• Sonuç bulunamadı

1. SINIR GÜVENLİĞİ KAVRAMININ TARİHSEL BOYUTU

1.4. Tarihte Avrupa’da Sınırlar ve Sınır Güvenliği

Avrupa tarihinde devlet kavramının doğuşunu her ne kadar Yunan kent devletlerine yüklesek de Yunanların kent-devletin ötesinde daha geniş bir siyasal örgütlenme ufkuna sahip olmamaları (Sander, 2011: 41) bu devletlerin bizim için incelemeye değer bir sınır kavramına sahip olmadıkları anlamına gelmektedir. Aynı ırktan gelen, aynı coğrafyada ancak farklı bölgelerde konuşlanmış bu kent devletleri, esasında yönetim şekilleri ile sadece hür insanların sahip olduğu oy kullanma hakkı esasına dayanan büyükçe bir kabile yaşamı görünümündedir. Kent devletlerinin sınırları ise ülkelerinin mikro seviyelerde kalmasından ötürü diğer medeniyetlerle son derece kısıtlı etkileşim içerisindedir. Ticaret ise bu devletçiklerin hemen hepsinin denize kıyısı olması sebebiyle onları dünyaya bağlayan tek kapıydı.

Güçlenip Anadolu’ya doğru ilerleyen Persler bu küçük devletleri tehdit etmeye başlamışlardır. Perslere karşı birleşip siyasi bir birlik kuramayan bu kent devletlerinin bir kısmını Makedonya Kralı Philip bir araya getirdi. Onun oğlu İskender ise babasından devir aldığı Krallığı, genişleterek “Helen Dünyasını” yarattı (Sander, 2011: 42). İskender artık çeşitli ırklardan oluşan ve üç kıtada yer alan bir imparatorluk kurmuştur ve tarihte Büyük İskender olarak anılacaktır.

Bu denli büyük bir coğrafyada bu kadar çok kavmi, dili, inancı, yaşam tarzını, ırkı ve daha nicesini bir araya getiren İskender, gerçekten “Büyük” lakabını o genç yaşında hak

26

yazık ki çağının imkânsızlıkları, dünya insanının ya da kurucularının buna olan hazırlıksızlığı nedenleriyle çok uzun ömürlü olamamıştır.

İskender ve onun hayallerinden elde edilen tecrübe, takipçisi olan başka bir küçük kent-devletinin bilinen dünyayı yüzyıllarca yönetmesine yardımcı olacaktır. Çağlar boyunca üç kıtada hükümranlık kuran bu imparatorluğu, dünya, doğduğu kent olan “Roma İmparatorluğu” adıyla bildi (Sander, 2011: 42).

Esasen Romalıların kendilerinden hariç herkesi “Barbar” olarak tanımlamaları onların Cumhuriyet yönetimini tüm halklara götürme arzularının olmadığını da açıkça ortaya koymaktadır. Romalılar bu davranış şeklini esasında eski Yunanistan’dan almıştır.

Helenler, kendilerini ortak bir ırk, dil, din, yaşam tarzı gibi katı kültürel unsurları paylaşan bir toplum olarak görürken, kendileri gibi olmayan komşularını “Barbar” olarak nitelendirmişlerdir (Erdenir, 2005:29’dan aktaran Güngörmüş ve Özonur, 2006:10).

Küreselliğe en yakın imparatorluklardan biri olan Roma İmparatorluğu, diğer toplumlarla ilişkilerini emperyal olarak sürdürmüştür (Jackson, t.y.:35’den aktaran Güngörmüş ve Özonur,2006:10).

Roma İmparatorluğu’nun yıkılmasının ardından siyasi coğrafya oldukça karışık bir hal almıştır. Germen kökenli barbar kavimlerden biri olan Franklar 6. yüzyılda Hıristiyanlığı kabul ettiler. Karolenj hanedanına üye olan Frank kralları günümüzdeki Almanya, Fransa, Belçika, Hollanda, İsviçre ve İtalya’nın kuzeyini kapsayan toprakları ellerine geçirerek Karolenj İmparatorluğu’nu kurdular. Günümüzdeki Fransa’nın adı Germen bir ırk olan Frankların kurduğu bu imparatorluğa dayanmaktadır.

