• Sonuç bulunamadı

2.2. Şehir Markasını Oluşturan Faktörler Açısından Şanlıurfa

2.2.6. Tarihi Yapı

İnsanlık tarihindeki önemli değişimlerin öncüllerinin Güneydoğu Anadolu Bölgesi’ni de içine alan ‘Bereketli Hilal’ bölgesinde, bundan 13 veya 14 bin yıl öncesine uzanacak şekilde başladığı ortaya çıkmıştır. Bu gelişmelerin birçoğunun bölgede sonraki dönemlerde gerçekleşecek olan şehirleşmenin sosyal altyapısını ve dinamiğini oluşturduğu düşünülebilir (Özdöl, 2011: 173). ‘Bereketli Hilal’de yer alan ve Dicle ile Fırat Nehirleri’nin verimli topraklarının cazibesi nedeni ile tarihin her devrinde önemli kültürleri içinde barındırmış olan Şanlıurfa, tarih öncesi devirlerden günümüze değin çok sayıda medeniyetin yaşam alanına sahne olmuş, görkemli şehirlere ev sahipliği yapmıştır. Bu durumun günümüze olan yansımaları da etnik çeşitlilik, halk kültürünün ve folklorik öğelerin zenginliği olarak tezahür etmiştir (Özbek vd., 2010: 2).

Şanlıurfa, uygarlıkların, inançların ve insanlığın paylaşılan değerlerinin ortaya çıktığı ve yükseldiği en önemli merkezlerden biridir (Çelik, 2015: 551). Tarihi yaklaşık 12.000 yıl öncesine kadar uzanan bu kadim şehir Sümer, Babil, Hitit, Asur, Pers, Makedonya, Roma ve Bizans gibi pek çok uygarlığa ev sahipliği yapmıştır. Bu uygarlıklardan devraldığı tarihi ve kültürel yapısı ve 1827 adet tescilli kültür varlığı ile Güneydoğu Anadolu Bölgesinin turistik potansiyeli en yüksek illerindendir. Balıklıgöl ve Harran Kümbet Evleri gibi en fazla bilinen öğelerin yanı sıra çok tanrılı inançların merkezi konumunda olan Göbeklitepe’si, dünyaca tanınan Haleplibahçe Mozaikleri, Soğmatar Mağarası ve Şuayip Antik Şehri ile ziyaretçilerin ilgi odağı olmayı sürdürmektedir (Özbek, 2011: 2).

Şanlıurfa şehri tarihte farklı zamanlarda farklı adlarla anılmıştır. Bunların arasında en uzun ömürlü olanlar ‘Urhay (Orrhei veya Orhai)’, ‘Callirhoe Yanındaki Antioch’, ‘Edessa (Edes)’ ve ‘Ruha’dır. ‘Urhaya’ Aramice bir sözcüktür. ‘Callirhoe Yanındaki Antioch’ ise Büyük İskender’in Edessa’yı övmek için kullandığı bir isim olup, ‘Callirhoe’ kelimesi Grekçe’de suya yakın olan şehir anlamına gelmektedir. ‘Edessa’ ismi de eski Şanlıurfa’ya yine Büyük İskender tarafından verilmiş olup, suları bol manasına gelen bu isim

93 Makedonya’nın o tarihteki başkenti, suları bol ve çok yeşil bir yer olan Edessa şehrine benzemesi dolayısıyla verilmiştir. Arap hakimiyetinde şehre verilen ve Osmanlılar zamanında da kullanılan ‘Ruha (Er-Ruha)’ ismi de Arapça da suyu bol olan yer manasına gelmektedir.

Görüleceği üzere bu şehre tarih boyunca verilen isimler hep sularının bolluğuna ya da su kaynaklarına yakınlığına atfen verilmiştir (Şahinalp, 2006: 108).

Tarihi mirasının zenginliğinden dolayı ‘Müze Şehir’ olarak da anılan Şanlıurfa, yukarıda adı geçen Harran, Şuayb Şehri, Soğmatar gibi oldukça üne sahip ören yerleriyle beraber il sınırları dahilindeki 33 antik yerleşmedeki arkeolojik çalışmalarla ve bütün tarihi dokusunun korunarak günümüze kadar gelmiş olmasıyla tarih ve arkeoloji turizmine ilgi duyanlara da hitap etmektedir. İl merkezinde bulunan 200 dolaylarında tarihi ev, 36 cami ve mescit, 8 medrese, 7 köprü, 5 kilise, birer tane su kemeri ve su bendi, 13 çeşme, 8 hamam, 1 sebil, 1 çimecek, 1 kale, şehir suru kalıntıları, 2 sur kapısı, 11 han ve 8 kapalı çarşı Kültür ve Turizm Bakanlığınca tescillenmiştir (Zengin ve Sancar, 2014: 145). Ayrıca 4 adet de kervansaray vardır. Bunlar; Han el-Ba’rur, Çarmelik, Titriş ve Mırbi (Ilgar) Kervansaraylarıdır. Han el-Ba’rur Eyyubiler dönemine aitken, diğer üçü Osmanlı dönemine aittir (Özbek vd., 2010: 5).

