• Sonuç bulunamadı

GİRİŞ XIX. YÜZYILDA OSMANLI VE MESNEVİHANLIK

D. TASAVVUFÎ GÖRÜŞLERİ

Murâd Nakşbendî ilim ve muhabbeti mezceden, sahv ve temkin üzere bir sûfîdir. Onun hayatında sûfîliğin değil daha çok ilmî ve telîfi faliyetlerin öne çıktığını görmekteyiz. Neredeyse hayatı boyunca öğrenmeye ve öğretmeye devâm etmiş, her dakîkasını ilme ait bir konuda değerlendirmiş olan Murâd Nakşbendî, tarikatle ilgili konularda oldukça gizli davranmış, Tekkesine ve Dârü’l-Mesnevî’ye her kesimden, her rütbe ve mevkîden kişilerin gelmesi karşısında gösterdiği mahviyetkar tavır onun salt bir şeyh olarak öne çıkmasına mânî olmuştur.

Kendisini derviş olarak değerlendirmeyen Murâd Nakşi, Pend-i Attar Şerhi’nde “Evvelâ ma’lûm ola ki, dervişten murâd târik-i dünyâ ve sâlik-i râh-ı Hüdâ olan zevât-ı kirâmdır. Yoksa bizim gibi bir alay ehl-i hevâ ve mâil-i sıyt u sedâ olan kimseler değildir.”

diyerek317 hakîki dervişliğe kendisini ehil görmez. Bu tavır bütün sûfîler içinde gözlenen, sıradan bir tavır olarak karşımıza çıksa da hayatının bütününe baktığımızda onun bu bakımdan kendisini zikre değmeyecek kadar değersiz gördüğünü anlamamızı sağlamaktadır. Kendisine gelen kabiliyetli müridleri Kuşadalı İbrahim Halvetî’ye göndermesi, bu sosyal ve tasavvufî doku içindeki konumunu daha çok öğreticilikle sınırlandırdığını gösteren bir karine sayılabilir.

Eserlerinde sık sık aşk yoluna atıf yapan Murâd Nakşbendî’nin takip ettiği ekolden söz edecek olursak, onun aşkı zühde üstün gören “Uyuz eşekle bekler zâhid kapıda nevbet / Aşk atının süvârı erişti menziline” beytiyle örneklendirdiği318 bir tarzın temsili olduğunu ifade edebiliriz. Muhabbet konusu üzerinde ehemmiyetle duran Murâd Nakşbendî Hak Teâlâ’nın muhabbetinden başka bir muhabbetin kişi ile rabbi arasında fitne olduğu, muhabbetin gerçek merciye ircâ edilmediği sürece kişinin itminâna ulaşamayacağını, bütün insanların türlü türlü meşgalelerle aslında arayıp durdukları şeyin Hakk’ın muhabbeti olduğunu, benzetmelerle tekrar tekrar vurgular.319

Cüneyd-i Bağdâdî (v. 297/909) ’nin sahvı ile Bâyezid-i Bestâmî (v. 234/848) ’nin sekrinin mezcolunması ile kendisini tanımlayan Nakşbendiyye’ye320mensub Murâd Nakşbendî Divan’ında biyografisini yazdığı Hacı Bektaş-ı Velî (v. 669/1271)’yi Nakşbendî olarak takdim etmiş, Nakşbendiyye’nin ehl-i sünnet çizgisinde sebat eden bir çizginin temsilcisi olarak görülmesi sebebiyle zaman zaman -medrese mensupları için- delil olarak gösterildiklerine değinmiştir. “Gücduvânî dahi şeyh-i Yesevî'dir bî-şek / Nakşbendiyye kuludur Hâcı Bektâşî Velî / Şimdi Nakşî'leri almak yanına oldu delîl / Hâcegânın da kuludur Hâcı Bektâşî Velî” beytinde Bektâşiyye’nin ilgâ edilmesi olayını hatırlatmakta ve dergahlarının Nakşîbendiyye’ye verilmesiyle Bektâşîlerin içinde bulunduğu durumu yumuşatacak ifadeler kullanmaktadır.321

