• Sonuç bulunamadı

BÖLÜM II: DÎVÂNIN DİNÎ-TASAVVUFÎ KELİME, TÂBİR VE KAVRAMLAR BAKIMINDAN TAHLİLİ KAVRAMLAR BAKIMINDAN TAHLİLİ

2.1.1. İnanç ile İlgili Kavramlar 1. Allah

2.1.1.3. Kur’ân-ı Kerîm ve Diğer İlâhî Kitaplar

2.1.1.3.1. Kur’ân-ı Kerîm

87

Kur’ân-ı Kerîm’in terim anlamıyla ilgili olarak çeşitli tanımlamalar yapılmış, bunlar büyük ölçüde bir araya getirilerek şöyle bir tarife ulaşılmıştır:

“Kur’ân17, Allah tarafından Cebrâil vasıtasıyla mahiyeti bilinmeyen bir şekilde son peygamber Hz. Muhammed’e indirilen, mushaflarda yazılan, tevâtürle nakledilen, okunmasıyla ibâdet edilen, Fâtiha sûresiyle başlayıp Nâs sûresiyle biten, başkalarının benzerini getirmekten âciz kaldığı Arapça mûciz bir kelâmdır” (Birışık, 2002:383). Yûsuf Hakîkî’ye göre Kur’ân-ı Kerîm, hâl dilinde Allah’ın zikridir. Kâinattaki her bir eşya, Allah’ı zikretmektedir. Şâir, “innâ nahnü nezzelnâ” âyet-i kerimesinden iktibas yaparak Kur’ân’ın indirilmesine telmihte bulunmuştur:

“Lisân-ı hâline münzel anun zikri her eşyânun

Nite ki didi Kur’ân’da ki innâ nahnü nezzelnâ18” (7/20, s.63)

Her eşyanın zikri, hâl diliyle nâzil olmuştur; nitekim Allah, Kur’ân’da “İnnâ nahnü nezzelnâ” dedi.

Şâir, “fettahizhu vekîlen” âyetini de iktibas etmiş ve sadece O’nu vekil tutmak gerektiğini belirtmiştir:

“Fettahizhu vekîlen19 işitdük

Oldı Kur’ân’a çünki emr-i Hüzâ” (18/28, s.80)

Fettahizhu vekîlen (O’nu vekil tut) âyetini işittik; çünkü bu âyet, Allah’ın Kur’ân’daki emridir.

Şâir, Allah’tan imân ve Kur’ân üzere yaşamayı dilemekte; onları son nefesinde kendisine yol arkadaşı etmesini arzulamaktadır:

“Îmânı vü Kur’ân’ı rızânı vü likânı ‘İzzün hakıyiçün

Rûzî kılup it son nefesinde ana hem-râh İy hayy u tüvânâ” (38/9, s.108)

17 “(O peygamberleri) apaçık belgeler ve kitaplarla gönderdik. İnsanlara, kendilerine indirileni açıklaman ve onların da (üzerinde) düşünmeleri için sana bu Kur’ân’ı indirdik” (Nahl 16/44).

18 “Kuşkusuz biz indirdik” (Hicr 15/9).

19 “Allah, Doğunun ve Batının Rabbidir. O’ndan başka İlâh yoktur. Şu hâlde yalnızca O’nu vekil tut” (Müzzemmil 73/9).

88

Ey hayat ve güç sahibi Allah’ım! İzzetinin hakkı için imânı, Kur’ânı, rızânı ve cemâlini azık olarak son nefese kadar yoldaş et!

Şâirin tasavvuf anlayışının Kur’ân ve sünnet eksenli olduğu, şeyhlerin bu minvâl üzere yaşayışlarını düzenlediği şu şekilde ifade edilmektedir:

“Çü Kur’ân ipine yapışdı anunçün

Olupdur şüyûha bu ‘âlî menâkıb” (44/23, s.118)

Bu yüzden şeyhler, Kur’ân’ın ipine yapıştı ve bu yolda yüce menkıbeler yaşadılar.

Nefis illeti, kalbe hastalık vermektedir. Şâir, nefis hastalığına ilâcın Kur’ân olduğunu ifade etmektedir. Nefsin hevâsına uyan kimseler ise acaba Kur’ân’ın hükümlerine inanmadıkları için mi böyle yapmaktadırlar:

“Zihî ki ‘illeti nefsün bu kalbi kıldı ‘alîl

Şifâ-yı hikmeti Kur’an’dan eyle ana ‘ilâc” (95/4, s.179)

Nefis illeti, bu kalbi hasta kıldı; bu hastalığa hikmet şifâsını Kur’ân’dan eylemek ne hoştur.

