• Sonuç bulunamadı

Ek E: MASAL METİNLERİ 1. CÜCAN İLE DEV (4. SAYI)

Derleyen: Nizameddin KAKŞA Bir varmış bir yokmuş. Allah’ın kulu pek çokmuş. Vakti zamanında bir karı ile koca varmış; bunların hiç çocukları olmazmış. Yalnızlık bunların canına tak demiş, Tanrı’dan bir evlat dilemişler, vakit saat tamam olunca kadın hamile kalmış, kocası çift sürmeye gittiği bir gün sancısı tutmuş. Doğura doğura ne doğursun, bir kalbur dolusu çocuk doğurmuş! Bunları görünce kadının aklı başından gitmiş. Aman ben bunları ne yapayım, demiş; hepsini odada yanan sobaya atmış; vakta ki öğle olup kocasının yemek vakti gelmiş, tarlaya nasıl gideceğini düşünmeye başlamış. O zaman “Ah diye içini geçirmiş ve şimdi hiç olmazsa çocuklardan biri olsaydı, babasına yemeğini götürürdü. ” demiş. Masal bu ya, her nasılsa sobaya atılan çocuklardan biri soba tahtasının altına sıçramış, oradan etrafı gözler dururmuş; annesinin bu sözünü işitince:

―Anne ben buradayım, babama yemeği götürürüm demiş.

Kadın hemen sesin geldiği yere gitmiş ve oradan çocuğu çıkarmış temizlemiş, giydirmiş ve çocuğa Cücan adını vermiş. Babasının eşeğini hazırlamış; yemeğini yufkasını sarmış; babasının çalıştığı tarlayı tarif etmiş. Cücan’ı yola çıkarmış. Cücan da tarlanın yolunu tutmuş. Az gitmiş, uz gitmiş, dere tepe düz gitmiş, yolu bir ormana düşmüş. Bir de bakmış ki karşısından üç kişi kendisine doğru geliyor. Cücan aman beni görmesinler demiş, hemen eşeğin semerinin arasına gizlenmiş.

Yolcular birbirlerine başıboş gelen bu eşeği göstermişler ve üzerindeki çıkını görmüşler, çıkını yoklamışlar. İçlerinden biri: “Karnımız da acıkmıştı. ” Demiş, tam yufkaya el uzatacağı zaman semerin arkasından bir ses gelmiş.

―Ona dokunmayın ben onu babama götüreceğim demiş. Yolcular, bu sesten ürkmüşler, bu eşek tekinsiz diye kaçmışlar.

Cücan yoluna revan olmuş, bir müddet daha gittikten sonra yine karşıdan iki kişinin geldiğini görmüş, bu sefer de eşeğin kulağına girip saklanmış. Yolcular: “Başı boş bir eşek geliyor, üzerinde de yemek çıkını var, karnımız da pek acıktı, mis gibi yufka kokuyor!” Biri hemen eşeği durdurmuş, biri de çıkına el uzatmış. O sırada Cücan yine : “Dokunmayın ona onu babama götüreceğim. ” Demiş, adamlar etrafa bakınmışlar, kimseyi göremeyince korkmuşlar, onlar da tekin değil diye kaçmışlar. Cücan da böylece babasının çalıştığı tarlaya vasıl olmuş.

Babası eşeğinin geldiğini görünce hayret etmiş, geride kimse var mı diye öküzlerini bırakmış, yolu gözlemiş. Cücan: “Baba sana yemeği getirdim. ” demiş. Adamcağız hayret içinde kalmış. Cücan ortaya çıkıp doğduğu andan itibaren başından geçenleri anlatmış. Adamcağız yemeğini yemiş.

O sırada Cücan, babasına “Ben çift süreceğim. ” demiş. Babası buna mani olmak istemiş fakat Cücan dinlememiş, öküzleri önüne katmış; çift sürmeye başlamış, orası burası derken epeyce bir yer sürmüş, tarlanın bayır yerine geldiğinde, öküzün abdesi gelmiş, defi hacet ederken tezek Cücan’ın üstüne düşmüş, Cücan, üzerine bir dağ devrildiğini sanmış. Tezeğin altında kalmış. Başı boş kalan öküzler de tarlanın dışına çıkmışlar. Bunu gören babası “Cücan , Cücan , Cücan !” diye seslenmiş, etrafta oğlunu aramaya başlamış. Bir de ne görsün, yerdeki tezekler hareket etmiyor mu? Hemen o tarafa gitmiş, Cücan’ı kurtarmış. “Ben sana demedim mi kendinden büyük işlere kalkma!” demiş. Cücan’ı derede yıkamış, temizlemiş, güneşte kurutmuş, akşam olunca evlerine dönmüşler.

