• Sonuç bulunamadı

III. İtikâdî Konularda Haber-i Âhâd’ın Bilgi Değeri

III.3. Mezhebî Ekollere Göre İtikâdî Konularda Âhâd Haberin Bilgi Değeri

III.3.4. Çağdaş İslâm Âlimlerinin Haber-i Âhâd Konusundaki Yaklaşımları

1.2. Mezheplerin Îmân ve İslâm Lafızların Yaklaşımları

1.2.2.5. Teblîğ, İrşad ve İkrâh Meselesi

Teblîğ kelimesi fiil kökü olarak ele alındığı zaman ulaşmak, yetişmek, yeterli olmak ve maksada kavuşmak gibi anlamlara gelir.232

Teblîğ, taşımak, götürmek, ulaştırmak, bildirmek ve eriştirmek demektir. Çoğulu “teblîğat” şeklindedir ki, ilanlar ve bildiriler demektir.233 Teblîğ, öncelikle peygamberlerin Allâh’tan aldıkları emir ve hükümleri görevlendirildikleri toplumlara anlatma ve ulaştırma görevinin adıdır. Kur’ân-ı Kerîm’de ismi geçen hemen bütün peygamberlerin teblîğ görevlerine temas edilmiştir.234

Nitekim aynı sorumluluğun Hz. Muhammed’e (s.a.s.) de verildiğini belirten şu âyet bunun en güzel örneğidir: “Ey Resûl! Rabbinden sana indirileni teblîğ et. Eğer bunu

yapmazsan O’nun elçiliğini yapmamış olursun. Allâh seni insanlardan koruyacaktır. Doğrusu Allâh, kâfirler topluluğuna rehberlik etmez.”235

Değişik anlam ve maksatlarla kullanılmış olsa bile “teblîğ” lafzı Kur’ân-ı Kerîm’de 61 yerde geçmektedir.236

Teblîğ vazîfesi bütün peygamberlerin aslî görevi ve zaruri sıfatlarındandır.237

Hz. Peygamber (s.a.s.) de; “Burada bulunanlarınız, bulunmayanlarınıza teblîğ etsinler. Zira olur ki, hazır olanınız sözümü kendisinden daha anlayışlı bir kimseye teblîğ etmiş olur.”238

, “ Her kim bir hayra delalet ederse, ona da hayrı işleyenin sevabından bir misli vardır.”239

Benzeri birçok hadîslerinde teblîğ görevinin ümmetini de kapsadığını bildirmiştir. “Sizden

hayra çağıran, iyiliği emreden ve kötülükten sakındıran bir topluluk olsun…”240

âyeti de teblîğ ve davette ümmetin sorumluluğunu açıkça ifâde eder.

Başta Peygamber (s.a.s.) olmak üzere ümmetin tarih boyunca ortaya koydukları teblîğ ve irşat vazîfesinin öncelikli hedefi îmâna davettir. İlk peygamber Hz. Âdem’den itibaren gönderilen bütün peygamberlerin kavimlerine teblîğ ettikleri ilâhî hükümlerden îmân prensipleri, hiç değişmeden insanlara ilk teblîğ edilen konuların başında yer almıştır. Çünkü îmân ve îmân edilmesi gereken esaslar gönüllere yerleştirilmediği müddetçe, ibâdet, muamelat ve ahlâkî prensipler hiçbir değer ifâde etmezler. Bunun için Allâh’ın elçileri

232 İbn Manzûr, Ebu’l-Fadl Cemâlüddîn Muhammed b. Mükerrem, Lisânü’l-Arab, Dâru’l-Lisâni’l-Arab,

Beyrut, tsz., I/258; Cübran, Mes‘ûd, er-Râid, Dâru’l-İlim, Beyrut, 1967, s. 337.

233

Osmanlıca-Türkçe Ansiklopedik Büyük Lügat, Komisyon, Türdav, İstanbul, 1981, II/2114.

234

Bkz. A’râf, 7/59, 62, 79, 93.