“Hevâsına tâbi‘ olan nefsinün

İnanmaz mı ahkâm-ı Kur’ân’a hîç” (100/43, s.190)

Nefsinin hevâsına uyan, Kur’ân’ın hükümlerine hiç inanmaz mı?

Kur’ân-ı Kerîm’in sırrına vâkıf olamayanlar, Allah’ın tecellîsiyle görünenleri idrâk edememektedir. Cüz’î akıl, insan aklıdır. İnsanın aklı ise idrâk yönünden zayıftır. Bu yüzden Kur’ân-ı Kerîm’in sırrına erişmek, akıl için kolay bir mesele değildir. Aklın Kur’ân-ı Kerîm’in sırrına tümüyle vâkıf olması tıpkı, örümceğin Simurg’u avlaması gibi imkânsızdır:

“ ‘Akl-ı cüz’î kanda olur sırr-ı Kur’ân’a muhît

Kanda sîmûrgı ya dâm-ı ‘ankebût eyler şikâr” (147/56, s.273)

Cüz’î akıl, Kur’ân’ın sırrını tümüyle nasıl kavrayabilir? Örümceğin, ağıyla kurduğu tuzakla Simurg’u avlaması mümkün mü?

Tasavvuf yolunda bulunanların sonradan ortaya çıkardığı iyi görülmeyen âdet ve davranışları benimseyenler, yâni ehl-i bidat için yazılan aşağıdaki beyit, onlara Allah’ın

89

rahmetinin erişmediğini, kalplerinin uyluk içinde bulunduğunu ve Kur’ân’ın sırlarına vâkıf olamadıklarını ifade etmektedir:

“Ana ki feyz-i er-rahmân yitişmez dutdı kalbin rân

Bes ol tefhîm-i sırr-ı ‘alleme’l-Kur’ân20 nedür bilmez” (194/8, s.333) Onlar ki kalplerini uyluk içinde tuttukları için Allah’ın rahmetinin feyzi onlara ulaşmaz; ehl-i bidat, ‘alleme’l-Kur’ân’ı sırrını da kavrayamaz.

Şâir, Allah’ın rahmet hazinesine ulaştığını ve Kur’ân’ın sırlarına vâkıf olduğunu şu şekilde dile getirmektedir:

“Künûz-i feyz-i er-rahmâna geldüm

Rumûz-ı ‘alleme’l-Kur’ân’a geldüm” (427/1, s.652)

Allah’ın rahmân hazinesine geldim; Kur’ân’ın sırlarını anlamaya geldim. 2.1.1.3.1.1. Sûreler

Sözlükte “sıçramak, duvara tırmanmak” anlamındaki “sevr” kökünden türeyen sûre kelimesi “yüksek ve güzel bina, evin bir bölümü veya katı, yüce mertebe, şan ve şeref, alâmet ve nişân” mânâlarına gelir. Terim olarak “Kur’ân-ı Kerîm âyetlerinin bir araya getirilmesi sonucunda oluşan, sınırları vahiy doğrultusunda Resûl-i Ekrem tarafından belirlenen bölüm” demektir (Birışık, 2009:538). Dinî kavram olarak, Kur’ân-ı Kerîm’in besmele ile ayrılan her bir bölümüne sûre adı verilmektedir.

Yûsuf Hakîkî; İhlâs, Fâtihâ, Tebâreke, Abese, Tebbet, Tâhâ ve Yasîn sûrelerine atıfta bulunmuş, Kur’ân’ın çizgisinde hareket etmiştir:

İhlâs sûresinin muhtevasıyla ilgili olarak müfessirlerin üzerinde durdukları en önemli konu, ilk iki âyette yer alan “ahad” ve “samed” kelimelerinin anlam ve içerikleridir. Ahad sıfatı Allah’a nisbet edildiğinde O’nun birliğini, tekliğini ve eşsizliğini ifade eder; bu anlamıyla tenzihî veya selbî sıfatları da içerir (Işık, 2000:537). Samed, “var oluş bakımından kimseye muhtaç olmayıp her şeyin varlığını kendisine borçlu olduğu vâcibü’l-vücûd” demektir. Buna göre samed kelimesi doğrudan doğruya ahad isminin açıklamasıdır (Işık, 2000:537).