Başından geçeni kadın kocasına adam da karısına anlatmış.

Gel zaman, git zaman gün geçtikçe Cücan da o köyde nam salmaya başlamış. Kimseler bunu çekemez olmuş. Herkes Cücan’a diş bilmeye başlamış. “Ne yapsak, nasıl etsek de bunun vücudunu ortadan kaldırsak?” diye çare aramaya başlamışlar. Türlü desiselere başvurmuşlar, en akıllılarından bazıları bir kurnazlıkla: “Bunu Devdağı’na gönderelim, kimsenin çıkamadığı bu dağa gönderirsek bir daha dönemez. ” demiş. Bunun üzerine Cücan’ı çağırmışlar ve Devdağı’ndaki kulübede gayet kıymetli bir halı olduğunu ve eğer bu halıyı getirecek olursa, istediği kadar para vereceklerini söylemişler. Cücan ancak bir saniye düşünmüş ve hemen bu teklifi kabul etmiş. Gidip babasına meseleyi anlatmış, babası: “Gitme!” demişse de dinletememiş. Hemen pazara gitmiş, 5-10 deste toplu iğne almış, Devdağı’nın yolunu tutmuş.

Az gitmiş, uz gitmiş, dere tepe düz gitmiş, gece gitmiş, gündüz gitmiş, ip gibi dümdüz gitmiş, gide gide bir arpa boyu yol gitmiş. Nihayet devin bulunduğu yere gelmiş, bakmış ki, kulubede kimse yok, içeriye girmiş, beraberinde getirdiği iğneleri yerde serili bulunan halının tersinden batırıp uçlarını yüz tarafından çıkarmış, kendi de bir köşeye gizlenip, devin gelmesini gözlemeye başlamış. Gün kararmaya başlayınca, devin homurtuları işitilmiş. Kapı açılıp dev içeriye adımını atmış. O yürümeye başlayınca iğneler ayağına batmış. Canı yanınca acı ile yere, halının üzerine yuvarlanmış. Bu sefer de iğneler vücuduna batmış, dev iyiden iyiye rahatsız olmaya başlamış. “Bu halıda da ne çok pire var” demiş. Havalansın diye kapının önüne çıkarmış. Horul horul uyumaya başlamış. Devin uyumakta olduğunu gören Cücan gizlendiği yerden çıkmış, yavaşça halıyı dürmüş, içine girdikten sonra dağdan aşağıya yuvarlanmış. Böylece zahmetsiz, külfetsiz, yuvarlana yuvarlana köyde soluğu almış.

Cücan’ın avdetinden memnun olmayanlar, çarnaçar vâdettikleri mükafatı vermişler. Fakat bununla da kalmamışlar. Cücan’ı ortadan kaldırmak için başka çareler aramaya başlamışlar. Demişler ki:”Haydi bakalım. Halıyı getirmek bir iş değildir; asıl iş devin kuş gibi uçan atını getirebilmektir. ”

Cücan düşünmüş, kaşını gözünü oynatmış, ölçmüş, biçmiş. Sonunda bunu kabul etmiş. Hemen yola düşmüş. Devin kulübesine yaklaşmış. Kulübenin karşısındaki ahıra gitmiş. Eline de sivri uçlu bir değnek alarak bir kovuğa saklanmış.

Devin gelmesini beklemeye başlamış. Akşam olup dev geldiğinde, atını ahıra kapamış, çekilip kulübesine gitmiş. Cücan biraz sonra elindeki değnekle atı dürtmeğe, at da kişnemeye başlamış. Bunu duyan dev, kalkmış “Bu akşam da hava amma sıcak hayvan bile rahat edemiyor. ” demiş, atı ahırdan dışarı çıkarmış. Çayıra salmış.

Dev kulübesine girip, horuldaya horuldaya uyumaya başlamış. Cücan bunu fırsat bilmiş. Atın üzerine sıçradığı gibi dolu dizgin köyün yolunu tutmuş. Bir gürültüyle uyanan dev atın yerinde yeller estiğini görmüş. Cücan’la atın arkasından bakakalmış. Dişlerini gıcırdatarak

“Bir elime geçirsem seni Kovukkaya’da akbabalara yem yapmak boynumun borcu olsun!” demiş.

