in kanadının ulaşamadığı noktada, kolsuz kanatsız bir şekilde seyrân etmeyi arzulamıştır:

“Bâl-ı Cibrîl irmedügi evcde

Bî-per ü pervâz seyrân it dilâ” (5/40, s.55)

Ey gönül! Cebrâil’in kanadının yetişemediği noktada, kolsuz kanatsız seyrân et!

“Cibrîl’e per ü bâlı hicâb oldugı evcde

Sen ol şevk-ı cemâlini per iste” (510/6, s.747)

Cebrâil’in kanadının geçmesine engel olan en üst noktada, sen yüzünün şevkiyle O’na ulaşmayı arzula!

Âlem-i lâhut, Allah’ın zâtına âit olan ilk ve en yüce âlem olarak bilinmektedir (Devellioğlu, 1997:27). Bu âlemde Allah’ın sadece zâtî sıfatları ortaya çıkmaktadır. Hz. Muhammed’e “N‘at” olarak yazılan bir şiirden alınan aşağıdaki beyitte, Mirâc hadîsesine telmihte bulunmaktadır. Allahu Teâlâ, bu âlemin en yüksek noktasında Cebrâil’in kanadını cezbe içinde bırakmıştır. Cezbe içinde bulunan Burak üzerindeki ise Hz. Muhammed’dir:

“Şeh-per-i Cibrîl’i cezbe eylemiş

Perlerin lâhût evcinde Çalap” (50/5, s.126)

Allah, âlem-i lâhûtun en yüksek noktasında en uzun kanada sahip olan Cebrâil’i kendinden geçirmiş.

“Görün ol murg-ı lâhûtı ki dökdi perr-i nâsûtı

Açup uş cezbe Cibrîl’i cenâhın keşf ider kürbi” (543/8, s.791)

O âlem-i lâhûtun kuşu olan Cebrâil’i görün ki görünen âlemdeki kanatlarını döktü; cezbe içinde, kendi kanadının (Allah’a) yakınlığını keşfeder.

84

Şâirin tasavvuf yolunda yürümenin zorluğundan bahsettiği aşağıdaki beyitte, şeyhlerin müridlerine kol ve kanat germesi gerektiği belirtilmektedir. Bu yol, türlü sıkıntılar içermektedir. Tıpkı, kendi kanadının nûrunun Cebrâil’e perde olması gibi, sâlik de Allah’ın nûruyla nûrlanmakta ve kesret âleminden varlık âlemine geçmektedir:

“Perr ü bâl ol havâda düket ki

Oldı Cibrîl’e perde ferr-i cenâh” (110/24, s.205)

O havada uçarak kol ve kanadını yok et ki kanadının nûru Cebrâil’e perde oldu.

Yûsuf Hakîkî, sâlikin elden ayaktan düşme durumu olduğunda, cezbe Cebrâil’inin kendisine kol kanat germesini arzulamaktadır. Bu beyitte, cezbenin koruyucu özelliği karşımıza çıkmaktadır:

“Cidd-ile düşsen elden ayakdan

Sana Cibril-i cezbe ola cenâh” (111/13, s.206)

Gerçekte, sen elden ayaktan düşersen; sana cezbe Cebrâil’i kanat olsun.

Cebrâil’in Mîrâc hadisesinde, “Buradan bir parmak dahi ileri geçersem yanarım” dediği o âyetten iktibas yapılan aşağıdaki beyitte, dervişlerin vahdet mumuyla nasıl yandığı dile getirilmektedir. Allah’ın birliğinde yanmak, onunla bir olmak sûfilerin tek gâyesidir.

“Lev denevtü15 didi Cibrîl ana olmadı nasîb

Şem‘-i vahdetde görün hurkatı dervîşlerün” (342/8, s.535)

Cebrâil, “lev denevtü” dedi, ona nasip olmadı; vahdet mumuyla dervişlerin nasıl yandığını görün!

Şâir, Cebrâil’in güzel ve uzun kanatlarının cezbe hâlindeyken gözden kaybolduğunu belirtmektedir. Allah’a cezbe içinde ulaşmanın, O’nda yok olmanın işlendiği beyitte, “fenâfillah” makamına kanatsız bir şekilde mânevî olarak gidildiği ifade edilmiştir.

“Şeh-per-i Cibrîl cezbe çün yitildi şevk-ıla

Kişver-i kudsün gülistânına uçıldı yine” (525/6, s.766)

85

Cebrâil’in güzel ve uzun kanatları şevkle gözden kayboldu; kutsallık ülkesinin gül bahçesine tekrar uçtu.

Şâir, Cebrâil’in geçemediği noktaya telmihte bulunarak o noktaya serçe kuşunun ulaşamayacağını belirtmektedir. Gerçekten de yolun başında olan sâlik, bazı zorlukları aşmadan belirli noktalara gelemez. Kaf dağına ulaşmak ve Ankâ olmak nasıl meşakkatli ise tasavvuf yolu da aynı şekildedir:

“Bâl-ı Cibrîl irmedügi evcde ‘usfûr irmeye

Seyr-i kûh-ı kâfa yine hem per-i ‘Ankâ gerek” (345/6, s.540)

Cebrâil’in kanadının ulaşamadığı noktaya serçe kuşu eremez; Kâf dağına ulaşmak için de Ankâ kuşunun kanadı gerekir.

2.1.1.2.2. İsrâfil

Dört büyük melekten biri olup kıyamet gününde sûra üflemekle görevlidir (Cebeci, 2001:180). İsrâfil, kıyamet günü Allah’ın emri ile iki defa Sûr’a üfleyecektir. “Sûr’a

üflenince, Allah’ın dilediği bir yana, göklerde olanlar, yerde olanlar hepsi düşüp ölür. Sonra Sûr'a bir defa daha üflenince hemen ayağa kalkıp bakışıp dururlar.”16 Yûsuf Hakîkî, aşağıda yer alan beyitte İsrâfil’in Sûr’a üfleyeceği güne telmihte bulunmuş ve o günü, sözlerin kâinata aşk ile yayılacağı bir gün olarak vasıflandırmıştır:

“Hay meger subh-ı kıyâmetdür bugün Sûr-ı İsrâfil’i ‘ışk ider hıtâb” (48/5, s.123)

Haydi, bugün kıyâmet sabahıdır; İsrâfil’in sûrı, aşk ile seslenmektedir.

Sur’a üflendikten sonra kıyametin koptuğu patlama anında dünya hayatı sona erecektir. Bu anda insanoğlunun kötü huyları ortaya çıkacak ve sûretten eser kalmayacaktır:

“Sûr-ı İsrâfil’ün eglen sadmetinden tâ ola

Sûret-i hûbun nihân u sîret-i zişt âşikâr” (147/21, s.270)

İsrâfil’in sûru üflediğinde oluşan âfette eğlen; çünkü senin gizli olan güzel sûretin yok olacak ve kötü huyun ortaya çıkacak.

2.1.1.2.3. Münker ve Nekîr