• Sonuç bulunamadı

1.3. SİYASET, KAMUSAL KARAR ALMA VE DEMOKRATİK MEŞRUİYET

1.3.1. Temsili Demokraside Siyasal İktidar ve Siyasetin Kapsamı 1.Temsili Demokraside Siyasal İktidar Olgusu

36 Bankalarının özerkleştirilmesinden sonra, ekonomik sistemle ilgili enerji, telekomünikasyon gibi doğal tekel özelliği gösteren temel politika alanları, yasamanın düzenleyici işlem tesisi etme yetkisi sınırlandırılarak özerk kurumlara bırakılmıştır (Bayramoğlu;2005:172-173). Bu durum, siyasi temsil sistemi olan demokratik kurumların bir formaliteye dönüşmesine ve siyasi karar alma sisteminin değersizleşmesine yol açmıştır.

Soyut bir piyasa kavramına dayanan neoliberal politikalar, gelişmekte olan ülkelerde yaşanan eşitsiz gelir dağılımı ile 2008 yılındaki ekonomik kriz neticesinde, sorgulanır hale gelmiştir. Günümüzde, devletin ekonomiye ne kadar müdahale edeceğinden ziyade nasıl müdahale etmesi gerektiği üzerinde durulmaktadır. Ancak kamu müdahalesi konusunda üzerinde fikir birliğine varılan genel geçer politikalar söz konusu değildir.

37 eşitsizlik iktidarın iki ögesini öne çıkarmaktadır: Güç/zorlama ile iktidarın benimsenmesi (Çam; 1984:92). Dolayısıyla bu durum, iktidarın yönetme erkine sahip olduğunun, egemen olduğu topluluk tarafından kabulünü kolaylaştıran bir unsur olarak öne çıkmaktadır.

Toplumu oluşturan her örgütlü grupta mevcut olan iktidar ya da sosyal iktidardan, siyasi iktidar farklılık göstermektedir. Siyasi iktidarın farklılığı, yani iktidarın siyasi niteliği, global bir emretme ve itaat yetkisine sahip otoriteye sahip olmasından kaynaklanmaktadır. Bu global otorite siyasi iktidara, kanun ve düzen sağlanması ile gelir toplama kapasitesi sunmaktadır. Bu nedenle siyaset biliminde devlet kurumsallaşmış bir siyasal iktidar (Çam; 1984:107) olarak ele alınmaktadır.

Siyaset bilimi açısından siyasi iktidar, belli bir toprak parçası üzerinde münhasıran, (sınırlanmış) yetkiye ve egemen kamu gücüne (güç kullanma tekeline) sahip olmak olarak tanımlanmaktadır (Teziç;2001:88). Ülke sınırları dahilinde ve toplumun bütünü üzerinde geçerli olan iktidar olarak tanımlanan siyasal iktidar, bu anlamıyla toplumla, yani sivil toplumla bağıntılı ve kuvvet ve zor kullanma gücüne sahip ve toplum tarafından kabul görmesi, yani

“rıza” faktörüne sahip bir olgudur (Kapani;1997,49-50).

Siyasi iktidarın meşruluğu ve kaynağı, tarihsel gelişme içinde tanrısal bir kaynaktan insana/halka dayalı görüşlere doğru değişim göstermiştir. Siyasal iktidarın kaynağının halk iradesine bağlı olması Fransız İhtilalinden önce, eski Yunan’a kadar uzanabilmektedir (Teziç;

2001:92). 13 üncü yüzyıldan 17 inci yüzyıla kadar İngiltere’de gelişen ve daha sonra 18 inci yüzyıl sonuna doğru Amerika ve Fransa’da, 19 uncu yüzyılda ise diğer Avrupa devletlerine yayılan temsili demokrasi sisteminde, aşkın bir otoriteye bağlanan iktidar yapısının ortadan kalkmasıyla toplumsala, halka ait yeni bir tür siyasal iktidar kurumsallaşmıştır. Siyasi iktidarın halka ait olduğu, Fransız ihtilali ile anayasal bir prensibe dönüşmüştür.