Bu sefer de bahsi kazanan Cücan, bir kat daha nam kazanmış. Bunu çekemeyenler, türlü desiselere başvurmuşlar. Nihayet biri: “Cücan kendine güveniyorsa, devi buraya getirsin de görelim; o zaman onun kabadayılığını ve halı ile tayın hakikaten deve ait olduğunu anlarız” demiş. Cücan başını kaşımış, düşünmüş “Bunu da yapacağım, devi size getireceğim. ” Demiş.

Bir testere bir keser bir miktar da çivi tedarik etmiş. Devin dağda avlandığı ormana gitmiş, kalın ağaç dalları kesmiş, bunları bir sandık şeklinde birbirine çivilemeye başlamış. Tak tuk diye keser sesleri ormanı kaplamış, bu sesleri işiten dev, sesin geldiği tarafa doğru gitmiş. Cücan hiç aldırmamış, işiyle meşgul görünmüş. Dev homurdanarak: “Orda ne yapıyorsun?” demiş. Cücan “Sorma Dev amca, şu dağın yamacındaki köyde bir Cücan vardı, öldü ona tabut yapıyorum. ” demiş. O zaman dev dişlerini gıcırdatmış “O benim elime bir geçmeliydi ki bak ölmek nasıl olurmuş, ben ona göstereydim! Dur öyleyse ben de sana yardım edeyim. ” demiş. En iri ağaçlardan kütükler getirmiş. Cücan da bunlardan devin sığabileceği büyüklükte sağlam bir sandık yapmış. Deve: “Acaba sandıkta bir aralık kalmış mı, içine gir de bana ışık gelen yerleri söyle. ” Demiş. Dev, sandığa girmiş. Cücan “Nerede aralık var?” diye sormuş. Dev ışık gelen yerleri söylemiş. Cücan bir çivi oraya çakarsa bi çivi de kapağa çakmaya başlamış. Böylece sandığı sımsıkı çivilemiş. Dev : “Artık her yer tamam, nefes deliği bile kalmadı, artık kapağı aç da çıkayım. ” demiş. Cücan sağ elinin işaret parmağı ile gözünün pınarını aşağı çekerek, “Pışş, Açmam işte, o Cücan benim. ” demiş. Sandığı tangır mangır dağdan aşağı yuvarlamış. Böylece soluğu köyün ortasında almış. Cücan da bu suretle dillere destan olmuş.

Onlar ermiş muradına, biz çıkalım kerevetine derken, sabah olur erken, ben masalımı bitirirken, gökten üç elma düştü, biri bana, biri masalı söyleyene, biri de söyleyenin ismine, kabukları da dinleyenlere.

2. TINTIN EDEN KABACIK (5. SAYI)

Yazar: Celâleddin KİŞMİR Evvel zaman içinde kalbur saman içinde bir elenmiş iki elenmiş, bakmışlar üçüncüde dibi delinmiş. Kim deldi, kim deldi, nerede bizim Hacı Veli, hem aklı yok hem deli. Ne han yapılmış, ne hamam; ha babam, de babam; vallahi de yalan billahi de yalan; fili yuttu bir yılan, bu da mı yalan. Demek öyle ha sabah değil öğle ha, iki dinle bir söyle ha Kulaksızın Memiş, sen demiş, ben demiş, arkasını diyememiş, ama sekiz çuval böcek yavrusu, otuz çuval tahta kurusu yemiş, kalkmış yine de var mı getirin demiş! Var varanın sür gezenin; tatlı yiyelim, tatlı konuşalım. Ben de düzdüm bunu, ipe serdim unu, kız ne yapacaksın ak fistanlı donu; gel gidelim masal dinlemeye. Masalcı ağabey açtı ağzını yumdu gözünü, bakalım ne söyledi.

Dedenin dedesinin dedesinin, dedesinin dedesinin günlerini hatırlarsın elbet. Nasıl hatırlamazsın canım. Sen o zamanlar şimdiki gibi ufacık tefecik değildin ki bilmeyesin. Pala bıyıklı, filiz gibi bir delikanlı idin. Pireler dev, farelerin aslan avladıkları günlerde sen de bir der sayar, iki der sıçar, üç der yatar kalkar idin. Olanlar sana sonradan oldu, bugün küçülüverdin gitti. Halbuki sendin (dedemin beşiğini tıngır mıngır sallardım) diyen. Bana bakma ben o zamanlar kundaktaki Hava anamızla kucaktaki Adem babamızın kavgalarını seyrediyordum.

