• Sonuç bulunamadı

2. ULUSLARARASI İLİŞKİLER TEORİLERİ VE SINIR GÜVENLİĞİNE YAKLAŞIMLARI, ELEŞTİREL TEORİ, ANTONİO GRAMSCİ,

2.3. Uluslararası İlişkilerde Eleştirel Teori, Hegemonya Kavramı ve Robert Cox Cox

2.3.1. Eleştirel Teori’nin Sınır Güvenliğine Yaklaşımı

Eleştirel teori de diğer uluslararası ilişkiler teorileri gibi sadece sınır güvenliği konusu ile ilgilenmez. Ancak sorgulayıcı yapısı ve güvenliğe kattığı geniş bir yelpazeye sahip kavramları ve insan odaklı olması sebepleri ile sınır güvenliği konusunda belki de en fazla atıf yapılabilecek teoridir.

Teorinin çıkış noktası olarak kabul edilen Frankfurt Okulu’nun üyelerinin büyük çoğunluğunun Musevi kökenli olmaları sonucunda eleştirel yaklaşım, zaten en başta özellikle 1940’lı yıllarda, insan ve topluma dair çalışmalar yapmaya başlamıştır. Bu bilim

adamları genel olarak toplum üzerindeki otorite ve önyargılarla ilgili yapılan çalışmalarla

“ırksal önyargı” ve “saldırgan ulusçuluk” ile “inançlar” arasındaki bağlantıyı açıklamaya çalışmışlardır (Kızılçelik, 2008: 82; Corradetti, t.y.’dan aktaran Birdişli, 2014)

1960’lı yıllarda yaşanan toplumsal olaylardan etkilenen eleştirel düşünürler Antonio Gramsci’nin burjuva egemenliği fikrinden son derece etkilenmişlerdir (Birdişli,2014:232). Bireyi kısıtlayan, her türlü baskıyı ve kalıbı eleştiren bu düşünürlerin en önemli amacının özellikle düşünsel alanda “özgürleştirme” olduğunu söylenebilir.

20 yüzyılın başlarından itibaren ortaya konulmaya başlanılan eleştirel teori;

uluslarası ilişkiler ile 80’li yıllarda Robert Cox aracılığı ile buluşmuştur. Cox’un fikirlerine geçmiş bölümlerde detaylı olarak değinildiği için bu bölümde onun anlattıklarına değinilmeyecektir.

Güvenlik alanında ise Eleştirel Teorinin esas yükselişi Soğuk Savaş sonrası dönemde olmuştur. Küreselleşmenin konuşulduğu, güvenlik olgusunun kollektifleştirildiği, çok aktörlü, çok sesli ve çok renkli bir dönem olan Soğuk Savaş sonrasında güvenliğe dair artık yeni bir şeyler söylemek gerekiyordu. Etnik çatışmaların yoğunlaştığı, demografik hareketlerin hızlandığı, bağımsızlığını isteyen toplumların yeni devletler kurduğu bu tabloda güvenlik kavramı içerisine sosyal, ekonomik, politik, insani ve çevresel faktörler dâhil edilmiştir (Ağır, 2003:125).

Eleştirel kuram, uluslararası ilişkiler disiplini özelinde, realizmin sınırlandırılmış ana kavramlar üzerine inşa ettiği, tek tip bir dünya algısıyla, diğer olguların tahakküm altına almasını eleştirmektedir (Ashley,1981:204-205). Eleştirel kurama göre güvenlik;

aktörlerin yaptıklarına, beklentilerine ve aktörler arası etkileşime bağlı olarak algıda şekillenen bir olgudur (Balzacq, 2003: 44).

Eleştirel çalışmalar, devletin merkeze alındığı güvenlik çalışmalarını eleştirirken bundaki en büyük sebebin çoğunlukla Soğuk Savaş sonrası ortaya çıkan küreselleşme olduğunu söylerler. Küreselleşme ile sınır aşan bir pozisyona gelen teknoloji ve sosyo-ekonomik güçlerin, devletin gücünü zayıflatan bir konuma geldiklerini, bu yüzden artık

126

belirtirler. Bu nedenle yeni düzende devlet merkezli algılamalar yerine, birey ya da toplum odaklı çalışılması gerektiğini ekleyerek, güvenliği daha geniş sosyal, ekonomik, çevresel ve politik araçlara eklemlemekte ve bu yeni düşünce sistemini de “özgürleş(tir)me”

(emancipation) olarak tanımlamaktadırlar (Booth,1991:313-326; Krause, 1998: 298-333’dan aktaran Ağır,2015:107).