18 inci yüzyılda “Aydınlanma Felsefesi” ile başlayan süreçte iktidarın kullanılması, tabiiyet sözleşmesi ile halk tarafından krala verilen bir yetki olduğu yönündeki görüşlerin ortaya çıkması sürecinde, asli ve en üstün güç olarak “halk egemenliği” anlayışı gelişmeye başlamıştır. 18 inci yüzyılda J. J. Rousseau (1712-1778), ilk defa, halk egemenliği kavramını

“Toplum Sözleşmesi” adlı eserinde sistemleştirmiştir (Teziç;2001:93). Rousseau’ya göre, halka dayanan bu egemenlik genel iradenin/istencin kullanılmasıdır. Genel irade ise her vatandaşın özel iradesinden oluşur ve daima doğruyu, iyiyi göstermektedir. Halk egemenliği, meşruluğunu işte bu genel iradeden almaktadır. Genel irade kanun şeklinde belirmektedir. Bireylerin iradelerinin toplamından oluşan egemenlik anlayışında hükümet, uyrukla egemen güç arasındaki ilişkileri düzenleyen, kanunları uygulayan bir aracı kuruluştur. Rousseau, yüce otorite diye adlandırdığı egemenliğin yasama yetkisine sahip olduğunu, kamu otoritesinin yani,

38 hükümetin yalnızca kanunların uygulanmasından sorumlu olduğunu ifade etmektedir (Teziç;2001:94). Bu nedenle temsili demokraside siyasi iktidarın kaynağı hukuk olmuştur.

Modern hukuk sistemi, siyasi iktidarın yönetilenler tarafından kabul edilmesi olan meşruluğun temelini teşkil etmektedir. Siyasi iktidarın bağlayıcı karar alma ve emretme yetkisine vatandaşın rıza göstermesi, yani iktidarın, bu yetkiye sahip olduğunun yaygın bir şekilde kabul edilmesi olan “meşruluğa” sahip olması gerekir (Erdoğan; 2010:329). İktidarın meşru olması, onun topluluk üyeleri, ya da hiç değilse bunların çoğunluğu tarafından tanınmasıdır (Teziç;2001:89). Meşru iktidar, politikası yönetilenlerin çoğunluğunca uygun bulunan iktidardır.

Modern devlette siyasal iktidarın politik sınırları anayasa tarafından belirlenir. Anayasa güçler ayrılığı ilkesi çerçevesinde, iktidarın kaynağı sorununu ve ilkelerini soyut ve teorik olarak çözümleyerek onun kullanılışı konusunda olması gerekeni belirterek amaçlarını çizmektedir (Çam; 1984: 137). Anayasalar siyasi iktidarı “denetleyen” ve “dengeleyen”

mekanizmalar kurarlar. Siyasi iktidarın anayasal sınırları yanında toplumsal sınırları da vardır.

Siyasal iktidarın toplumsal sınırları, demokratik siyasal sistem çerçevesinde örgütlenmiş bulunan sendikalar, işveren örgütleri, meslek örgütleri ve örgütlü sivil toplum kuruluşlarının varlıkları ve faaliyetleri kapsamında düşünülebilir (Finer;1985:15). Ancak, kapitalist sistemde, siyasal iktidarın sınırlanmasında Locke ve Montesquieu’nun ileri sürdüğü güçler ayrımı ilkesinden çok daha önemli ve etkili bir güçler ayrımı söz konusudur. Kapitalist demokraside, yönetenlerin elindeki siyasal iktidar yanında, özel teşebbüs gibi iktisadi güçler de vardır (Çam;1984:135). Bu iktisadi güçler, temsili demokraside, siyasal iktidarın kullanımını biçimlendirerek sınırlamaktadırlar.

1.3.1.2.Temsili Demokraside Siyasetin Kapsamı

“Siyaset” kavramı, üretim dışında kalan, ancak üretimin devam ettirilmesi ve geliştirilebilmesi amacıyla tüm toplumu kapasayacak şekilde yürütülmesi zorunlu olan faaliyetlerin toplamı (Eroğul; 2005: 1) olarak “ülke, devlet, insan yönetimi” şeklinde kısaca tanımlanabilir (Daver;1993:5). Siyaset, toplumun tüm alanlarıyla ilgili veya toplumu oluşturan dinamikler arasındaki ilişkileri son kertede meşru zora dayanarak düzenleyen faaliyeler/işlevler bütünü olarak ele alınabilir (Çam; 1984: 23). “Siyaset” kavramı kapsam genişliği açısından ele alındığı zaman “genel sosyal kuralların yapılması, korunması ve değiştirilmesi” şeklinde tanımlanmaktadır (Heywood; 2012:23). Bu yönden siyaset, belirli bir kurum tipiyle sınırlandırılamayacağı gibi, toplumun belirli bir alanının ya da düzeyinin inşa edicisi olarak da tasavvur edilemez. Siyaset, her insan toplumunda içkin olan ve ontolojik koşulumuzu belirleyen bir boyut (Mouffe;2008:1) olarak ele alınmalıdır.