İşte o günlerde fakir mi fakir, talihsiz mi talihsiz bir adamcağız vardı, yo…Ne çabuk unuttun böyle? Neyse ben anlatayım da sen hatırlamaya çalış yine. Ama lafımın arasına hiç girme olmaz mı?

Para parayı çeker, kısmet gelir kısmet üstüne, lâkin dert de gelir arka arkaya, talihsizlik fakirlik yetişmiyormuş gibi adamcağızın karısı da bir gün sizlere ömür oluverdi. Allah makamını cennet etsin, bilemeyiz neden gittiğini. Göğsüne dert geldi dediler. Öksürdü, öksürmedi derken öksüremez söyleyemez oldu. Gidiş o gidiş! İki kızı hâlâ analarının yollarını beklerler, gelecek diye. Giden gelir mi hiç? Gelecek olsaydı benim altın saçlı ninemle tatlı dilli dedem gelirdi. Talihsiz baba ne yapsın?

―Bari yeni bir kadın alayım da çocuklarıma baksın dedi. Dedi, dediğine pişman oldu. Çünkü yeni gelen kadın bir acayip kadındı. Güzeldi, gençti, gözü sürmeli idi, fakat eli maşalıydı. Üstelik yüreği de taştan sertti, demirden kavi idi. Bir kere üvey kızlarına kafayı takmıştı. Bir gün kocasına :

― Ya bu kızların gider bu evden ya da ben onların hesabını görürüm, dedi. Her gün dayak, her gün söv, say, can mı dayanır buna? Babaları baktı olacak gibi değil, iki gözü iki çeşme, kalbine taş basa, bir sabah kalktı gitti yol vermez kuş uçmaz dağlara.

―Siz dedi, kızlarım şu torbaya armut toplayın, ben de şuracıkta odun keseyim.

Kuşluk olur, öğle olur, ikindi akşam olur; torba hâlâ dolmaz. Neden dolmaz diye bakarlar ki torbanın ağzı var, ortası var, ortası var dibi yok. Yok olan yalnız torbanın dibi mi ya. Baba da yok ortalarda, uzakta tın tın eden sesten başka.

TIN TIN EDEN KABACIK BİZİ ALDATAN BU NECİK

Deyip kızlar sese doğru yaklaştıklarında bir de ne görsünler; babaları kaçıp gittiğini belli etmemek için ağaca bir kabak asmış. Meğer o imiş, babalarının balta sesi zannettikleri ve tın tın eden sabahtan beri. Yok yok iz yok. Üstelik göz gözü görmez. Kızlar bir başlarına kala kaldılar. Hem korktular dağ başlarında hem de .

TIN TIN EDEN KABACIK BİZİ ALDATAN BABACIK

Çeşme kurur, deniz suyunu çeker, fakat akan gözyaşları bitmez, tükenmez bir türlü…Garip iki kız kardeş ağlaya ağlaya gözlerini bir hal ittiler de yine de gözyaşlarını bitiremediler. Nihayet sabaha doğru karşı dağdan bir duman tüttü; arkasından bir horoz sesi geldi. Büyük kız:

―Duman tüten yere mi horoz öten yere mi gidelim, dedi? Küçük kız:

―Duman tüten yere gitsek duman gözümüze gidecek, horoz öten yere gitsek horoz gözümüzü delecek. Ben bilemedim, nereye gideceğimizi, dedi. Ablası.

―Ateş olmayan yerden duman çıkmaz ateşin bulunduğu yerde yemek de pişiyordur hiç olmazsa karnımıza sıcak bir iki lokma girer, dedi.

Gide gide gittiler, duman tüten yere. Onları kazma dişli, kepçe tırnaklı bir koca karı karşıladı:

―Burası dev babanın evidir. Bir giren evden bir daha çıkamaz. Yenilip yutulmadan gidin, gideceğiniz yere. Cadı anası çocuklar giderken acıdı, bir tarak bir çakıl taşı bir de elma yarısı verdi.

―Hadi, dedi, tarağı sürtünce ormana yürürsünüz; çakılı atınca denize girersiniz; sakın elmayı yemeyin sonra zehirlenirsiniz.

Önünüze şırıl şırıl akan bir su gelecek. Sakın içmeyesiniz. Ondan içerseniz derhal bir geyik olur, dağlara ormanlara düşersiniz. Benden size bu kadar!