90

Şâir, İhlâs sûresinin faziletini aşağıdaki beyitte işlemektedir. Allah, bir ve tektir. Bütün varlıklar O’na muhtaç, O ise hiçbir şeye muhtaç değildir. Allah’ın tüm sırları O’nun zâtında toplanmıştır:

“Vasf-ı pâkündür Hüzâ’yâ Kul huve’llâhü ehad21 Hem münezzehdür hasedden zâtun Allâhü’s-samed22” (123/1, s.221)

Ey Allah’ım! Senin birliğinde tüm sıfatların (gizlidir); zâtın her şeyden münezzehtir, her şey sana muhtaçtır.

Fâtihâ sûresi, Kur’ân’ın kalbi, temeli ve özetidir (Işık, 1995:252-254). Tebâreke sûresi, Mülk sûresi olarak da bilinmektedir. Otuz i kerîmeden ibâret olan bu sûre, ilk âyet-i kerîmede geçen el-Mülk kelâyet-imesâyet-inden dolayı Sûretü’l-Mülk adını almıştır. Ayrıca Tebâreke Münciye, Mâni’a, Vâkı’a adları ile de anılmaktadır. Sûrede; hayatın ve ölümün yaratılış sebebi, âlemdeki kusursuz nizam, Cenâb-ı Hakk’a ortak koşanların âhiretteki acıklı durumu ve Allah’ın her şeye vâkıf olduğu anlatılmaktadır (Yaşaroğlu, 2006:542). Abese sûresi ise Kur’ân’ın öğüt olduğunu, insanın ve kâinatın nasıl yaratıldığını bildirmektedir (Aydemir, 1988:305).

“Himmetini bize Yâ Rab sen anun hem-râh it

Sûre-i Fâtiha hakkı ve Tebârek ve ‘Abes” (224/23, s.375)

Ey Allah’ım! Fâtiha, Tebâreke ve Abese sûrelerinin himmetini bize yoldaş eyle.

Ebu Leheb ve eşi hakkında nâzil olan Tebbet sûresi, kendisinin ve eşinin helâk olacağını önceden bildiren sûredir (Birışık, 2011:212). İslâm dininin halk arasında yayılmaya başladığı dönemde, İslâm dini aleyhine koğuculuk yapan Ebu Leheb ve eşi, tüm servet ve zenginliğine rağmen azaptan kurtulamamıştır:

“Şûmi-i inkârdan Tebbet yedâ23

Zülli olmışdur pelâs-ı Bû leheb24” (50/17, s.127)

İnkârın uğursuzluğundan, Ebu Leheb’in elleri kurudu; elbiseleri (mal ve mülkü) alçaldı.

“Tebbe mâ-agnâ çü ‘anhü mâlühü25

21 “De ki: O, Allah’tır, bir tektir” (İhlâs 112/1).

22 “Allah Samed’dir. (Her şey O’na muhtaçtır, o, hiçbir şeye muhtaç değildir.)” (İhlâs 112/2). 23 “Ebû Leheb’in elleri kurusun” (Tebbet 111/1).

24 “Zaten kurudu”(Tebbet 111/1).

91

Dir ne assı gayr-ı ‘irfân mâ keseb26” (50/18, s.127)

Ebû Leheb’e ne malı ne de kazandığı fayda etti; irfân sâhibi olmayana kazandıklarının ne faydası vardır?

“Harîsun cânına görmez misin teb

Ki züll-i tebbe mâ-agnâ getürdi” (545/15, s.795)

Hırslının canı ateşe (düştü), kazandığı malı da alçaklık getirdi, görmez misin?

Safer ayı, Hz. Muhammed’e karşı çıkmış olan dönem Araplarının uğursuz sayıldığı bir aydır. Bu ayda nâzil olan Tebbet sûresi, Allah’ın bir lutfudur. Recep ayı ise Allah’ın ayıdır. Hz. Muhammed “Recep ayı Allah’ın ayıdır, Şaban benim ayımdır, Ramazan ise

ümmetimin ayıdır.” buyurmuştur (Günay, 2007:506). İhlâs sûresi ile Recep ayı

arasındaki ilişki, Recep ayının Allah’ın ayı olması münasebetiye İhlâs sûresinin de Allah’ın varlığını ve birliğini anlatması dolayısıyladır:

“Ol Safer’de sûre-i Tebbet yedâ27 hân ola vü rûze-dâr

Hem Receb’de Kul huve‘llâh28 hân ola vü rûze-dâr” (147/33, s.271)

Safer ayında, Tebbet sûresini okur; Recep ayında (ise) İhlâs sûresini okur ve oruç tutan olur!

