• Sonuç bulunamadı

Teknolojik Belirlenimciliğin Güncel Uğrakları Üzerine Bir Tartışma

A Moment On Technological Determinism: Computopia

3. Teknolojik Belirlenimciliğin Güncel Uğrakları Üzerine Bir Tartışma

Kumar (2004: 53-54), enformasyon toplumu yaklaşımı, post-fordizm ve post-modernizm gibi yaklaşımların, pek çok noktada birbirleriyle örtüştüklerini belirtmiştir. Enformasyon toplumu yaklaşımları, teknolojik dönüşüme olumlu roller atfeden ve enformasyonun etkin bir biçimde kullanılmasını insan faaliyetlerini kökten değiştiren bir güç olarak gören yaklaşımları içermektedir. Post-fordist yaklaşımlar ise üretim ilişkilerinin dönüşümüne odaklanmışlardır, teknolojiye tümüyle olumlu roller vermeseler de, onun olumlu kullanımına dikkat çekmektedirler.

Son teknolojik devrimle beraber sanayi toplumundan farklı olarak “enformasyon toplumu”, “ağ toplumu”, “bilgi toplumu” veya “bilgi ve iletişim toplumu”da yaşadığımıza yönelik iddialar enformasyon teknolojileri ve küreselleşme gibi bağlamlarda ortaya atılmıştır. Kumar (2004: 19-29) enformasyon toplumu teorilerini teknetronik toplum adıyla ilk olarak Zbignieuw Brzeznski tarafından ortaya atıldığını belirtmiştir. Kumar’a göre, bu ve benzeri iddialar önde gelen bilgi toplumu teorisyeni Daniel Bell tarafından enformasyon toplumu yaklaşımı içinde popülerleşmiştir. Bell’e ait olan genel perspektif de yeni Schumpeterci/üçüncü dalga teorilerinden çok farklı olmayan üçüncü sanayi devrimi kavramsallaştırmasına yaslanmaktadır.

Bu yaklaşımlar, 1960’lı yıllardan beri akademik ve kültürel alanı güçlü bir biçimde etkilemeye devam etmektedir. Törenli (2004: 27, 43), esasında farklı nirengi noktaları yakalamış olan ve kapitalist toplumun, esas olarak enformasyonun kullanılmasıyla, yeni özellikler kazanarak dönüştüğünü teknolojik belirlenimciliğe kadar vardıran yaklaşımların ikiye ayrılabileceğini belirtmektedir: Yeni bir ekonomik sektör olarak enformasyon toplumu yaklaşımı ve teknolojinin toplumu dönüştürmesi olarak enformasyon toplumu yaklaşımı. Birinci yaklaşım, enformasyon toplumunun varlığını ispat etmekten daha çok, mevcut ekonomi içinde enformasyon sektörünün etkili ve giderek güçlenen varlığını somut olarak ortaya koymaya odaklanmış Fritz Machlup ve Marc Uri Porat gibi bilim insanları tarafından temsil edilmektedir. Bilgi tabanlı hizmetler sektörünün genel ekonomi içindeki önemine odaklanan bu araştırmacılar, kapitalist sistemin dönüşümüne değil, mevcut sistem içinde enformasyon tabanlı sektöre dikkat çekme amacındadırlar. İkinci yaklaşım çerçevesinde ele alınan düşünürler ise, Marshall McLuhan, Yoneji Masuda, Daniel Bell ve Alvin Toffler gibi, “maddi ürünlerin üretimine dayalı toplumsal yapıdan (sanayi toplumu), enformasyonu merkeze alan bir diğerine (enformasyon toplumu) geçilmekte olduğu”nu ileri süren düşünürlerdir (Törenli, 2004: 27). Her ne kadar McLuhan, dönemi itibariyle enformasyon toplumu gibi bir kavramsallaştırmaya başvuramamış olsa da (çalışmalarını esas olarak 1951 ve 1968 yılları arasında yapmıştır), kendisini önceleyen bilim insanı Harold A. Innis’ten devralıp dönüştürerek geliştirdiği “iletişim araçlarının teknolojik yönü” vurgusuyla, teknolojik belirlenimcilik tartışmalarında öncü bir yerde durmaktadır. McLuhan, çok daha erken bir dönemde iletişim araçlarının içerik yönüne değil de, teknolojik yönüne odaklanılması gerektiğini vurgulayarak, teknolojinin karakteristik özelliklerinin insanlığın neleri yapıp neleri yapamayacağına yönelik çerçeveyi belirlediğini vurgulamıştır (Stevenson, 2008: 195-216). Ünü kendisiyle beraber giden “Araç iletidir” sözü ve modern dünyada iletişim araçlarının belirlediği insan etkinliğine dair ortaya koydukları enformasyon toplumu kuramlarını önceleyen teorik bir düzey olarak görülebilir. Sözü edilen bu dönüşümün, şüphesiz, toplumsal bağlamda somut karşılıkları vardır. Başaran