Eleştirel çalışmalar, güvenlik çalışmalarında devlet yerine insanı odağına aldığı için güvenliğin içeriğinde insan, kişiler, toplum, toplumlar gibi katmanları ve onların arasındaki ilişkilerde güvenlik olgusunun açıklanması ile işe başlar. Bunu yaparken devleti inkâr etmez ancak temelini insan odağına atar. Bu sebeple de bir bakıma, insanın kendisini güvenlikte hissetmesi ile ilgilenir gözükür. Devleti, özgürlükler üzerinde yeri geldiğinde kısıtlayıcı olabileceği, kişilerin güvenliğini kendi güvenliğinden daha hakir görebileceği, bu yolla da topluma mutluluk vermesi amacından sapabileceği için eleştirir.

Güvenlik, eleştirel çalışmalara göre sadece devlet tarafından ya da devlete yönelik saldırılarla da tehdit edilmez. Devletin dışında gelişen toplumsal, kültürel, ekonomik ve çevresel etkenlerde güvenliği tehdit edebilirler. Bu bağlamda en büyük güvenlik sorunu bu faktörlerden dolayı ortaya çıkan özgürlüğün kısıtlanması durumudur. Haliyle eleştirel yaklaşım özgürlük ve güvenliği bir elmanın iki yarısı gibi ele almaktadır (Baldwin,2003:7).

Silah kullanma erkini elinde bulunduran devlet, yeri geldiğinde yapacağı eylemleri meşrulaştırmak için topluma, herhangi bir meseleyi, normal tartışmaya açık bir alandan, bir anda tabu ya da acil önlemlerle karşılanması gereken bir alana kaydırılması gereken bir konuymuş gibi gösterebilir. Bu durumda devlete, toplum önünde meseleyi güvenlik meselesi haline dönüştürerek olağanüstü yetki ve araçlarla olaylara müdahale etme yetisini meşrulaştırma hakkı kazandırır (Buzan ve diğerleri,1998).

Uluslararası İlişkiler Eleştirel Teorisi’ne göre güvenlik, artık, sadece devletin geçmiş yıllarda dışarıdan gelebilecek askeri bir saldırıya karşı kendi pozisyonunu şekillendirmesi kadar basitçe değerlendirilemez. Küreselleşme ile birlikte devreye yüksek sermaye sahibi şirketler, etnik kimlikler, toplumların algılamaları ve değer yargıları, teknolojiye dayalı yüksek iletişim kabiliyeti, artan mal ve bilgi hareketi ile birbirlerine bağımlı hale gelen ya da etkileşime giren yeni oyuncular girmiştir. Bu nedenle artık

sınırların ötesindeki gelişen herhangi bir konudaki güvenliksiz bir ortam sınırları ve içini tehdit eder olmaya başlamıştır. Bu tehditler artık öyle askeri çözümlerle ya da tek başına bir ulus-devletin gücü ile de kontrol edilememektedir.

Güvenliğin tesisinde artık sisteme giren yeni oyucularla uyumlu yeni düşüncelere ihtiyaç vardır. İnsan haklarının ön plana çıkartılması, bireysel hak ve özgürlüklerin korunması ile insanın özgürleştirilmesi, sivil toplumun desteklenmesi, demokratikleşme, ekonomik kalkınma, karşılıklı bağımlılığın teşviki gibi küresel ölçekte tedbirler alınması gerekecektir. Bu şekilde coğrafi sınırların giderek anlamını yitirdiği küresel toplumun ön plana çıkmaya başladığı yeni dönemde güvenliğin tesisi küresel çapta gerçekleşebilecektir.

Tüm bu güvenlik algısındaki değişime sebep olan küreselleşme, iç ve dış sorunları iç içe sokarak, devletlerin iç ve dış güvenlik sorunlarının kesiştiği bir alanda faaliyet göstermelerine neden olmuştur (Victor, 2000: 391-403’den aktaran Ağır,2015:109-110).

Devlet artık kendisine, sınırlarına yönelik tehditleri çok uzaklarda bulabilmektedir. Bu denli uzak mesafelerdeki tehditlerin yok edilmesi ise ancak işbirliğinin arttırılması ile olacaktır.

Bu süreçte küreselleşme, toplumlara değişim yönünde bir baskıda bulunmaktadır.

Bu değişim baskısı da yerel bir direnişle karşılaşmaktadır. Devlet bu iki gücün arasına sıkışabilmektedir. Bir yanda devlete evrilerek küreselleşmeye uyum sağlamasını, gücünden tavizler vererek işbirliğine açık olmasını tavsiye eden hem yerel hem de küresel bir güç, diğer yandan yerelliği kaybetmek istemeyen toplulukların devlete dayattığı bir güç vardır.

