• Sonuç bulunamadı

1.2. TEMSİLİ DEMOKRASİDE KAMU MÜDAHALESİ SORUNU

1.2.3. Ekonomide Kamu Müdahalesinin Kuramsal Temelleri

27 Diğer yandan, dünyada kamu harcamalarındaki artışa paralel bir gelişme temel sosyal göstergelerde yaşanmamıştır. Yapılan araştırmalarda, gelişmiş ülkelerde son on yıllarda, GSYH içinde kamu harcamalarının oranındaki değişim ile yaşam beklentisi, çocuk ölümleri, okur-yazar oranı, kişi başına milli gelir artışı gibi sosyal göstergelerdeki değişim arasında çok az ilişki olduğu görülmüştür. Yani, diğer ülkelere göre daha fazla kamu harcaması gerçekleştiren bir ülkenin sosyal göstergelerinde, daha az kamu harcaması ve daha küçük kamu sektörüne sahip ülkenin sosyal göstergelerine göre daha fazla niceliksel artış (Tanzi, 2008: 10) meydana gelmemiştir. Bu araştırmalarda kamu harcamaları düzeyi ile temel sosyal göstergeler arasında somut olarak pozitif bir ilişki saptanamamıştır. Bu durum, İnsani Gelişme Endeksi (Human Development Index-İGE) çalışmalarında da görülmektedir. Örneğin, İGE’de ilk dört sırada yer alan Norveç, Avustralya, Kanada ve İrlanda, bunların ortalama kamu harcaması düzeyi GSYH’nın yüzde 37.6’sı iken kamu harcamaları sıralamasında ilk dört sırayı işgal eden İsveç, Fransa, Danimarka ve Finlandiya, bunların ortalama kamu harcaması düzeyi GSYH’nın yüzde 53.5’idir. Ancak, bu ülkeler İGE sıralamasında yerleri 9’dan yukarıdadır (Tanzi,2008:10-11).

28 tarifeleriyle korumaya devam edilmiştir. ABD’de ise 1837 yılına gelinceye kadar birçok federe devlette devlet bankaları, kanal inşa etmek gibi birçok ticari faaliyette bulunmuştur. Ancak, 1837 yılında federe devletler tarafından kurulan kamu işletmelerinin iflas etmesi ile kamunun ekonomide faaliyette bulunması düşüncesi taraftar yitirmeye başlamıştır (Friedman vd.;

2007:131-132).

Klasik iktisat ekolü, en önemli temsilcisi olan Adam Smith’in bilimsel ve felsefi düşünceleri ile şekillenmiştir. Bu felsefi görüşte, görünmez bir el vasıtasıyla ekonominin doğal düzeni içerisinde denge halinde kaldığı, ekonomik ve sosyal alandaki aksaklıkların geçici olduğu, bu sorunları ortadan kaldıracak gücün piyasa ekonomisi sisteminin kendisinde varolduğu, bu nedenle ekonomik ve sosyal amaçlarla devletin herhangi kamu müdahalesinde bulunmasına ihtiyaç duyulmadığı ortaya konulmuştur. Klasik görüşe temel teşkil eden bu felsefede, özgür ve eşit bireylerin, kendi çıkarlarını maksimize etmek için, yaşama, özgürlük ve mülkiyet hakkına sahip olması nedeniyle devlet, sadece bu hakların koruyucusu olarak ön plana (Thompson; 1990:13) çıkartılmaktadır.

Klasik görüş, analizine temel olarak piyasayı alır ve ekonomide kamu müdahalesini istisna olarak kabul eder. Ancak, piyasa mekanizmasının etkin işleyebilmesi için piyasaya giriş çıkışların serbest ve maliyetsiz olması, dışsallıkların olmaması, faktör ve mal akışkanlığının sürtünmesiz olması ve azalan maliyetli üretim alanlarının bulunmaması gibi bazı koşulların sağlanması gerekmektedir. Bu şekilde işleyen bir piyasa durumu “birinci en iyi” olarak adlandırılmaktadır (Pınar; 2006:9). Klasik/ Liberal ekonomi kuramı, bir başka deyişle ortodoks yaklaşım, “rasyonel” insan varsayımına dayanmaktadır. Klasik görüş açısından kilit kavram pazardır. Rasyonel birey, alıcı yada satıcı olarak pazara girmekte, değişim alıcı ile satıcının özgür, aynı zamanda rasyonel hesap ve iradelerini yansıtan sözleşmeyle gerçekleşmektedir.