(2010: 49-55), piyasa merkezli iletişim yaklaşımı adını verdiği ve genel anlamda kapitalizmin gelişimine odaklanan yaklaşımları özetlerken, yukarda kısaca değinilen bilim insanlarının ortaya koyduğu toplumsal gelişim ve teknoloji (iletişim teknolojileri) kavrayışlarının merkezi konumda olduğuna işaret etmektedir. Bu yaklaşımları, en kısa haliyle, “teknolojiyi dünyanın tüm gerçek sorunlarını çözecek bir çare olarak mistikleştirme temeline dayanan idealist bir çözümleme” olarak nitelemiştir. “İdealist model, teknolojik yenilik ve rekabeti, enformasyon ve iletişim altyapı ve hizmetlerinin tekelci kontrolünü kıran bütünleşik güçler olarak ele almaktadır”. Vurgulanan bu izleğin, içinde yaşadığımız dünyanın dönüşümüne neden ve kanıt olarak gösterilen somut değişimleri anlamlandırabileceğimiz temel bağlamı oluşturduğu ileri sürülmektedir.

Başaran’a göre (2010: 27-34) 20. yüzyılın başından İkinci Dünya Savaşı’nın sonuna kadar uzanan süreç içinde kapitalist Batılı toplumların geçirdiği derin bunalımlar (“felaket çağı” olarak da anılan dönem- İki dünya savaşı, ekonomik kriz ve sosyalist ve faşist iktidarların dünyayı sarsması), enformasyon toplumu ve post-modern toplum iddialarında azımsanmayacak oranda emeği bulunan gelişme için iletişim yaklaşımının niteliğini kesin olarak belirlemiştir. Buna göre, sözü edilen dönemde, Batı ve özelde ABD, bağımsızlığını yeni kazanmış diğer dünya ülkelerini de kapsayacak geniş bir ölçekte ekonomi ve hükümet politikalarını içeren gelişim politikalarına ihtiyaç duymuştur. Böylece, kısaca, Batının kabul ettiği çerçevede siyasi ve ekonomik politikaları belirleyen diğer ülkeler, Batılı ülkelerin gelişmişlik seviyesine açılan kapıları aralayabileceklerdir. Burada esas vurgulanması gereken nokta şudur: Kapitalizmin gelişim sorunlarını çözmeye dönük temel kaygı, 20. yüzyılın gelişme modellerinde olduğu kadar, günümüzün gelişme modellerini de derinden etkilemiştir. Postmodernist tezler ve enformasyon toplumu teorileri ise bu tarihsel arkaplana dayanmaktadır: “Sonuç olarak gelinen noktada stratejiler değişmiştir, ama hedef yine gelişmedir ve gelişme modeli yine işbölümünde ya da üretimde değişiklik yaratan belli teknolojik gelişmelere uyum sağlanması üzerine kuruludur” (Başaran, 2010: 59).

Enformasyon toplumu ve benzeri yaklaşımlar, “genel anlamda geçmişe (sanayi toplumu) bakıp, bugünü ve daha çok da gelecekte, toplumsal yapılanışın-ilişkilerin nasıl şekilleneceği ya da şekillenmesi gerektiğini” ortaya koyarken bazı “alt düzey başlıklar” içermektedir (Törenli, 2003: 198). Bunlar; “gelişmiş Batılı ülkeler açısından pazar ekonomisinin temel dinamiği, kârın ençoklaştırılması için var olan rekabet üstünlüklerinin sürdürülmesi ve bunu yaparken de gelişmekte olan toplumların küresel piyasa ortamına çekilmesini-eklemlenmesini sağlamak” olarak özetlenmektedir (Törenli, 2003: 198). Bu çerçevede, somut aktörler tarafından belirlenmiş, kesin amaçları hedefleyen bir takım politika ve yönelimlerden bahsetmek zorundayız.