235 Mâide, 5/67.

236 Abdülbâkî, Muhammed Fuâd, el-Mu’cemü’l-Müfehres li Elfâzı’l-Kur’âni’l-Kerîm, Dâru’l-Hadîs,

Kahire, 1988, s. 172. 237 Karaman, a.g.e., s. 62. 238 Buhârî, İlim, 10. 239 Müslim, îmân, 38. 240 Âl-i İmrân, 3/104.

birinci derecede îmân esaslarının teblîği üzerinde durmuşlardır.241 “Senden önce hiçbir

Resûl göndermedik ki ona, ‘benden başka ilâh yoktur; şu halde bana kulluk edin’ diye vahyetmiş olmayalım.”242

Hz. Muâz’ın (r.a.) Yemen’e vali olarak tayini üzerine O’nu yolcu eden Allâh Elçisi’nin tavsiyesinde, ilk olarak Yemen Halkını tevhîde davet etmesini istediği görülür.243

Bütün bu emir ve uygulamalar teblîğ ve davetin gerekliliğini, îmâna davetin ise önceliğini ortaya koymaktadır.

İkrâh meselesine gelince; ikrâh, zorlamak, bir kimseyi istemediği ve çirkin gördüğü bir işi yapmaya mecbur tutmaktır. İslâm hukuku terimi olarak; bir kimsenin başkasına yaptığı, ondaki rızâyı kaldıran veya ehliyetini yok etmediği halde, onun ihtiyârını (seçme hürriyeti) bozan yahut da şer’î yükümlülüğü kaldıran korkutma hâlini ifâde eder. Mecelle’nin tarifi şöyledir: “İkrâh; bir kimseyi korkutmak suretiyle rızâsı olmaksızın bir iş işlemek üzere haksız yere zorlamaktır…”244

İslâm’da insana din, inanç ve vicdan özgürlüğü tanınmış; irâdeyi baskı altına almak ve insanı rızâsı olmayan işlere zorlamak yasaklanmıştır. İkna etme, güzel öğüt, toleranslı davranış ve en güzel irşad ve eğitim metodunu bulup uygulamak İslâm’ın amacıdır. Kur’ân-ı Kerîm’de şöyle buyurulur: “Ey Peygamber! İnsanları Rabbinin yoluna hikmetle

ve güzel öğütle davet et. Onlarla en uygun şekilde mücadele et. Şüphesiz ki Rabbin, yolundan sapanı da, doğru yolda yürüyenleri de çok iyi bilir”245

, “Dinde zorlama yoktur. Hak yol, bâtıl yoldan ayrılmıştır. Kim tâğûtu inkâr edip Allâh’a îmân ederse, muhakkak ki o, kopmayan sağlam bir kulpa sarılmıştır. Allâh, her şeyi çok iyi işiten ve çok iyi bilendir”246

İkinci âyetin inme sebebiyle ilgili olarak İbn Cerîr et-Taberî (310/922) ve İbn Kesîr (774/1372) şunu anlatırlar: Husaynî el-Ensârî adında Benî Sâlim b. Avf’tan Müslüman bir kişi vardı. Hristiyan olan iki oğlunun Müslüman olmalarını istedi. Fakat onlar bunu kabul etmediler. Bunun üzerine Hz. Peygamber’e (s.a.s.) başvurdu ve onları îmâna zorlamak istediğini söyledi. Bunun üzerine yukarıdaki âyet nâzil oldu.247

241 Karaman, a.g.e., s. 76. 242 Enbiyâ, 21/25. 243 Bkz. Müslim, Îmân, 7.

244 Tarifin orijinal ifâdesi şöyledir: “İkrâh, bir kimseyi ihafe ile rızâsı olmaksızın bir iş işlemek üzere

bigayr-ı hakkın icbar etmektir…” Açıklamalı Mecelle (Mecelle-i Ahkâm-ı Adliyye), Açıklama ve Kontrol: Ali Himmet Berki, Hikmet Yayınları, İstanbul, tsz., md. 948, s. 187.

245

Nahl, 16/125.

246 Bakara, 2/256.

247 Taberî, Muhammed b. Cerîr, Câmiu’l-Beyân an Te'vîli Âyi’l-Kur’ân, Mısır, 1968, III/14; İbn Kesîr,

“De ki: Gerçek Rabbindendir. O halde dileyen îmân etsin, dileyen de inkâr etsin.”248, “Ey Muhammed! Eğer Rabbin dileseydi yeryüzünde bulunanların hepsi inanırdı. Öyle iken onları sen mi zorlayacaksın”249, “Ey Muhammed! İnanmıyorlar diye

neredeyse kendini mahvedeceksin. Biz dilesek onlara gökten bir mu’cize indiririz de ona boyun eğip kalırlar”.250