Bireyin olabildiğince pazardan fayda elde etmesi, pazarın hiç bir dış baskı ve müdahaleye tabi olmadan kendi kuralları doğrultusunda işlemesi ile mümkündür (Şaylan; 2008: 352). Bu anlamda klasik iktisat yaklaşımda kamu müdahalesinin gerekçesi normatiftir (Barry; 2003: 77).

Klasik iktisat yaklaşımını, 20 inci yüzyılda ortaya çıkan ekonomik gelişmeler ve yeni teoriler ışında sistematize eden neoklasik iktisat, esasında Smith’in “laissez-faire” ve

“görünmez el” ilkelerine dayanmaktadır. Smith’in fikirleri D. Ricardo, T. Malthus ve J. S. Mill tarafından geliştirilmiş ve 19. Yüzyılın son çeyreğinde “marjinal analiz” denilen yaklaşımın benimsenmesiyle klasik terimin yerini, neoklasik’e bırakmıştır. 1930’lu yılara gelindiğinde neoklasik iktisada çok önemli bir eleştiri gelmiştir. “İstihdam, Faiz ve Paranın Genel Teorisi”nin J. M. Keynes tarafından 1936 yılında yayımlanması ve yaygın biçimde kabul görmesiyle, klasik iktisadın ekonominin kendi kendini düzenleme/düzeltme niteliğine sahip

29 olmadığı görüşü kabul görmeye başlamıştır (Galbraith; 1990: 29-30). 1970’lerden sonra ise neoklasik iktisadi düşünceye dayanan yaklaşımlar tekrar önem kazanmıştır.

Günümüzde iktisatta gündemi belirleyen akım, neoklasik iktisattır. Neoklasik iktisat yaklaşımında devletin ekonomideki varlığı ve gerekliliği kabul edilmekte, ancak devlet müdahalesini bir araç olarak kabul edilmemektedir. Devletin ekonomideki temel fonksiyonları;

kaynakları, dağıtımı, gelirin dağılımı ve istikranın sağlanması şeklinde üç temel başlık altında ele alınmaktadır (Musgrave vd.;1989:6). Neoklasik iktisat, “piyasa aksaklıkları” teorisi ile piyasa sisteminin hangi şartlar altında işlemediği ve bu şartların ortaya çıkması durumunda devletin hangi araçlarla piyasaya müdahale edeceği (Kirmanoğlu;2009:101) hususları ortaya koymuştur. Bu teoriye göre piyasa aksaklıkları sonucu, kamunun ekonomiye müdahale alanı doğmaktadır. Bir ekonomide, tekel gibi durumlarda, tam rekabetin oluşmadığı piyasaların söz konusu olduğu, tüketicilerin tam piyasa hakkında tam bilgi sahibi olmadığı ve azalan maliyetin söz konusu olduğu piyasa durumu olarak adlandırılan piyasa başarısızlığı (Musgrave vd.;1989:

42), bilgi yetersizliği ve az sayıda firmanın üretim faaliyetini sürdürüyor olması gibi nedenler yanında, saf kamu malları, dışsallıklar, erdemli mallar ve azalan maliyetlerden dolayı ortaya çıkan doğal tekellerin varlığı durumlarından (Pınar;2006:10) kaynaklanabilmektedir.

Neoklasik düşünce açısından ekonomide kamu müdahalesinin incelenmesinde “Refah İktisadı” kavramsal bir temel sağlamıştır. Neoklasik iktisatçılar refah iktisadının kavramsal çerçevesinde, kaynakların etkin dağılımını, neoklasik iktisadın rekabetçi piyasaların işleyiş modelinin refah iktisadındaki karşılığı olarak “Pareto etkinliği kriteri” şeklinde kavramlaştırılmıştır. “Dışsallıkların” ve “Kamu mallarının varlığı” Pigou’cu okula mensup refah iktisatçılarına devlet müdahalesinin gerekçesini sağlamıştır. Bu, Pareto etkinliği tahsisine daha da yaklaşmak üzere, piyasayı “düzeltmek ve iyileştirmek” gerekçesiyle meşrulaştırılan bir müdahale biçimi (Barry; 2003:77) olarak ele alınmıştır.