Murad Nakşbendî’nin ehemmiyet verdiği konuların en başında zikir gelmektedir. Şerhinde ve diğer eserlerinde yeri geldikçe zikrin öneminden ve faziletinden sık sık bahseden şârih, Mesnevî şerhine de zikir ehlini senâ ederek başlar. Zikre, zâkir, mezkûr ve zikr, bir ve aynı oluncaya kadar devam edilmesi gerektiğinin, hakîkî tevhîde ancak bu yolla varılabileceğinin altını çizer.322

317 M. Nakşbendî, Mâ Hazar, (Matbaa-yı Osmâniye), s. 66. 318 M. Nakşbendî, Hülâsatü’ş-şürûh I, vr. 10b

319

M. Nakşbendî, a.e., vr. 38b ; Mâ Hazar, (Matbaa-yı Osmaniye), s. 336.

320

Necdet Tosun, Bahaeddin Nakşbend, İnsan Yay., İstanbul, 2004, s. 47.

321 M. Nakşbendî, Dîvân, s.17.

Eserlerinde daha çok pratik hayatın içindeki uygulamalardan örnekler veren, kişinin sıradan yaşamını Hakk’ın rızâsına uygun olarak yaşamasının yollarını gösteren Murad Nakşbendî, bu bakımdan orijinal bir örnektir. O her kesimden insanın anlayabileceği bir üslubla, temel ve kolay bir kulluk anlayışının temsilcisidir. Küçük bir örnek vermemiz gerekirse, “Ticâretten geri kalırım diye erken gitmekte bir fâide yoktur. Belki ibâdetten geri kalmak yanına kalır. Zirâ rızık ezelde maksûmdur. Erken gitmiş ol geç gitmiş ol, ne i’tâ edecekse Cenâb-ı Hak onu i’tâ eder. Erken gitmek ile ziyâde mal ele girmez.”323 diyerek, tevekkül anlayışının günlük hayata aksini misallendirmiştir.

Dünyaya gelmenin yegâne âmilinin marifetullah ve kulluk olduğunu, mârifetullahın da zâhirî ilim okumakla ele geçmeyeceğini ancak mürşîd-i kâmil hizmetinde tahsîl olunabileceğini örneklerle anlatan Murad Nakşî, Seyyid Şerif Cürcânî’den “Nureddin Hafî’nin meclisine girmeden lafızdan kurtulamadım” sözünü nakleder. 324

Mevlânâ ve Mesnevî’yi övdüğü muhammesinde bütün rüsûm ulemâsı bir araya gelse dahi bir Mesnevî beyti yazamayacaklarını, bütün fesâhat meydanındaki sözlerde ona denk bir şey olamayacağını ifade etmiştir.325

Anlatmak istediği mânâları birer rümuzla örneklendirmeyi âdet edinen Murâd Nakşî, remz ve sembolün evliyânın kendi sözlerini gizlemek amacıyla başvurdukları bir yöntem olduğunu belirtir. Eserin değerlendirilmesi kısmında da belirteceğimiz gibi Murâd Nakşbendî’nin şerhlerinde kullandığı benzetme ve semboller, sözün ve kelimelerin ifade alanının yetersiz kaldığı mânâları kıyas yoluyla anlamaya yardımcı olmak içindir. “Evliyânun bir gürûhu gizlediler sözlerün / Mey deyüp aşkı murâd etdiler andan bî-gümân” mısralarıyla bu durumu izah eder.326

Ehl-i Beyt Sevgisi :

Murâd Nakşbendî ehl-i beyit âşığı, Peygamber (s.a.v)’in neslinin meftûnu, bir mutasavvıftır. Fakat onun ehl-i beyt sevgisi, ehl-i sünnet düşüncesi çerçevesinde şekillenmiş, olağan bir durumdur. Kişiliği kısmında zikrettiğimiz Hafız Seyyid Efendi’nin kendisine yönelik şii ve sapık şeklindeki yakıştırmaları da bunu doğru bir bakışla değerlendirememekten kaynaklanmaktadır. Osmanlı düşüncesinin zaten ehl-i beyt sevgisini zirvede hisseden bir alt yapıya sahip olduğunu farketmeden öne çıkarılacak örnekler realist görmeyi 323 M.Nakşbendî, a.e., s. 376. 324 M.Nakşbendî, a.e., s. 263. 325 M. Nakşbendî, Divan, s.17. 326 M. Nakşbendî, Dîvan, s.54.