Başaran’ın yukarda vurguladığımız gelişim yaklaşımlarının altında da benzer kaygıları vurguladığı belirtilmiştir. Törenli (2008) de benzer bir çerçeve içinde enformasyon toplumu vb. yaklaşımlar kapsamında ortaya çıkan somut politika ve yönelimleri kapitalizmin kırılganlıklarını aşmaya dönük stratejiler çerçevesinde değerlendirmiştir. Bu değerlendirmenin esas unsurunun, kapitalizmin Keynesyen döneminin bitişine neden olan 1970 bunalımından çıkış ve tekrarını engelleyecek kırılganlıkları ortadan kaldırmak olduğu önemle belirtilmelidir. Törenli (2008: 205), 1970’lerde yaşanan krizi ve dolayısıyla kapitalizmin bekası için aşılması gereken kırılganlıkları şu şekilde tanımlamıştır: “Gelişmiş tüm Batılı ülkelerde üretkenlik artışında bir yavaşlama, tüketim yolu ile bir türlü eritilemeyen fazla kapasite ve stoklar, enflasyon ve işsizlik, işgücü ve sermaye arasındaki ilişkilerin keskinleşmesi, merkezi planlamanın ve devlet müdahalesinin altüst oluşu vb. kendini gösteren ekonomik kriz.” Dolayısıyla kapitalizmin yaşadığı bu kriz, benzer krizlerin yaşanmaması adına uygulamaya konan bir dizi politikanın meşruluk zeminini oluşturmuştur. “Kapitalist sistemin kendisinde yeni açılımlar bularak devamı için geliştirilen teknolojilerin bir an önce ‘pazarlanabilir’ mal ve hizmetler şeklinde üretilip, satışa sunulabileceği yeni üretim ilişkilerini (üretimden ayrı tutulmayacak tüm ilişki biçimlerini) yeniden ve yeniden üretmek” ana yönelim olmuştur (Törenli, 2008: 206). Bu çerçevede, teknolojinin merkezi önemde olduğu bir model tüm dünyaya sunulmuştur. Teknoloji odaklı politikalar (iletişim teknolojileriyle beraber enformasyon) tüm eşitsizlikleri örten bir yönelim olarak kutsanmakta, içinde yaşadığımız çağı “atom çağı, iletişim çağı, enformasyon çağı, bilgi çağı vb. moda başlıklarla doğal, kaçınılmaz ve kendiliğinden

işleyen ve bir an önce eklemlenilmesi gereken süreçler haline dönüştürmektedir” (Törenli, 2008: 206-207).

Kapitalizmin dönemsel yapılanma stratejisi olarak sözü edilen bağlamda ortaya çıkan değişimlerin genel çerçevesini ise şu şekilde özetleyebiliriz:

“Bu bağlamda, 1970’lerinde sonlarına doğru enformasyon ve iletişim teknolojileriyle bir biçimde ilişkili olarak ortaya çıkan gelişmeler, yeni ve hızlı ekonomik küreselleşme sürecinin belirginlik kazanmasında kilometre taşları niteliğindedir: Uluslararası piyasada gelişmiş sanayi ülkelerinin merkez bankalarının kontrol edemeyeceği ve her türlü spekülasyona açık ‘sıcak para’ birikiminin oluşması ve bu oluşumun enformasyon ve iletişim teknolojilerinin olanaklarıyla ulusal sınırların ötesine kolaylıkla geçecek şekilde “akışkanlık” kazanması (mali küreselleşme yani para sermayenin uluslararasılaşması), standartlaşmış seri üretimden daha esnek üretim yöntemlerine dönülmesi, ulusal kökenli tekelci büyük şirket anlayışından çok uluslu şirket modeline geçilmesi, daha gevşek (merkeziyetçi olmayan) yapılanmış küçük firmaların giderek öne çıkması (KOBİ’ler örneği), yeni liberalizmin uluslararası sermaye piyasasındaki bu akışkanlığı özgür kılan kurallardan arındırma (deregulation) ve özelleştirme politikalarının devreye girmesi” (Törenli, 2008: 208).