Neoklasik teoride devlet, genellikle “organik bir varlık” olarak ele alınmıştır. Devlet, neoklasik fiyat teorisinde en küçük temel tüketici birimi olarak, “birey/aile” ve en küçük üretici birim olan “firma” gibi piyasada faaliyet gösteren üçüncü bir iktisadi aktör olarak analiz edilmiştir. Devlet, tıpkı diğer birimler gibi fayda ve karını maksimize etme noktasında, sosyal refahı maksimize etmeyi amaçlamamaktadır (Yay; 2007b:284). Bu doğrultuda, kaynakları alternatif kullanımlar arasında etkin bir biçimde dağıtan sistem, neoklasik teoriye göre asıl olarak piyasalardır ve bu piyasaya yapısına, piyasa aksaklıkları dışında devletin müdahale etmemesi beklenir. Piyasaların etkin kaynak dağılımını gerçekleştireceği bir görünmez el modelinde, Smith devlete “bekçi devlet” rolü öngörmektedir (Kirmanoğlu;2009:107-108).

30 1970’lerden itibaren stayflasyon’dan kaynaklı ekonomik sorunların derinleşmesi, “piyasa başarısızlığı” kavramı yanında “hükümet başarısızlığı” (Government Failure) kavramını da gündeme getirmiştir. Bu gelişme doğrultusunda 1980’lere gelindiğinde liberal politikaları savunan (Neoliberal) iktisadi yaklaşımlara dayanan ekonomi politikaları kabul görmeye başlamıştır. 1970’lerden sonra Keynesyen iktisadi politikalara tepki olarak gelişen ve Anglo-Sakson ülkelerinde uygulamaya konulan neoliberal ekonomi politikaları ve uygulamaları; “yeni sağ- new right” politikaları olarak da adlandırılmıştır. “Yeni sağ” bir alaşım kavram olarak; bir takım farklı alanlardaki politikalar, öneriler ve siyasal hareketleri içinde barındırmaktadır. Bu açıdan bakıldığında “yeni sağ” hem siyasal olarak geleneksel sağ politik anlayışı yansıtmakta hem de belli bir dönemi işaret etmektedir (Thompson; 1990:1-2). “Yeni sağ” kapsamında monetarist ve anayasal iktisat yaklaşımları da önem kazanmıştır.

1.2.3.2.Müdahaleci Devlet Yaklaşımı: Refah Devleti Uygulaması

İkinci Dünya Savaşından sonra 1970’lere kadar olan, Keynes’in görüşleri iktisadi faaliyetlerin belirlenmesi konusunda hakim paradigma olmuştur. Keynes, büyük bunalımı sürerken yazdığı genel teori adlı eserinde, Adam Smith’le başlayan liberal (Klasik-Neoklasik) iktisat görüşlerinin bazı temel yaklaşımlarına karşıt fikirler geliştirmiştir. Kendisi de yerleşik egemen klasik iktisat ekolünden gelen Keynes’in bu eleştirileri büyük bir yankı uyandırmıştır.