engelleyeceğinden Murâd Nakşbendî ve Hüsâmeddin Efendi gibi diğer mesnevîhanları da bu eksende değerlendirmek gerekir. Dergâhında her sene Muharremin 9. günü, Hz. Hüseyin (r.a) ve Kerbelâ şehidleri hatırasına Fuzûlî’nin Hadîkatü’s-süedâ’sını ve bazı mersiyeleri okutup, ervahları için tasaddukta bulunmayı âdet edinmiş327olan Murâd Nakşbendî, İstanbul’da var olan bir geleneği sürdürmektedir. Her yıl 10 Muharrem’de KocaMustafaPaşa’da da mersiye okunmaktadır. 328

Onun ehl-i beyt âşığı olduğu, eserlerinin girişinde klasik hamdele ve salvele kısmından sonra farklı olarak Hz. Fatıma ve Hz. Hüseyin (r.a) evlâdını vesile edinmesinden de anlaşılmaktadır.329 Ayrıca eserleri kısmında bahsedildiği gibi, Mevlânâ Şevket Buhârî’nin Musa Kazım’ın kabrini ziyâreti esnâsında söylediği kasidesine ve on iki imam için yazdığı kasîdelerine müstakil bir şerh kaleme almış, bu son derece hüzünlü ve aşk konulu kasîdeleri beyit beyit izah etmiştir. Bu vesîle ile şefa’atlerine nâil olmayı temenni eder.

Nakşibendiyye’nin hilafetle ilgili görüşüne kısaca temas edecek olursak, onun icmâya dayanan akideye göre şekillendiğini görürüz. Nakşbendîler, Seyyid Nigârî (v. 1304/1888) gibi bazı istisnâlar dışında tevellâ ve teberrâ (Hz. Ali ve imamları dost edinmeyenlerden uzak olma - Hz. Ali ve ehl-i beyti dost edinme)330 konusuna dahil olmamayı seçmişlerdir. Bu istisnâlardan birisi olan Seyyid Nigârî şiirlerinde yüksek bir ehl-i beyt sevgisini dile getirmiş Yezîd ve taraftarlarına karşı tavrını da açıkça ortaya koymuştur: “Cennet ehli ne bilir hâlini Mervânîlerin / Sen Muâvîleri şeytân-ı cehennemden sor” 331 diyen Nigârî, Nakşibendiyye’de farklı bir örnektir.332 Mevlevîlikte ehl-i beyt düşüncesine vurgu yapan en mühim isim ise Divâne Mehmed Çelebi (v. 951/1544)’dir.333

Seyyidlik müessesinin mühim bir mevkiyi kapladığı Nakşibendiyye’de “Müceddid-i elf-i sâni-ikinci bin yılın yenileyicisi” ismiyle şöhret bulmuş İmam Rabbânî Ahmed Fârukî Serhendî (v.1034/1634) dört halifenin faziletlerini konu edindiği bir mektûbunda334, Hz. Ali

327

Cevdet Paşa, Tezâkir (40 Tetimme), s.17

328 Cevdet Paşa, a.g.e., s. 18

329 M. Nakşbendî, Hülâsatü’ş-şürûh V, Sül.Ktp., [M.A-M.M], no. 240, vr. 1b; “Cild-i râbiin şerhi tamâm oldu ve

ferdası yevm-i arefede iş bu cild-i hâmisin şerhine mütevekkilen alallahü Teâlâ şürû’ ve ibtidâ olundu. Cenâb-ı Vâhibü’l-âmâl bunun dahî itmâmını nasîb ve mukadder eyleye. Amin. Bihurmeti seyyidi’l-mürselîn. Ve bi- hürmeti Hadîcetü’l-Kübrâ ve Fâtımetü’z-Zehrâ ve bi-hürmet-i İmam Hasan er-Rızâ ve bi-hürmeti’l-Hüseyni seyyidü’ş-şühedâ…”

330 Fikret Karaman, “Tevellâ”, Dini Kavramlar Sözlüğü, haz. İsmail Karagöz, Diyanet İşleri Başkanlığı Yay.,

Ankara, 2005, s. 639, 658.