Yolda kurdu kuşu ayısı tilkisi arkalarına düştü. Yedi cüceler, dev analar, onları kıtır kıtır yemek istediler. Hiçbirine papuç bırakmadılar. Kâh tarağı saçlarına sürüp ormanda kayboldular, kâh çakıl taşını atıp karada yürür gibi denizde yürüdüler. Yarım elmanın yarısını yedi başlı ejderhaya, bir yarımını kırk ayaklı cadı karısına verip zehirlediler. Hani düşman yapmaz derler, dostun yaptığını. İşte o hesap bunca belalardan sonra şöyle bir nefes alalım dediler; kuruyan dudaklarımızı, yanan yüreklerimizi ıslatalım dediler, büyük kız gürül gürül şırıl şırıl akan bir sudan eğilip de dudaklarını değdirince hemen oracıkta küçüklü, büyüklü boynuzlu bir alageyik oluverdi. Bu sefer acısını gözyaşlarını saklayıp küçük kardeşine.

― Üzülme kardeşim, boynuzlarımla sana yiyecek getiririm, hiç korkma dedi. Korkma demekle korkulmaz mı? Bacak kadar kız şimdi ıssız yerlerde ne yapacak? O da kurtuluşu bir yüksekçe ağaca çıkmakta buldu.

Eh! Bir kapıyı örten Allah bir kapıyı açarmış. Bir gün küçük kızın çıktığı ağaç altına yedi iklime hükmeden Padişah oğlu çıka geldi. Su içmek için eğildiği zaman suda kızın aydan beyaz, huriden güzel yüzünün aksini gördü. Kanı kaynadı delikanlının yüreği tık tık vurmaya başladı:

Güzel kız; ne arasın ağacın tepesinde? Ne ararsan ara, ama benim sarayımda ara. Gel in de seni oraya götüreyim, dedi. Kız:

― Ne buradan inerim, ne de sarayına giderim, dedi.

Padişah oğlu ne kadar çalıştıysa kızı ağaçtan indiremedi. Bir taraftan da yüreğindeki ateş alevlendikçe alevlendi! ―Şayet, dedi ben bu kızla evlenemezsem ölürüm!

Bin türlü büyü yaptırdı, efsun yaptırdı. Hiçbirisi derdine deva gönlüne şifa olmadı.

Padişah oğlundaki bu gizli derdi, bir kocakarı bildi yalnız. Bir elek aldı, bir parça un, bir de ekmek sacı aldı, kızın bulunduğu yere gitti. Eleği ters tuttu unu eleyemedi; sacı ateşe ters koydu ekmeği pişiremedi. Ağacın tepesinden seyreden kız dayanamadı, seslendi.

Nene öyle olmaz; eleğin içi dışa gelsin, sacın kamburu üste çıksın, dedi. İhtiyar: ―Ne yapayım kızım, gözüm görmez, elim tutmaz, gel sen pişiriver dedi.

Kız kocakarının yardımına koşmak için ağaçtan aşağı indi, iner inmez de yakayı ele verdi. Tuttukları gibi Padişah oğlunun sarayına götürdüler. Bir gün, beş gün, bir ay iki ay, olmadı bir sene, beş sene derken kızın da gönlü delikanlıya oynadı evlendiler.

Bir küfe yumurtada iyi yumurta var, çürük yumurta var. Dünyada da öyle. İyilerin yanında kötüler de geçinip giderler. Tıpkı yaşların yanında kuruların yandığı gibi. Birbirinin kapısını çalanlar, birbirinin kuyusunu kazanlar; hep bu yeryüzündedir. İyi huylu padişah oğlunun da komşusu kötü bir kadın vardı. Karı kocanın arasına kara kedi gibi girmek istedi. Bir gün kızı kandırıp hamama götürdü. Soydu, çırılçıplak etti. Kan bürümüş gözlerini döndüre döndüre:

― Seni öldüreceğim, dedi. Kız.

―Bari duamı edeyim de öyle öldür, dedi.

Kız ellerini açıp da duaya başlatınca kuyruklu kanatlı bir kuş oluverdi. Kötü huylu komşu kadın güzel kızın elbiselerini giydi. Yüzünü göstermeden saraya girdi.