Yasîn sûresi, Mekke’de inmiş olup, öldükten sonra dirilme ve haşre iman, belde halkının kıssası ve Allah’ın birliğini gösteren kesin delilleri içermektedir. Kur’ân-ı Kerîm’in en büyük sûresi olarak kabul edilmektedir (Topaloğlu, 2013:340-341). Tâhâ sûresinde ise Allah’ın peygamberler aracılığıyla insanlara gösterdiği doğru yolun temel gerçeklerine işaret edilmektedir (Topaloğlu, 2010:379-380). Hz. Peygamber’den rivâyet edilen bir hadîse göre Tâhâ ve Yasîn sûrelerini duyan melâikler, “Bunların kendilerine gönderileceği ümmete ne mutlu, bunları taşıyan gönüllere ne mutlu, bunları okuyan dillere ne mutlu”29 demişlerdir:

“Neyidigi eyledi ta‘lîm ol yüzi Tâhâ30

26 “Ne de kazandığı”(Tebbet 111/2). 27 “Elleri kurusun” (Tebbet 111/1). 28 “De ki O Allah” (İhlâs 112/1)

29 Ayrıntılı bilgi için bkz. https://kuran.diyanet.gov.tr/tefsir/sure/20-taha-suresi

30 “Sûre, adını birinci âyette yer alan harflerden almıştır. Sûrede, Allah’ın peygamberler aracılığıyla insanlara gösterdiği doğru yolun temel gerçeklerine işaret edilmekte, Hz. Muhammed teselli edilerek

92

Sen anı işle sana hem ki göstere Yâsîn31” (434/9, s.659)

O yüzü Tâhâ olan ne yaptıysa sen de onu yap! Böylece sana Yasîn de göstersin. 2.1.1.3.1.2. Âyetler

Sözlükteki asıl anlamı “bir şeyin ve bir amacın mevcudiyetini gösteren alâmet”tir. Buna bağlı olarak “açık alâmet, delil, ibret, işaret” gibi anlamlarda da kullanılmıştır (Yavuz ve Çetin, 1991:242). Dinî mânâda, sûreleri oluşturan bir veya birkaç cümleden oluşan bölümlere denir.

Yûsuf Hakîkî Baba Dîvânı’nda çeşitli vesilelerle iktibas veya telmih edilen âyetler bulunmaktadır.32 Şâir beyitlerinde âyet mefhumuyla birlikte mefhumun çokluk şekli olan âyât kelimesini de kullanmaktadır. Muhkem, âyetlerin anlamlarının kesin açık olduğunu bildirir. Sözlükte “sağlam kılınmış, dış etkilere ve bozulmalara karşı korunmuş” gibi mânâlara gelen muhkem kelimesinin tefsir ve hadîs ilimlerindeki terim anlamı hakkında farklı görüşler bulunmakla birlikte, genel kabule göre başka bir ihtimal taşımayan açık mânâlı âyet ve hadîsleri ifade etmektedir (Başoğlu, 2006:42). Müteşabih ise farklı mânâlara gelebilecek mahiyetteki âyetleri ifade eder.

Teşâbüh masdarından türeyen müteşâbih kelimesi “benzeşen, ayırt edilmesi zor olacak şekilde birbirine benzeyen” demektir. Terim olarak mânâ yönünden birden fazla ihtimal taşıdığından anlaşılmasında güçlük bulunan lafız veya sözü ifade eder. Müteşâbih âyette yer alan bir lafız konumuna göre başka âyetlerde farklı mânâlara gelebilir, ancak her birinin kastedilebilir olması açısından anlamlar birbirine benzer, bundan dolayı hangi mânânın kastedildiği açıkça bilinemez

(Yavuz, 2006:204).

Şâir, Kur’ân-ı Kerîm’deki sır dolu âyetlerin tecellî ederek gönül bahçesinin saâdete ermesini arzulamaktadır:

“Âyât-ı kitâbıyiçün iy Hak

peygamberlik görevini mutlaka en güzel şekilde başaracağı müjdelenip kendisine karşı çıkanların uğrayacağı sonuçlar izah edilmektedir” (https://kuran.diyanet.gov.tr/).