1970’li yıllardan sonra küresel kapitalizmin temel yönelimi ve hakim düşünsel izlek bu çerçevede belirginleşmiştir. Kapitalizmin yeni yönelimi neo-liberalizm olarak özetlenirken, ortaya çıkan dönüşüm yeni bir toplumsal yapı öngörülerine kaynaklık etmiştir. Jan van Dijk (1999: 48-51) da benzer olarak enformasyon ve iletişim teknolojilerinin kapitalist ekonomi içindeki rolünün çok yönlü olduğunu vurgulayarak, bunun tarihsel bir bağlamda sermayenin birikim koşulları göz önünde bulundurularak değerlendirilmesi gerektiğini ileri sürmektedir. Dijk, enformasyon ve iletişim teknolojilerini, sermaye birikiminin yaşadığı krizler ve söz konusu krizleri aşma stratejilerinin üretilmesi bağlamında ele alarak, kapitalist ekonominin genel yapısını özellikle 1970’lerden itibaren akış ekonomisi (flow economy) olarak nitelemiştir. Buna göre, sanayi devriminin ortaya çıkardığı bürokratik organizasyon, ulaşım ile iletişim altyapısı ve kitle iletişimi, yeni enformasyon ve iletişim teknolojilerinin her alanda kullanılmasıyla dönüşüme uğramıştır. Böylelikle, üretimin adem-i merkezileşmesi fakat sermayenin ve kontrolün merkezileşmesi, üretimde otomasyonun esnekleşmesi ve buna bağlı olarak emek sürecinin yeniden organizasyonu ve sanal ticari örgütlenmelerin ortaya çıkması gibi pek çok yeni durumla yeni bir ekonomiden bahsedecek aşamaya gelinmiştir. Bunun yanında, özelleştirme, yoğunlaşma (concentration) ve yeniden düzenleme (reregulation) gibi doğrudan yeni ekonominin yapısal koşullarına ait temel bazı unsurların ortaya çıktığı da önemle belirtilmektedir.

Nitekim yeni Schumpeterciler ve üçüncü dalgacılar, son teknolojik devrimle beraber geleneksel, kitlesel üretim ve tüketim süreçlerinin yerini esnek üretim ve tüketim süreçlerine bıraktığında hem fikirdir. Üretim ve tüketim yapıları değiştikçe, yönetim ve örgüt yapıları da değişmektedir. Kitlesel üretimin yerini bilgisayarlaşmaya dayalı esnek üretime bırakması büyük ve mekanik ölçeklerin öneminin azalmasına, bunun yanında şirketlerin yazılım, tasarım, araştırma ve geliştirme gibi bilgi odaklı alanlara yönelmesine yol açmıştır (Preston, 2001: 29; Başaran, 2005: 65).

Toplumsal alana dönük sözü edilen çerçevede ortaya çıkan düzenlemeler, daha önce de belirtildiği gibi, hegemonik bir niteliğe bürünerek düşün alanını derinden etkilemiştir. Preston (2001: 32-34), temelinde bilgisayarlaşmanın olduğu ve çok çeşitli şekillerde ifade edilen teknolojik devrimin, üç temel unsuru içererek özellikle 1990’larda hegemonik bir fikirsel niteliğe büründüğünü ifade etmektedir. Bunlar, (a) endüstriyel üretim sisteminin ve istihdamın yeni formlarının ortaya çıkışı, (b) esas olarak geç kapitalist karakterli addedilen, egalitaryan (eşitlikçi) sosyal ve politik ilişkilerin yeni devrimci seti ve (c) daha adem-i merkezi ve ihtiyaca göre düzenlenen tüketim sistemlerinin ortaya çıkışını kapsamaktadır. Sözü edilen yeni tüketim sistemleri, kitle medyasıyla beraber daha adem-i merkezi, kişiselleştirilmiş, etkileşimli yeni iletişim ağlarının ve enformasyon içerikli medyanın ortaya çıkışını içermektedir.