Keynes, klasik kuramda kabul edilen varsayımların geçerliliğini tartışarak gelişmiş kapitalizmde “görünmez elin”in etkinliğini yitirdiğini düşünmekte, krizleri önlemek ve düzenin yeniden üretilmesini sağlamak için tüm ekonomiye dışarıdan müdahale ederek düzenlemek gerektiğini ileri sürmektedir (Şaylan;2008:357). Liberal ekonomik görüşleri benimsemekle birlikte Keynes esas itibarıyla klasik görüşün aksine, piyasaların her zaman etkin işleyemediğini, bu nedenle ekonomide piyasa başarısızlıklarının yaşanabileceği için devlet müdahalesinin gerekli ve çoğu zamanda kaçınılmaz bir durum olduğunu (Büyükcan ve Biçer;2016:354) ileri sürmüştür. Keynesyen iktisat, kamu ekonomisini genel iktisat politikasının bir aracı olarak ele alarak devleti, tek karar alma merkezi olarak kabul etmektedir (Sönmez;1987:265). Bu çerçevede Keynesyen anlayışa dayanan ekonomi politikaları, temelde, maliye politikası araçlarıyla ekonomiye devlet tarafından müdahale edilerek düzenlenmesi ve yönlendirilmesi (Arestis vd.;1997:1) şeklinde tasarlanmıştır.

Keynesyen yaklaşımın temel görüşü, toplam talep–toplam arz dengesinin piyasaların kendi haline bırakılması halinde sağlanamayacağı, bu nedenle piyasanın ekonomi politikaları ile devlet tarafında yönlendirilmesi gerektiğidir. Keynes, kapitalist bir ekonomide efektif taleple arzın eşit olma eğiliminde olduğunu iddia eden Say Kanununu reddetmiştir. Keynes, yerleşik iktisadın temel varsayımlarının aksine, , toplam talebin sistemli olarak toplam arzın

31 gerisinde kaldığını, kapitalist ekonomilerde ortaya koymuş (Keynes; 2008:315) ve arz ve talep arasındaki söz konusu dengesizlik nedeniyle piyasanın dengeyi sağlayamadığı ve bundan dolayı kitlesel işsizliğe neden olduğunu ileri sürmüştür. Keynes, tam istihdam için gerekli olan tüketim eğilimi seviyesini düzenleyebilmek için devletin vergi politikası ve faiz oranlarının belirlenmesi yollarıyla müdahale etme noktasında geldiği sonucuna varmış ve kamu yatırımlarının tam istihdama ulaşmada tek yol olarak (Keynes; 2008:319) görmüştür. Kısaca Keynes, tam istihdamın yaklaşık olarak garanti edilmesinin tek yolunun, yatırımların yeterli oranda toplumsallaştırılmasına bağlı olduğunu (Rosanvallon; 2004: 45) kabul ederek kapitalist ekonomilerin sistemsel toplam talep eksikliği ile tanımlanabileceğini ileri sürmektedi. Keynes, bu yaklaşımı ile hükümetlerin ekonomiye düzenli bir şekilde müdahale etmesinin (Lapavitsas;

2008: 62-63) teorik ve meşru temellerini oluşturmuştur.

Kuramsal olarak Keynes’in meşruiyet kazandırdığı devletin iktisadi müdahaleleri sonucu; özellikle kapitalizmin aşırılıkları sınırlandırılmış, işsizlik kabul edilebilir seviyelere çekilmiş ve sosyal haklar yaygınlaşmıştır. Kapitalist ekonomilerde devlet, 1945-1970 arası dönemde, Keynesyen bir tarzda ekonomiyle güçlü bir ilişkiye girmiştir. Devletin ekonomideki bu güçlü etkinliği ile gelir dağılımının iyileştirilmesine dönük sosyal politikaların uygulamaya konması sayesinde refah devleti dediğimiz bir sistem ortaya çıkmıştır (Büyükcan ve Biçer;2016:354). Bu dönemde refah devleti politikalarını benimseyen modern devlet, ekonomik faaliyetlerini dönüştürmek, etkilemek, piyasaları yönlendirmek ve kontrol etmek için önemli mekanizmalar oluşturmuştur (Pierson;2000:157).