Charlemagne’ın 814’deki ölümünden sonra Karolenj İmparatorluğu zayıflamış, yerine geçen oğlu Sofu Ludwig ise İmparatorluğu oğulları arasında paylaştırdı. 10.

yüzyılın ortalarında I. Heinrich ile Azize Mathilde’nin oğulları, coğrafik anlamda bugünkü Almanya’nın kralı diyebileceğimiz, Cermen hükümdarlarından I. Otto, Charlemagne’ın hüküm sürdüğü toprakların çoğunu ele geçirerek Kutsal Roma Germen İmparatorluğu’nu kurdu. 962’de Papa XII. Johannes tacını giydirerek, I. Otto’ya Roma İmparatoru sıfatını verdi (Le Goff, 2008: 1-47). Kutsal Roma İmparatorluğu 1806 yılına kadar ayakta kaldıysa

da zamanla gücünü kaybederek önce Orta Avrupa’daki Alman devletçiklerin bir konfederasyonu haline geldi, sonra da yerini Avusturya İmparatorluğu’na bıraktı.

Le Goff’a (2008) göre Ortaçağ toplum yapısına hakim olan “feodal sistem” kurulan bu imparatorluklarda da kendini gösteriyordu. İmparatorun gücü bu küçük ama dirayetli feodal monarşilere tam anlamıyla hükmedecek kadar kudretli değildi. Bu krallar imparatorlarına çeşitli kurumsal şekillerde biat ediyorlardı. Merkezi otorite feodal yapı sebebiyle güçlenemiyordu. Madeni para basma hakkı, yerel adalet ve vergi uygulamaları bunun en somut örnekleridir. Krallıklar, İmparatora daha çok uğrunda savaştıkları Hristiyanlık ve doğal olarak savaşlardan alacakları ganimet adına, çıkarları doğrultusunda sadıktılar. Hâlbuki Roma İmparatorluğu, merkezi yönetimi benimsemiş, bu makamlar tarafından atanmış valilerin, sınırlarda dahil olmak üzere, bütün topraklarda yönetimi sağlamaları hedeflemiştir.

Roma sisteminde bağımsız toprak sahipleri, feodal yapıda olduğu anlamda yoktur.

Toprak sahibi olmak yasaldır, ancak kendi iç yasalarını özgürce uygulamak parasını bastırmak, ordusunu oluşturmak, kalesini kendi savunması için inşa etmek, vb. kavramlar bu sistemin bir parçası değildir. Bu sebeple devletin ülkesiyle bir bütün olduğu düşünüldüğü günümüz anlayışında, ortaçağ devletlerini ve imparatorluklarının sınırları gösteren haritalar kanaatimizce çok da gerçekçi değildir.

Feodal sistem üzerine pek çok kaynak bulunmasına karşın bu sistemi tarihsel olarak en iyi anlatanlardan biri kanaatimizce, Mehmet Emin Şen ve Mehmet Ali Türkmenoğlu (2012) tarafından kaleme alınan makaledir. Savaşlara da katılan ilk Roma vatandaşları kendileri savaştayken topraklarını kölelerine işletiyorlardı. Fazla toprağa sahip olanlar bir süre sonra verdikleri borçlar karşılığında daha az toprağa sahip olan köylülerin topraklarını da ele geçirmeye başladılar. Sonuçta Roma vatandaşları arasında iki sınıf oluşmaya başladı. Bunlar toprak zengini “patriciler” ve topraklarını kaybederek kentlere göç eden

“plebler” dir. Yönetim şekli Cumhuriyete döndüğünde ise patriciler artık senatoyu ele geçirmiş ve devleti yönetmekteydiler.

Toprağın işlenmesi için ucuz işçiye ihtiyaç duyan sistem zaman içerisinde köleliği,

28

sağlasa da verimsiz bir yapılanmaydı. Dolayısıyla verimin köle sayısının çokluğu ile sağlanması gerekiyordu. Kölelere ulaşma ihtiyacı devletin yayılmasını beraber getirdi.

Ancak devletin sınırları güneyde Afrika’daki zorlu çöllere, kuzeyde Germenlere batıda okyanusa, doğuda ise dağlık Kafkaslara dayanınca genişleme durma noktasına geldi.