Bu çerçevede gelişen yeni toplum anlatıları, geçmişin sorunları ve değerlerinin gittikçe azaldığı ve etkisizleştiği, daha iyi ve yaşanılabilir bir geleceği vadeden gelişim modelleri (enformasyon toplumu, post-fordist toplum, sanayi sonrası toplum, bilgi toplumu vb.) çerçevesinde ele almışlardır. Bu gelişim, kendiliğinden, aktörleri belirsiz ve sonuçları çoğu zamana de facto olumlu bir yol izlemektedir.

Ancak sözü edilen değişimin çok önemli ve karakteristik aktörleri vardır. Castells (2008: 172), kapitalizmin dönüşümünde uluslararası düzenleyici kuruluşların oynadığı kilit rolü şu şekilde vurgulamıştır:

“Ancak ne teknoloji ne de girişimcilik, küresel ekonominin kendi başına gelişmesini sağladı. Yeni bir küresel ekonominin kurulmasında belirleyici olan hükümetler, özellikle de en zengin ülkelerin, G-7 ülkelerinin hükümetleri ve Uluslararası Para Fonu, Dünya Bankası, Dünya Ticaret Örgütü gibi onların yardımcı uluslararası kurumlarıydı. Birbirleriyle ilintili üç politika küreselleşmenin temellerini attı: Ülke içinde ekonomik etkinliklerin yasal düzenlemelerden muaf tutulması (finans piyasalarından başlayarak); uluslararası ticaretin ve yatırımların serbestleştirilmesi; kamunun kontrolündeki şirketlerin özelleştirilmesi (genelde yabancılara satıldılar).”

Kapitalizmin 1970’li yıllardan itibaren geçirdiği dönüşümde uygulanan politikalar, neo-liberalizm ve yeni sağ politikalar olarak da bilinmektedir. Castells’in de belirttiği gibi, teknolojik gelişim, girişimcilik ya da başka bir bağımsız belirleyen sözü edilen dönüşümün yürütücüleri değildir. Gerekli görülen politikaların belirlenmesi ve diğer ülkeler tarafından benimsenmesini sağlayan gelişmiş ülkelerin hükümetleri (özellikle ABD) ve uluslararası bağlayıcılıkları bulunan düzenleyici kuruluşların varlığı ve hatta doğrudan militarist güçlerin müdahalesi, sözü edilen sürecin önemle ele alınması gereken unsurlarıdır. Bunun devamında Castells (2008: 170-179), sözü edilen politikaların küreselleşme sürecinde çok kritik bir işleve sahip olduğunu belirterek söz konusu düzenlemelerin dışında kalmanın ağın dışında kalmak anlamına geldiğin vurgulamıştır. Ağın dışında kalmak, başta IMF ve Dünya Bankası gibi pek çok uluslararası düzenleyici kuruluşun baskısıyla dünya ekonomisinden tecrit olmak anlamına gelmektedir.

Jessop’a (2005: 276-280) göre, kapitalizmin İkinci Dünya Savaşı sonrasında uyum sağladığı gelişim stratejisi, ulusal pazarı ve ulus devleti merkeze almıştır. Ancak kapitalizmin 1970’li yıllardan sonra geçirdiği değişim, enformasyon toplumu vb. teorilerde sık sık başvurulan küreselleşme teorilerine kaynaklık etmiştir. Jessop (2005: 272-273) sözü edilen durumun “taşımacılık, iletişim, kumanda etme, denetim ve istihbarat alanındaki maddi ve toplumsal teknolojiler tarafından olanaklı kılındığını” vurgulamaktadır. Bir başka ifadeyle, enformasyon teknolojileri sermayenin değerlenme sürecinde etkin bir aşamaya yerleşmiştir. Böylelikle sermayenin küresel alandaki hâkimiyet ve genişleme olanağı güçlenerek, ulusal pazar ve ulus devlet küreselleşme olgusuyla önemli değişimlere sahne olmuştur. Bu durum, giderek artan küresel eşitsizlik göz önünde bulundurulduğunda, sermayenin küreselleşmesi ve ulusal pazar ölçeğinin sarsılması olarak özetlenebilir.