31 “Sûre, adını ilk âyeti oluşturan “Yâ” ve “sîn” harflerinden almıştır. Sûrede insanın ahlâkî sorumlulukları, vahiy, Hz. Peygamber’i yalanlayan Kureyş kabilesi, Antakya halkına gönderilen peygamberler, Allah’ın birliğini ve kudretini gösteren deliller, öldükten sonra dirilme, hesap ve ceza konu edilmektedir” (https://kuran.diyanet.gov.tr/).

32 Tahlil çalışmasında her bir konu başlığına uygun olan âyetler, ilgili başlıklar altında işlenmiştir. Bu kısımda konu başlıkları altına alınmayan âyet iktibaslarına yer verilmiştir.

93

Sırr-ı müteşâbihât u muhkem” (385/21, s.601) “Gülzâr-ı tecelliyâtun-ıla

Cân bâgını eyle taze hurrem” (385/22, s.601)

Ey Allah’ım! Kitabındaki müteşabih ve muhkem âyetlerin sırları ile örülü tecellî gülbahçesi, can bağını şen eylesin.

Şâir, yeryüzünde bulunan her şeyin fâni olduğunu belirtmekte, bu durumda şüphe olmadığını söylemektedir:

“Âyet-i küllü men ‘aleyhâ fân33 Sem‘una irmedi mi şübhe ne var” (139/18, s.253)

Yeryüzünde bulunan her canlının yok olacağını duymadın mı? (Bu durumda), şüphe yoktur.

Yûsuf Hakîkî, Allah’a teslimiyet ile boyun eğmiştir. O’ndan gelecek her türlü duruma rıza göstermiştir:

“Emrüne iy yef‘a’lu’llâh mâ-yeşâ34

Her ne kim dilersen it virdük rızâ” (5/1, s.52)

Allah, dilediğini yapar; O, her ne dilerse olur, O’nun emriyle rıza verdik.

Şâir, Bezm-i Elest’te Allah’a verilen sözün unutulmamasını ve o söze vefa gösterilmesini istemektedir:

“Anda ki didi hâce elestü birabbiküm35

‘Ahd-i kadîme bes siz unıtman vefâ idün” (334/15, s.525)

Allah, Bezm-i Elest’te “Ben sizin Rabbiniz değil miyim?” dedi; bu kadim sözü unutmayın ve vefa gösterin.

Hakîkî, dâima Allah’ın adını anmayı ve yalnız O’nda yönelmeyi nasihat etmektedir. Allah’ın tecellîsi ile dolu olan şarap kadehi elden düşürülmemelidir:

“Al ele zemzeme-i ve’zkirü’sme rabbik de36

33 “Yeryüzünde bulunan her canlı yok olacaktır” (Rahmân 55/26). 34 “Allah, dilediğini yapar” (Âl-i İmrân 3/40).

35 “Ben sizin Rabbiniz değil miyim?” (Araf 7/172). 36 “Rabbinin adını an” (Müzzemmil 73/8).

94

Surâhî-i ve tebette’l-ileyhi tebtîlâ37” (39/16, s.109)

Aşk kadehini eline al; Rabb’inin ismini an ve O’na yönel.

Şâir, aşksız geçen zamana tevbe etmeyi istemektedir. Aşksız geçen zaman, nefse zulümdür. Allah aşkı, nefsin gıdasıdır:

“Bî-‘ışk geçen deme Hakîkî

Kıl tevbe di rabbenâ zalemnâ38” (19/9, s.82)

Hakîkî, aşksız geçen zamana tevbe et; “Ey Rabbimiz biz nefsimize zulmettik”, de.

Şâir, sâliklerin gaflet uykusunda olduğu için Allah’ın yüceliklerini idrak edemediklerini ifade etmektedir. Sâliklere nasihat eden şâir, onların içinde bulundukları durumun izah edilemeyeceğini belirtmektedir. Ancak düş, tabir edilebilir:

“Men ne ta‘bîr idem menâm mıdur

Künte fî gafletin çü min hâzâ39” (35/17, s.103)

Ben nasıl tabir edeyim? Bu düş müdür? Andolsun ki sen bundan dolayı gafletteydin.

Yûsuf Hakîkî, Allah’ın rahmetinden ümit kesmemektedir. Allah, çok bağışlayan, merhamet edendir:

“Buyurur lâ-taknetû min-rahmeti’llâhi40

Kesmegil di va‘fü ‘annâ rabbenâ va’gfirlenâ41” (37/12, s.106)

Allah, “Rahmetimden ümit kesmeyin.” buyurur; “Allah’ım, bizden günahlarımızı sil, bizleri bağışla” demeyi bırakma.