39 Siyaset bilimi açısından siyaset, kıt kaynaklar üzerindeki egemenliği sağlamak için siyasal iktidarı ele geçirme mücadelesi, diğer açıdan ise çelişen ve çatışan toplumsal talepleri uzlaştırmak, toplumu oluşturan tüm kesimler arasında uyumu sağlamak ve korumak (Çam;1984; 24) olarak ifade edilebilir. Kısaca siyaset, gücün kullanımıdır. Siyaset tanımları, karşımıza “otoriter yöntemle kaynak ve değer dağıtımı”nı çıkarmaktadır. Toplumda bu eylemleri gerçekleştiren mekanizma ise devlet denilen örgüttür. Tarihsel olarak bakıldığında devlet, karmaşıklaşan toplumsal iş bölümünde siyasal nitelikte işleri üstlenmiştir (Eroğlu;2005:2).

Klasik ekonomi görüşünde devletin üretim sürecinden soyutlanmış olması, devletin özel mülkiyet, teşebbüs hürriyeti, sözleşme serbestisi, çalışma hürriyeti gibi piyasa ilişkilerinin

“dışarıdan” korunması rolünü üstlenmesinden dolayı (Ataay;2013:10), klasik iktisatçıların temel çalışma alanlarından birisi de siyasetin cereyan ettiği uygun alanın ne olduğu/olması gerektiği üzerine olmuştur. Siyasetin cereyan ettiği uygun alan, başka bir ifadeyle devlet ve piyasa arasındaki uygun sınırın ne olduğu/olması gerektiği sorusu üzerine Adam Smith ve Herbert Spencer (The Proper Sphere of Government) başta olmak üzere birçok ekonomist fikir ileri sürmüşlerdir (Caporaso ve Levine;1992:143). Siyaset ve ekonomi ayrımı, temsili liberal demokrasinin Batı ülkelerinde yaygınlaşmasından sonraki süreçte kurumsallaşmıştır. Bu kurumsallaşmada, 19 uncu yüzyılda kitle hareketleri döneminde demokrasinin odağının liberal yurttaşların pasif bir biçimde yararlanabileceği anayasal haklara ve yöntemsel işleyişe kaymasına, demokrasinin giderek liberalizmle özdeş bir kavrama dönüşmesi etkili olmuştur.

Liberal demokrasiye doğru bu evrimleşmede, oy verme hakkı gibi demokrasi ilkelerinin, anayasacılık ve sınırlandırılmış hükümet gibi demokrasi öncesi değerlere eklenmesinden çok daha fazlası (Wood;2008:261-265) gerçekleşmiştir.

Temsili liberal demokrasinin ekonomi-siyaset ayrılığına dayandırılmasının en önemli sonucu; “devlet ile piyasanın” ve “ekonomi ile siyasetin” kurumsal olarak ayrı (Ataay;2013:9) gelişmesidir. Bir yandan artık iktisat dışı siyasal, yasal ve askeri konumun iktisadi güç, sömürme, ele geçirme ve kaynakların tahsisinde etkisinin olmadığı ayrı bir siyasal alan ve öte yandan artık kendi güç ilişkileri olan, yasal ve siyasal ayrıcalıklara bağımlı olmayan bir iktisadi alan (Wood;2008:270) oluşmuştur. Liberal demokraside siyaset ve ekonomi ayrımının birlikte gelişmesi, önemli iktidar alanlarının devletten alınıp yurttaş topluluğuna, özel mülkiyete ve piyasaya bırakılmasıyla kapitalizmin yarattığı işyeri, işgücünün ve kaynakların dağılımı gibi demokratik hesap verme sorumluluğunun olmadığı egemenlik alanları ortaya çıkmıştır. Bu alanlar, demokrasinin müdahale alanı dışında (Ataay;2013:14) mülkiyetin, piyasa kanunlarının ve karı azamileştirme zorunluluğunun etkisinde (Wood;2008:270-271) kalmaktadır.