Esasında, refah devleti uygulamaları, 20 inci yüzyılın ilk yarısından çok önce, 18 inci yüzyıldan itibaren demokratik ve eşitlikçi hareketin etkisi altında uygulamaya konulan politikalar ile başlamıştır. 18 inci yüzyılda başlayan eşitlikçi hareketin etkisi ile İngiltere ve Fransa gibi ülkelerde yoksullara yönelik ekonomik düzenlemeler yanında, anayasal ekonomik ve sosyal haklar düşüncesi de gelişmiştir (Rosanvallon; 2004:22). Fransa’da, bugünkü anlamıyla, “refah devleti” deyimi ilk kez 1860’larda kullanılırken İngilizce “refah devleti”

deyimi ise 1940’lı yıllarda ortaya atılmıştır. Sosyal yardım sisteminin hukuksal ve kurumsal olarak ilk kez düzenlendiği ülke İngilteredir. 18 inci yüzyılda başlayan bir dizi yoksulluk yasaları sosyal yardımı düzenlemiştir (Rosanvallon; 2004: 119-120). Bu klasik koruyucu devletin derinleştirilmiş ve genişletilmiş hali olan 20 inci yüzyılın refah devleti, “klasik”

koruyucu devletin derinleştirilmiş ve genişletilmiş hali olarak modern devletin özel bir siyasal biçimi olarak gelişim göstermiştir (Rosanvallon; 2004:21). Bu anlamıyla piyasalar üzerinde bir toplumsal denetim kurmayı amaçlayan modern girişim (Mac Ewan;2008:285) olarak

32 değerlendirilen refah devleti uygulamasının, devletin anlamı ve nitelikleri açısından değil, siyasetin nitelikleri işlevinin değişmesi açısından önemli bir etkisi olmuştur.

Genellikle gelirin yeniden dağıtım fonksiyonu olarak değerlendirilen refah devleti rejimleri ve/ veya modelleri ülkelere göre farklılıklar göstermektedir. Dolayısıyla, refah devletinin anlamı değişebilmekte, devlete verilen rol ve bu rolün kapsamı farklılaşmaktadır.

Sosyal mal ve hizmetlerin üretim ve sunumu devlet tarafından yapılabileceği gibi devlet ve özel kesim birlikte piyasada çözülmektedir (Sönmez; 2011a: 328). Refah devleti politikalarının uygulandığı 1945-1970 arasındaki 25 yıllık dönem, ekonomi tarihinin daha önceki dönemlerinden gerek nitelik gerekse uygulamalar açısından temel bir biçimde farklılaşmıştır.

Bu dönemde, Batı dünyasında daha önce hiç yaşanmamış olan uzunca bir refah dönemi içine gelişmiş kapitalist ülkelerin ekonomileri hızla büyümüştür. Gelişmiş kapitalist ülkelerin ekonomilerinde yaşanan bu büyüme, pek çok ülkede, hemen hemen tam istihdam ile birlikte gerçekleşmiştir (Büyükcan ve Biçer;2016:354). 1870-1913 arasında gelişmiş kapitalist ülkeler olan İngiltere, Fransa, Almanya, Hollanda ve Japonya ve gibi ülkelerde GSYH’ da görülen artışlar, ortalama olarak yüzde 2.2 düzeyinde gerçekleşmiştir. Aynı ülkelerde 1914-1950 arası dönemde GSYH’ da yüzde 1.7 ve 1951-1973 arasında ise yüzde 5.6 oranında artışlar (Berger;2000:128) kaydedilmiştir. GSYH görülen bu artışlar, sosyal harcamalarda da büyük artışlara yol açmıştır. Avrupa devletleri arasında 1900’lerde sosyal harcamalara GSMH’nin yüzde 3’nü ayıran devlet hemen hemen bulunmazken, 1940’lı yıllara gelindiğinde hemen hemen tüm Avrupa devletlerinde GSMH’nın yüzde 5’i oranında sosyal harcama düzeylerine ulaşmıştır. Bu gelişme refah develeti uygulamalarının yoğunlaştığı 1950’lerde de devam ederek GSMH’nın yüzde 10-20 düzeylerine ulaşmıştır. Bu gelişme düzeyi refah devleti uygulamaları konusunda isteksiz olan ABD’de yaşanmıştır. Örneğin ABD’de toplam sosyal harcama 1890’da GSMH’nın yüzde 2.4 düzeyinde iken 1981’de yüzde 20.2 düzeyine yükselmiştir (Pierson;2000:93-94).

1.2.4. Refah Devleti Sonrası Dönemde Kamu Müdahalesi Anlayışı

Outline

Benzer Belgeler