Artan yerellik yani kimlik olgusu zaman içerisinde ciddi tehditlere de dönüşebilmektedir. Her ne kadar bu tehdidi küreselleşme tam olarak yaratmasa da Soğuk Savaş yıllarında bastırılan bu değerler silsilesi, küreselleşme ile gelen özgürlük ortamında kendine ciddi kazanımlar elde etmiştir. Etnik ve dinsel kimliklerle ilişkili tehditlerin artışındaki temel neden hep var olan ancak küreselleşme ile artan ekonomik, siyasal ve sosyal değişimlerdir (Ishiyama, 2004: 3’ten aktaran Aydın ve Açıkmeşe, 2008: 205).

Küreselleşme ile birlikte azalan askeri tehditler yerini rekabetçi bir yapıya

128

yerel ve bölgesel çatışmalar, diğer bölgelerdeki güvenlikli alanları da tehdit eder hale gelmiştir. Bu istikrarsız bölgelerde gelişen, paylaşımdan tam olarak gerekli seviyede pay alamamış kesimlerce oluşturulan, içten küreselleşme karşıtı hareketler; “öteki” hatta

“sebep” olarak adlandırılan istikrarlı bölge, istikrarlı devlet ya da toplumları hedef almaya başlamıştır. Bu durumun günümüz deki adı “küresel terörizm” dir.

Bunun başka bir uzantısı da aynı ya da benzer grupların kendi devletleriyle ya da kendi içlerinde girdikleri haklı ya da haksız mücadelelerin sonuçlarıdır. Bu mücadelelerin dışında kalmak isteyen sıradan vatandaşlar için o coğrafyalarda kalmak bir yaşam mücadelesine dönmekte, bu durum da kitlesel göçlere sebep olmaktadır.

Küreselleşme ile esasında dünyaya sunulan Batı değerlerinin; yönetimde, ekonomide ve yaşamsal alanda sindirilerek, dünya çapında bir uyumun sağlanmasıdır.

Batı’nın toplumsal, ekonomik ve siyasal değerlerinin “evrensel” ve “kutsal” doğrularmış gibi empoze edilmesi, o değerleri benimsemeyen veya reddeden kesimler üzerinde tahrik edici bir unsur hâlini almaktadır (Arıboğan,2005:129-130). Dünyanın ya da toplumların bir kesimi bu değerleri benimsemekten çekinmezken diğer yanı şiddetle karşı durmaktadır.

Ağırlıklı olarak Batı’nın değerleri üzerine inşa edilmiş bu küreselleşme sürecine karşı çıkanların yarattığı istikrarsızlık, hem kendi bulundukları devlet ve bölgeleri hem de değerlerin sahibi olan Batı’yı ve onunla işbirliği içerisinde olan diğer devletleri tehdit etmekte ya da edebilmektedir.

Küreselleşmenin getirisi olan demokrasi, insan hak ve özgürlükleri ile kimliklerin daha fazla konuşulmaya başlanması aynı zamanda bu farklı söylemlere her anlamda kendilerini daha rahat ifade edebilme imkânı sunmuştur. Yapılan tüm eleştiriler bir kimlik çerçevesinde geliştiğinden Eleştirel Teori ile ilgilenen bazı bilim adamları, kimliğin güvenlikte çok önemli bir aktör olduğunu düşünür. Bu kimlik ilintisi sonucunda da zaten sosyal inşacılık yaklaşımı doğmuştur. Kimlik üzerinden yaratılan istikrarsızlık ve onun uzantısı olan güvenliksizlik, Eleştirel yaklaşımların bir alt kolu olarak gördüğümüz sosyal inşacılık için çözülmesi gereken en ciddi problemlerin başındadır.

Sonuç olarak Eleştirel Teori’nin Uluslararası İlişkilere yansıması kapsamında “sınır güvenliği” ile diğer teorilerde adı geçen “güvenlik” kavramı esasında çok da ayrı algılanmamaktadır. Güvenlik realizmde olduğu gibi sadece sınırları ve devleti tehdit eden bir kavram değildir. Devletin kendisi de yeri geldiğinde güvenliği tehdit edebilir. Burada hadise, güvenliğin “kimin için?” olduğu sorusu ile açıklanabilir. Güvenliğin merkezine insan ve toplumu koyan –koymak zorunda kalan- eleştirel teoriye göre sınır güvenliği, içten gelen ya da dıştan ancak illa sınırdaştan askeri olarak gelmek zorunda olmayan bir tehditle karşı karşıya kalabilir.