Akdeniz çevresi belki Roma’nındı ama ticaret devamlı olarak lüks malların ithalatı yüzünden açık veriyordu. Bu durum çöküşü de beraberinde getirdi. Fetihlerin durması devletin içeriye yani vergilere yönelmesine sebep olurken, köle akışının durması toprak sahiplerini zora soktu. Devlet ekonomik durgunluğun ve azalan köle sayısının önüne geçebilmek için halka toprak dağıtsa da ağır vergiler yüzünden, toprak alan pek çok köylü bu toprakları ile birlikte büyük toprak sahiplerinin himayesine girmeye başladılar.

Sonuçta patriciler merkezi yönetime karşı güçlenmeye başladılar. Her çiftlik ya da büyük toprak sahibi etrafında toplanan halk kendi kendine yeten bir sistem kurmaya başladı. Bu durumda ticareti bitme noktasına getirdi. Eskiden köle olanlara bir süre sonra büyük toprak sahipleri tarafından toprak dağıtılmaya başlandı. Bu eski köleler aldıkları topraklarda ürettikleri ürünün bir kısmını kendilerine yiyecek olarak ayıracaklar bir kısmını da toprak sahibine vereceklerdi. Sonuç olarak feodal sistem doğmaya başladı.

Germenlerin Roma tarihinde etkili olmaya başladıkları yıllarda ise, latifundium sahipleri tarafından bir kısmı paralı asker olarak merkezi otoriteye karşı kullanılmış, bir kısmı ise toprak verilerek çalışmak üzere bir nevi işe alınmışlardır. Bir süre sonra Roma soyluları ile Germen soyluları ve Roma köylüsü ile Germen köylüsü iç içe geçmeye başladı ve serfliğin ilk tohumları atılmış oldu.

Bu durum da derebeyliği ve bir sonraki aşama olan küçük prenslik ve krallıkların doğmasına ve sınırların önemli ölçüde küçük alanlar içerisinde kalmasına sebep oldu.

İmparatorlara belirli şartlarla bağlı olan bu küçük prensliklere en iyi örnek günümüz Almanyasında tarih içerisinde neredeyse yüzlerce küçük prensliğin kurulmuş olmasıdır.

Sonuç itibarı ile tüm Avrupa Hristiyanlaşmış ve kültürel anlamda toplulukların arasında çok büyük bir fark kalmamıştır. Self-vassal ilişkisi karşılıklı bağımlılık içeren bir sözleşme olduğundan millet duygusu Fransız İhtilaline kadar Avrupa’da gelişememiştir.

Kurulan küçük bir prenslik ya da krallık bir anda haritadan çeşitli sebeplerle silinebiliyor, biat ettiği büyük krallık değişebiliyordu.

18. yüzyıldan itibaren Avrupa’da sınırlar her türlü iç çekişmelere karşın esasen milletlerin evlerini, yaşam alanlarını temsil ederken, geçmişte ya da aynı tarihlerde bu sınırları tehtit eden ya da bu sınırların ötesinde rehaf seviyesi daha yüksek olarak yaşayan diğer milletlere karşı dayanışma ruhu içerisinde olma hali de gelişmiştir. Müslümanlara, Osmanlılara, sömürge döneminde diğer kavimlere bakış açısının altında hep sınırların ötesindeki “diğeri” kavramı vardır. Bunu felsefi anlamda da Avrupalı, kendini dünyaya iyiliği getirecek olan “Hristiyan iyi” diğerlerini ise “kötülük temsilcileri” olarak betimleyerek de desteklemektedir.

Avrupanın içindeki iyiler kendi aralarında haklı sebeplerle savaşabilirdi ancak diğeri ile savaşmak her zaman haklı olduğu için zaten birleşmekte bir sorun yoktu. Bir de buna rasyonalizmin ve aydınlanmanında etkisi ile gelişen Darwin’ci yaklaşım da eklenince, Avrupalı zaten üstün ırk olarak dünyaya hükmetmek için geldiğine sonuna kadar inanmıştır.

Avrupa’nın iç siyasetinde sınırları korumak adına, Çin’de olduğu gibi hanedanlıklar arasında evlilikler, yapılan savaşlar sonrasında imzalanan antlaşmalar ya da değişik bir yöntem olarak hiç anlaşılamıyorsa o bölgenin özerk bir yapıda bırakılması ya da bağımsız bir devlet oluşturulması5 yöntemleri izlenmiştir.

İki dünya savaşının çıktığı Avrupa’da yaşanan sınır paylaşımı kavgası Avrupa Birliği’nin kurulması ile şimdilik sonlanmış görülmektedir.