Şehir merkezinde bulunan, Hz. Eyyub’un çile mağarası ve Harran ilçesi civarındaki Bazda mağaraları da turistik değer açısından önemli zenginliklerdendir (Zengin ve Sancar, 2014: 148). Eyüpnebi Mahallesi sınırları içinde bulunan çile mağarası şehrin üç mahallesine ismini vermiştir. Süryaniler zamanında da kutsal olarak kabul edilen bu mekânda şifalı suyu olduğuna inanılan bir kuyu ile Hz. Eyyub’un çile çektiğine inanılan bir mağara yer almaktadır. Bazda Mağaraları hakkında ise kayalardaki Arapça Kitabelerden 13. yüzyılda Abdurrahman el-Hakkari, Muhammed ibn-i Bakır, Muhammed el-Uzzar gibi şahıslar tarafından işletildiği anlaşılmaktadır. Bazda Mağaraları bölgenin en güzel görüntüye sahip taş ocağıdır (Zengin ve Sancar, 2014: 148). Şanlıurfa’nın diğer önemli tarihi yapıları arasında sur kalıntıları ve kapıları da önem arz etmektedir. Esas itibariyle, tarihi olan şehirlerin etrafında bulunan surlar ve bunların içinde yer alan şehir kapıları değerli kültürel çekim unsurlarından sayılmaktadır (Şahinalp, 2005: 72).

Bununla beraber, Şanlıurfa’da hali hazırda birçok tarihi eser koruma alanlarında yer almasına karşın başka birçok eser de beton yapılaşma arasında kaybolmaya meyletmiş vaziyettedir. Buradaki hatalı yaklaşım tarzı, devletin vatandaşa rağmen arkeolojik değerleri muhafaza etmeye çalışmasına karşılık vatandaşın devlete rağmen bu eserleri yıkmaya çalışmasıdır. Çünkü vatandaş bu yapıları kullanım değeri olmayan harabeler olarak

94 değerlendirmekte ve sahibi olduğu yapının tarihi eser olarak tescil edilmesini kendisine verilmiş bir ceza olarak görmektedir. Dolayısıyla vatandaşa ait bir kısım tarihi eserlerin kazanç sağlayan mahiyete büründürülmesi bu yapıların korunabilmesi açısından önemlidir (TASAM, 2014: 14).

Kültür varlığı olarak tescil edilmiş ve aynı zamanda Şanlıurfa’nın tarihi dokusunun zenginliğine işaret eden çekim merkezlerinin ilk sıralarda yer alanları Balıklıgöl, Şanlıurfa Mozaikleri ve Göbeklitepe’dir.

Balıklıgöl: Taşıdığı dini fonksiyon dolayısıyla Şanlıurfa’da tarihi nitelikteki mekânların ilk olarak akla geleni Halilurrahman ve Ayn Zeliha gölleri ile tarihi cami ve medreseleri içinde barındıran, diğer ismine Dergâh da denen balıklı göller çevresidir. Yerel halk ile yerli ve yabancı ziyaretçiler tarafından en çok ziyaret edilen alanlardan başlıcasıdır.

Bu ziyaret yoğunluğunun esas sebebi bölgeye atfedilen kutsallıktır. Bu kutsallık inancı evvela Yahudiler arasında ortaya çıkmış olup, onlardan Süryanilere, onlardan da Müslümanlara geçmiştir. Bu alanın güneyindeki tepede bulunan ve M. Ö. 2. yüzyıldan kalmış olan Urfa Kalesi de bu alanın önemini artıran başka bir faktördür (Şahinalp, 2005: 69-75).

Urfa Kalesinin M. Ö. 9500 yıllarına ait neolitik bir yaşam höyüğü üzerine inşa edildiğine dair tahmin yürütülmektedir. Kalenin yanı başında ortaya çıkarılan ve Şanlıurfa Müzesinde sergilenmekte olan 11.500 yıllık geçmişi olan Balıklıgöl Heykeli, kaleyle beraber Balıklıgöl bölgesinin tarihini de bilimsel anlamda ortaya koymaktadır (Özbek vd., 2010: 4).

Ayrıca bu alan, 1991 yılında cereyan eden 1. Körfez Savaşı’na kadar hacca giden kafilelerin alışveriş ve ziyaret yaptıkları uğrak yerleriydi. Bu durum şehrin inanç turizmi yönünden önemli kültürel değerleri barındırmasından kaynaklanmaktaydı. Bugün dahi çevre ilçe ve köylerden çok sayıda ziyaretçi, sadece Cuma namazını bu camide eda etmek amacıyla Şanlıurfa’ya gelmektedir (Şahinalp, 2005: 69-75).