40 Modern liberal demokrasinin tarihi gelişim süreçlerini anlamamızı mümkün kılan

“siyaset”/ “siyasetin kapsamı” iki farklı yaklaşımda ele alınabilir. Birincisi, Carl Schmitt’in

“siyaseti” siyasal içerikli karar verme süreçleri olarak ele alan yaklaşımıdır. Schmitt, siyasete ilişkin bütün davranış ve faaliyetleri dost ve düşman ayrımı odağında antagonist’tik bir dinamik olarak ele almaktadır. Schmitt’in hangi kararların siyasi olduğunun belirlenmesi noktasında aldığı temel kriter ise “biz-onlar” ayrımı üzerine inşa ettiği “dost-düşman” kriteridir. Bu kriter bir topluluk temeline dayanmaktadır. “Biz” içinde yaşanılan toplumu temsil ederken, “onlar”

diğer toplumları temsil etmektedir (Köker; 2006. 203). Siyaset bu noktada dost-düşman kararının alınmasında kendini göstermektedir. Bu yaklaşım ulus-devlet modelini esas almaktadır. İkinci ise, siyâset bilimi literatüründe yaygın olaral kabûl gören ve siyâsî sistem teorisinin kurucusu olan David Easton’dan hareketle ortaya konulan yaklaşımdır. Easton siyâseti, toplumdaki değerlerin otoriteye dayalı olarak dağıtılması sürecini anlatan bir kavram olarak ele almaktadır. Buna göre siyâset, değerlerin dağıtılması sürecinde otoriteyi eline geçirmek veya etkilemek suretiyle kendi çıkarını gerçekleştirmeye çalışan ve bu yüzden de birbirleriyle çatışmacı bir ilişki içinde bulunan toplumsal gruplar arasında bir pazarlık (çatışma ve uzlaşma) sürecini anlatmaktadır (Köker; 2006. 204). Bu kapsamda siyasetin ana işlevi, toplumdaki kıt kaynakların bölüşümünü belirlemek ve düzenlemek olarak karşımıza çıkmaktadır.

Toplumda kaynakların kıtlığı ve amaçların çeşitliliği, bireylerin istemlerinin her birinin en üst düzeyde doyurulmasını engelleyici bir durum olarak yaşanmaktadır. Bu durum, bazı istemlerin ya hiç karşılanmaması yada kısmen karşılanması sonucunu doğurmakta ve istemler arasında seçim yapılması zorunluluğu toplumda çatışmalara neden olmaktadır (Mitchell;1985:

110). Bu nedenle ortak gereksinmelere sahip bireylerin meydana getirdiği toplumsal gruplar, kendi aralarında kıt kaynaklardan daha çok pay almak için rekabet etmektedirler. Bu rekabet ortamında, kıt kaynakların bölüşümüne yoğunlaşan ilişkileri fizik ve meşru zora dayanarak düzenleyen eylemler bütünü, yani siyaset kavramı kaçınılmaz olarak karşımıza çıkmakta (Çam;1984: 24) ve siyaset sürecinde rıza ögesi ön nitelik kazanmaktadır (Saybaşılı;1992:10).

Temsili demokraside siyaset sürecinde yönetilenlerin rızası, parlamento aracılığı ile toplulaştırılarak uzlaştırılmaktadır.

Temsili liberal demokraside parlamentonun siyaseti belirleme işlevi, kamusal karar alma mekanizmasıyla yani yasama sürecinde gerçekleşmektedir (Yılmaz ve Biçer;2014:158).

Parlamentolar, vatandaşların taleplerini kamusal karar alma sürecine yansıtma işlevi görmektedir. Bu çerçevede temsili demokraside parlamentoyu temel siyaset kurumu olarak kabul edersek siyasetin alanı da en geniş şekilde belirlenmiş olmaktadır. Bu alan, bir

41 toplumdaki yönetme yetkesinin nasıl ve kimler tarafından elde edileceğinin, nasıl kullanılacağının ve kıt kaynakların nasıl dağıtılacağının belirlendiği bir süreç olarak (Özen;2011:45-46) siyasi iktidarın ele geçirilmesine yönelik eylemlerin tümünü kapsamaktadır.

Outline

Benzer Belgeler