Kuş olan kız, o günden sonra her gün padişah oğlunun bahçesine gelmeye başladı:

Bir gün padişah oğlu kuşun tutulup kesilmesini istedi. Saçı gür yüzü nur içinde iyi kalpli bir ihtiyar kuşu kesti. Kuşun kanının damladığı yerde kocaman bir diken çıktı; kötü huylu komşu kadının ayağına batar oldu.

Saçı gür, yüzü nur içinde iyi kalpli ihtiyar bir gün kızın çıktığı ağacı da kesti; odun yaptı, evine götürdü. Odunlar ocakta yanarken kırmızı alevler arasından bir güzel kız çıktı. İhtiyar pek sevindi. Böyle güzel, böyle iyi yürekli kız bulduğu için Allah’ına dua etti. Kızın merakla hayatını dinledi. İhtiyar bir gün gizlice padişah oğlunu çağırdı. Padişah oğlu gelince karısının karşısında bulunduğunu anladı. Doğru evine gitti. Kötü huylu komşu kadına:

― Kırk katır mı istersin kırk satır mı dedi. Kötü huylu komşu kadın: ―Kırk satırı ne yapayım? Kırk katıra binerim de gezmelere giderim dedi.

Kırk katırın kuyruğuna bağladıklarıyla haddiii dağlara taşlara sürdüler. O günden beri o kötü huylu komşu kadın, o kırk katırın kuyruğunda sürünüp duruyor.

Bu ölümlü dünyada, iyilikle kötülük ne yerde kalır ne gökte. İyilik eden de kendisine yapar, kötülük yapan da kendisine…

TIN TIN EDEN KABACIK BİZİ ALDATAN BABACIK

Diye ormanlarda bayırlarda babasını kardeşini araya dolaşa ömrünü doldurmuş. Bin bir acı çekmiş, sonunda da anasının yanına göçmüş.

3. KÖS KÖSE (9. SAYI)

Yazan: İhsan HAMAMİOĞLU Vaktiyle bir padişahın üç oğlu ile üç de kızı varmış. Padişah bir gün hastalanır, evlatlarını yanına çağırır, birçok nasihatler yaptıktan sonra “Ben öldüğüm zaman kimler mezarımı ziyarete gelirse, kızlarımı sıra ile onlara verin” der, birkaç gün sonra ölür.

Üç kardeş bir gün otururlarken küçük kardeş babasının vasiyetini büyük kardeşlerine söyler. Ertesi sabah mezarlığa giderler, mezarın başında bir devin zikrettiğini görüler. Düşünürler: “Biz kardeşimizi bu deve veremeyeceğiz” derler. Küçük itiraz eder. Büyük kız kardeşini bu deve verirler. Dev, kızı alır gider. Kardeşleri de eve dönerler; gece gündüz avla vakit geçirirler. Sabahleyin yine mezarlığa giderler. Bu sefer mezarın başında bir arslan görürler; yine küçüğün itiraziyle ortanca kız kardeşlerini de verirler. Arslan kızı alır, gider. Ve dası sabah yine gelirler, mezarın başında bir tavus kuşu bulurlar. Küçük kardeşin ısrarı üzerine küçük kız kardeşlerini de buna verirler.

Üç kardeş bu arada sık sık ava giderler; gezerler, böylelikle vakit geçirirler. Bir gün avda gecikirler. Karanlık basar, dağda kalırlar. Küçük kardeş,”Ben okumu atacağım, nereye düşerse orada misafir kalacağız. ” der, mağaraya girerler ki içi kendi saraylarından daha yüksek ve daha güzel. Hemen avlarını pişirirler, yerler, içerler; büyükle ortanca kardeş yatarlar. Küçük düşünür kendi kendine. Buranın elbet bir sahibi vardır. “Biz buraya girdik o da şimdi gelir”der. Kılıcı yanına alır, Kur’an okumaya başlar; bir bakar ki dört başlı bir dev geliyor. Orada kendisine bir yeri siper alır, kılıcıyla devi parçalar. Bir kenara çeker ve üstünü örter. Yalnız devin kulaklarını keser, saklar. Kendi de bundan sonra uyuklar. Sabahleyin kalkıp giderler…O gece yine geç kalırlar. Küçük kardeş oku atar, ok yine bir mağraya düşer. Bakar ki bu mağara öbürkinden daha büyük ve güzel! Yine yemeklerini yerler, yatarlar. Küçük kardeş yine bekler, kılıcını yanına koyar, Kur’an okumaya başlar. Biraz sonra bir patırtı duyar. Kılıcını alır, bakar ki beş başlı bir dev geliyor. Hemen