, “Resûl’e düşen (vazîfe) ancak duyurmaktır. Allâh açıkladığınızı

da gizlediğinizi de bilir.”251

Âyetler, îmâna davetin esas olduğunu ve irâdeye bağlı olarak gerçekleştiğinde değer ifâde ettiğini; ikrâh ve zorlamanın ise asla câiz olmadığını bildirir. Bundan anlaşılıyor ki; Kur’ân’da, “dinde zorlama hükmü” değil, aksine “dinde zorlama yoktur hükmü” yer almaktadır. Bu durumda, kimse İslâm Dini’ne gireceksiniz diye zorlanamaz. Çünkü bu din ve onun getirdiği deliller, hükümler ve emirler son derece açıktır. Allâh onu zorla kimseye vermez. Herkes kendi tercihiyle dinini seçer. Zira dinde ikrâh (zorlama) yoktur. Çünkü dinin hedefi ikrâh etmek değil, aksine onu ikrâhtan korumaktır. Nitekim İslâm Dini ve teblîğinin olduğu yerde ikrâh meşrû değildir. Zorlama ve baskıya dayalı îmân, amel ve niyet geçerli olamaz. İkrâh, bir kimseye hoşlanmadığı bir işi arzusu, hür irâdesi ve teslimiyeti dışında yaptırmaktır. Oysa dinin aslı olan îmânın temeli, insanın kalp ile inanması ve hür yetkisi Allâh’ın dışında kimseye verilmemiştir. O halde insanı îmân, namaz, oruç, hacc ve zekât gibi amelleri işleme konusunda zorlamak mümkün değildir. Ancak teblîğ ve teklîf edilir.252

Kur’ân-ı Kerîm’de din hürriyetini açıkça gündeme getiren bu âyetler hiç kimseye Müslüman olması için tazyik, zor ve baskı kullanılamayacağını haber vermektedirler. Çünkü kesin delillerle hak bâtıldan, îmân küfürden ve hidâyet dalâletten ayrılarak her şey apaçık bildirilmiştir.253

O halde Allâh’ın bu belirlemesinden sonra, bir şey ya mutlak iyi olan Allâh’a kendini bağlayıp eyleminde sınırsızca hür olacak; ya da en kötüyü seçmek suretiyle içine düştüğü inkâr ile aklîliğin en alt düzeyine düşme durumunda olacaktır.254

Bütün bu izahlardan anlaşılan şudur: Îmân edip etmeme hususunda insanlar zorlanamaz. Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır da (1942) dinin ancak akıl ve ihtiyâra bağlı

248 Kehf, 18/29. 249 Yûnus, 10/99. 250 Şu‘arâ, 26/3, 4. 251 Mâide, 5/99.

252 Geniş bilgi için bkz. Yazır, Elmalılı Muhammed Hamdi, Hak Dini Kur’ân Dili, Eser Neşriyat, byy.

1979, II/860 vd.

253

Karaman, a.g.e., 202; Konyalı Mehmed Vehbi Efendi, Büyük Kur’ân Tefsîri Hülâsatü’l-Beyân fî

Tefsîri’l-Kur’ân, Üçdal Neşriyat, İstanbul, 1966, I-2/476.

254 Şahin, Hasan, Mâtürîdî’ye Göre Din, Kayseri, 1982, s. 39; Ayrıca bkz. Karaman, Fikret, Sünnet’in

olarak değer kazanacağını belirten açıklamasında: “Çünkü din, zevi’l ukûlü hüsn-i ihtiyârlarıyla bizzat hayırlara sevk eden bir vaz-ı İlâhîdir. Bu, Hak Din’in tarifidir. Çünkü bizzat hayra sevk-i hakiki ondadır. Din-i Hakk’ın mahalli akıl sahipleridir. Binâen aleyh cemadat, nebatat, hayvanat, mecnunlar, gayr-ı âkiller, çocuklar, mâtuhlar gibi kâsırîn, tecelliyât-ı diniyyeye mahal değildir. Çünkü akıldan mahrum olanlar sâhib-i ihtiyâr olmadıklarından kendilerinden bir hayır sadır olursa bilâ ihtiyâr olur ki, buna da cebir denilir.

Demek ki dinin şartı, akıl ve ihtiyârdır. Bunlar dinin şartı, diyânetin rüknüdürler. Akıl bulunmayınca dinin taalluk ve teklîfi bulunmayacağı gibi, ihtiyâr bulunmadıkça da dinin sevk-ü tesiri, tabir-i âharla diyânet bulunamaz. Bundan nâşîdir ki, dinde ilim meselesinden başka bir de irâde meselesi vardır. Dindar olmak için dini hem bilmek hem de sevmek lâzımdır” demiştir.255