Şanlıurfa Mozaikleri: Antik Edessa şehrinin Grek kültür mirasından en önemlisi çok renkli ve ustaca yapılan Haleplibahçe’deki mozaiklerdir. Bu mozaiklerde savaşçı amazon kraliçelerinin mozaiğe işlenmiş dünyadaki ilk örnekleri yer almaktadır. Uzmanlar bu mozaikleri yapılış tekniği, sanatı ve Fırat Nehrinde bulunan 4 mm2 ebadındaki taşlardan yapılması dolayısıyla dünyanın en değerli mozaikleri olarak kabul etmektedirler (Özbek vd., 2010: 4).

95

Göbeklitepe: 2019 yılı Cumhurbaşkanlığımız tarafından Göbeklitepe yılı olarak ilan edilmiştir (www.sabah.com.tr, E. T. 15.04.2019). Dünyada bilinen en kadim kült (ayinsel) yapılar topluluğu ünvanına sahip olan Göbeklitepe’nin (Göktaş ve Türkeri, 2016: 107) kazıcısı Klaus Schmidt bu keşfi “…önce tapınak kuruldu sonra şehir...” diyerek özetlemiştir.

Çünkü Schmidt’e göre, avcı-toplayıcı topluluklar marifetiyle yapılmış olan Göbeklitepe’de yerleşimin ‘sürekli’ olduğuna dair herhangi bir ize rastlanmamıştır ve bu tarz dinsel alanlar toplumların yerleşik hayata geçmesinden daha önce de var olan bir olgudur. Göbeklitepe kazılmayı bekleyen dolgu birikimiyle belki Paleolitik Çağ içlerine kadar uzanabilecek bir tapınaklar bölgesidir (Özdöl, 2011: 175).

Göbeklitepe’de yapılan arkeolojik kazılarda insanlığın yerleşik hayata geçişiyle ilgili mevcut bilgileri tamamen hükümsüz hale getirecek bulgular ortaya çıkmıştır. Göbeklitepe günümüzden 11.500 yıl öncesine kadar uzanan Çanak Çömleksiz Neolitik yerleşim merkezidir. Bu bölge 2005 yılında Kültür ve Turizm Bakanlığı tarafından 1. derece arkeolojik sit alanı olarak ilan edilmiştir. İnsanoğlunun, tek Yaratıcıyı bildiren semavi dinlerden önceki çok Tanrılı döneme ait ilk tapınağı M. Ö. 5000 yılına kadar uzanan Malta Adası’ndaki tapınak olarak bilinmekteyken Göbeklitepe yerleşiminin tespiti ile bu bilgi hükümsüz kalmıştır.

Göbeklitepe’de yaşamış insanların tapındıkları boğa, arslan, kurt, domuz, turna kuşu, ördek ve yılan başta olmak üzere çeşitli hayvan kabartmalarının yer aldığı ‘T’ şeklinde taş steller 2000-2001 kazılarında gün yüzüne çıkarılmıştır (Özbek vd., 2010: 4).

Bir kısmının dar yüzeyleri birbirine paralel iki çizgiyle bezenmiş olan bu stellerin rahiplerin pelerinlerini andıran bir tür özel kıyafet giymiş bir grup insanı simgelediği düşünülür. Burada ortaya çıkarılmış olan 50 kadar stelin çoğunun üzerine hayvan kabartmaları işlenmiş olup bazen sütun başlığı hayvan şeklinde inşa edilmiştir. T şeklinde dikilitaşlardan oluşan anıtsal kült (ayinsel) yapıların belirli bir plan çerçevesinde ve oldukça geniş bir iş gücüyle inşa edilebilecekleri aşikardır. Ağırlığı 10 tona kadar çıkabilen taş stellerin tek parça halinde işlenip kaynağından çıkarılması, taşınması ve tapınaklarda yerlerine koyulması, ayrıca gerçek boyutuyla aynı veya ondan daha büyük olan kabartma ve heykeltıraşlık eserleri, söndürülmüş kireçten yapılmış olan beton sertliğindeki tabanlar sadece birkaç kişiyle gerçekleştirilemeyecek olan büyük çaplı faaliyetlerdir. Yapılan bir tahmine göre sadece tek bir steli taşımak için 525 erkek gücüne ihtiyaç vardır. Bazıları 7 metre boyunda ve 50 ton ağırlığında olan stellerin bir yerden başka bir yere taşınması büyük bir güç ve mukavemet gerektirir (Özdöl, 2011: 183-193).

96