Sınırların güvenliğinden söz ederken sadece devletin varlığını korumaktan uzaklaşıp insan ve toplumun da varlığına yaklaştığımız anda sınır güvenliği artık fizikselliğini yitirmiş olacaktır. Gelecek tehditleri de ekonomik, çevre, toplum dinamikleri ve kimliklerin üzerinden yansıyan terör, kitlesel göç gibi alanlara yaydığımızda da askeri anlayışa körü körüne bağlı çözümlerden uzaklaşmış olmaktayız.

Sınır güvenliğinin eleştirel teori ile nasıl sağlanacağını anlayabilmek için çalışmanın bundan sonraki bölümlerinde Gramsci’nin kendi fikirleri ile Gramsci’nin fikirlerinden etkilenerek onun “hegemonya” kavramına ilişkin görüşlerini uluslararası ilişkiler alanına taşıyan Cox’un fikirlerinden faydalanılacaktır. Buradaki dikkat çekilecek konu ise bu iki düşünürün birbirlerini tamamlayan düşüncelerinin bir kesişim kümesini oluşturmak gerekliliğidir. Her iki düşünürün de fikirlerindeki eksiklikleri karşılıklı olarak iki yazarın ortaya koydukları ile tamamlayarak anlamaya çalışmak en akılcı yöntem olacaktır.

Hegemonya ile İtalyan yönetiminde söz sahibi olunabilmesi ya da dünyadaki ABD varlığının perçinlenmesi sağlanabiliyorsa, bu yöntemleri kullanarak bir bölgede, her anlamda karşılıklı çıkara dayalı bir sistem kurarak, üstünlüğü mütevazılıkla şekillendirerek, diğer devlet ve milletleri uygun görülen sisteme ve anlayışa yakınlaştırarak, onların kalp ve akıllarını kazanmak suretiyle, rızaya dayalı bir hegemonya kurabilmek ve bunun sonucunda da sınırlara dışarıdan ya da dışarının içeriye yansımasından kaynaklı bir tehdidin gelişmesini önleyebilmek mümkün olabilmelidir.

130

Eleştirel teorinin hegemonya kavramına istinaden oluşturulacak sınır güvenliğine yönelik bu yeni yaklaşımda; diğer bütün teorilerin, düştükleri hatalardan ders çıkarılması ve bir noktaya ya da birkaç konuya odaklanmaktan ziyade daha geniş bir perspektiften hadiseye yaklaşılması gerekmektedir. Bunun için realizmin devlet odaklı güvenlik anlayışından uzaklaşarak, Eleştirel Teorinin gereklerinden olan insan ya da toplum odaklı düşünce birincil öncelik olurken, kimliklerin önümüzde durmaması için gerekli tedbirlerin de alınması, ayrıca sivil toplumun desteklenmesi gerekecektir.

Ortaya koyulacak düşünceya itirazların yükselmemesi için ikna yönteminin kullanılması, bunun için de öneri ve değerler sisteminin yani ideolojinin kimlikleri olumsuz yönde etkileyen unsurlarla donanmış olmaması gerekmektedir. Tüm bunların yanında da devleti tamamen işlevsizleştirmekten uzak durarak, onu dışlayıcı bir tutuma sapılmaması gerekecektir. Ayrıca fikirlerin devlet üstü bir seviyede ortaya koyanlar tarafından da sahiplendiği bir düzlemde savulması son derece önemlidir. Bu yaklaşım ile diğer devletler, başat aktöre karşı olumsuz algılardan uzak tutulabilinecektir. İlişkilerde yaşanacak ve yaşatılacak en önemli unsurun karşılıklı saygı ve kazanımlar çerçevesinde olması da gerekli güven ortamını sağlayacaktır.

Yapıya öncelikle bölgesel bir şekilde yaklaşmak bir test olanağı sağlayacaktır.

Belirli bir bölgede test edilecek yaklaşım, bahse konu bölgede onanır ve güvenlikli bir alan yaratarak sınır güvenliğine katkı sağlarsa, bu yaklaşımın diğer bölgelerde de uygulanabileceği anlamına gelecektir.

Tüm bunların harmanlandığı ortam Avrupa Birliği Komşuluk Politikaları’nın Akdeniz Havzasındaki uygulamalarıdır. Başlangıçta çok farklı amaçlarla başlayan ilişkiler zamanla oluşan bir güvenlik kaygısı ile Birliğin sınırlarında güvenlikli bir halka yaratma konseptine dönüşmüştür. İki düşünürün fikirlerinin bir harmonisinden ve eleştirel teorinin kendisinden yararlanılan sınır güvenliğine bu yeni bakışın, Birliğin yıllar içerisinde ortaya koyduğu bu proje üzerinden test edebileceğini değerlendiriyoruz.