331 Seyyid Nigârî, Dîvân, haz. A.Azmi Bilgin, Kule İletişim, İstanbul, 2003, s. 86. 332

Bkz. Hayatı Kişiliği ve Düşünceleriyle Hz. Ali Sempozyumu Tebliğ ve Müzakereleri (08-10 Ekim 2004 Bursa), haz. M. Selim Arık, Bursa İl Müftülügü; Uludağ Üniversitesi İlahiyat Fakültesi, Bursa, 2005.

333

Nihat Azamat, “Divane Mehmet Çelebi”, DİA, c. IX, s.229.

334 Ahmed Farukî Serhendî İmâm Rabbânî, Mektûbât-ı Rabbânî, Ter. Müstakimzâde Süleyman Sadettin, Fazilet

(k.v)’nin velâyet yönünün taayyün ettiğini, diğer halifelerde nübüvvetin taayyün ettiğini dolayısıyla Hz. Ali’nin ekseri tarikatların silsilelerinin kendisine bağlandığı kişi olduğunu belirtir. İmam-ı Rabbânî’ye göre, Hz. Ebubekir ve Hz. Ömer velâyet bakımından Hz. İbrâhim’e, irşâd bakımından Hz. Musâ’ya bağlıdırlar. Hz. Ali ise Hz. İsâ’a bağlıdır. Eğer ehl-i sünnet âlimleri Hz. Ebubekir ile Hz. Ömer’in üstünlüğü konusunda haber vermemiş olsalardı, ehlullah Hz. Ali’nin üstünlüğü konusunda fikir beyan ederlerdi diyen İmam-ı Rabbanî’nin ifâde ettiği husus, Hz. Ebubekr ve Hz. Ömer (r.a)’ın üstünlüğünün nübüvvette olan üstünlük gibi, Hz. Ali’nin üstünlüğünün velâyette olan üstünlük gibi olduğu meselesidir. Hakim Tirmizî (v. 320/932) ile başlayan velâyet-nübüvvet düşüncesi etrafında şekillenen tartışmalara, böyle bir anlayışı ilâve eden İmam-ı Rabbânî ile birlikte günümüze kadar ulaşan kimi Nakşibendiyye kollarında ehl-i beyt ve Hz. Ali’ye dayanan silsile en mühim referans kaynağıdır.

Murâd Nakşbendî, 341. beyitte geçen, “zâlim, mazlumun hâlini nereden anlasın” mısrasının şerhinde Hz. Ali ile Muaviye arasında vukû bulan hadiseyi anlatarak, hilâfetle ilgili görüşüne de Mesnevî Şerhi’nde yer vermiştir. Şârihin izahına göre, Muaviye, Hz. Ammar’ın şehid olması ile ilgili hadisi te’vîl etmiş, onun ölümüne dâhil olduğu komutanın, onu savaşa getirmek sûretiyle sebebiyet verdiğini söyleyerek, tartışmaları susturmuştur. Hz. Ali (k.v)’nin bu iddia karşısında “O takdirde Hz. Hamza’yı Uhud savaşına getirmekle, şehid eden de Hz. Peygamber’dir, Vahşî değildir” şeklinde cevap verdiğini belirten şârih, “Hilâfette hak, Hz. Ali (k.v)’nin tarafında iken, Muâviye’nin gözüne dünyâ arzusu ve makam sevgisi perde olmuş, bu sebeple yanlış ictihad etmiştir”335sözüyle tarihsel vakayı tasvir ederek kanaatini açık bir şekilde ifade eder. 336

Murad Nakşbendî, Yezîd ve Tarık b. Ziyad’ı levmetme konusunda son derece net bir tavır gösterir. Yezîd’e lânetin câiz olduğuna dâir kelâmî delilleri, Mâ Hazar isimli eserinde açıklayan Murad Nakşbendî, Hasan Sezâî (v. 1151/1738)’den şu dörtlüğü nakleder: “Gece gündüz ey Muhammed ümmeti / Edelim cân-ı Yezîde la’neti / Ger diler isen ola Hak rahmeti / Ağla matemdir muharremdir bugün / Ey Sezâî bilmiş ol şâh-ı Hüseyn / Cümleye sevmektir ânı farz-ı ayn / Şeksiz ehlullaha oldu nûr-i ayn / Ağla matemdir muharremdir bugün”337

335

M.Nakşbendî, Hülâsatü’ş-şürûh I, vr. 31b

336 M.Nakşbendî, a.e., vr. 32a