• Sonuç bulunamadı

Taşradan Merkeze Uzanan Bir Yazar: Orhan Pamuk

5. ULUSAL ALEGORİ VE TAŞRA EDEBİYATI

5.3. Taşradan Merkeze Uzanan Bir Yazar: Orhan Pamuk

klişelerin ve tarihsel göndermelerin nasıl çevrileceği üzerinedir. Metinlerin çevrildiği Anglo Sakson dünyasında din, kültür ve tarih farklılıklarından dolayı çevirmenin bunları Türkiye, İslam ve Osmanlı tarihi hakkında çok az bilgi sahibi olan hedef okuyucu kitlesi için anlaşılır duruma getirmesi gerekliliğinin yarattığı güçlükler çok fazladır.135

Dünya’nın tüketimi için yazan Üçüncü Dünya yazarlarının tutumlarını ve stratejilerini ödünç almıştır. Pamuk bütün numaraları bilmekle kalmıyor; hiçbirini de kaçırmıyor.”138

Eserleri elliden fazla dile çevrilerek Nazım Hikmet ve Yaşar Kemal gibi Türk edebiyatının iki büyük ismini geride bıraktı. Bu başarının arkasında Orhan Pamuk’un selefleri olan Ahmet Hamdi Tanpınar ve Oğuz Atay’dan farklı olarak sadece yerli okuru değil; yabancı okuru da hesaba katarak yazmasının büyük rolü bulunmaktadır.

Son derece içe kapalı bir edebiyat ortamında bir bakıma Orhan Pamuk gibi yazarlar uluslararası edebi normlar ile ulusal geleneği uyum içerisinde kullanarak dışa açılabilen yazarların bir örneği olmuştur.

Merkez ülke yazarlarının kültürel hegemonyaya sahip bir uygarlığın yazarları olarak, kendi ülkeleri dışındaki okuyucu kitlesine ulaşabilmek ve kitaplarındaki kültürel referansların anlaşılamaması gibi bir sorunu omuzlarında taşımıyorlar. Çevre ülkelerde yazılan romanların çevirileri çoğu zaman çevirmenlerinin dipnotlarıyla dolup taşar. Yerler, tarihsel olaylar ve o ülkenin gündelik yaşamına özgü nesne ve alışkanlıkları kısaca tanıtan bu açıklamalar olmadan bu romanları okumak zordur.

Ancak söz konusu olan Amerikalı bir yazarsa böylesi bir çabaya girmeye gerek yoktur. Gerek Batı’nın popüler kültür gerekse de sinema üzerindeki hâkimiyeti nedeniyle New York’un semtlerini, oraya hiç gitmemiş olanlar dahi, kendi şehirlerinin semtleri gibi bilirler. Amerikalıların gündelik hayatlarından, tarihsel kırılma noktalarına kadar (Pearl Harbor Baskını, Amerikan İç Savaşı, Kennedy Suikasti, Normandiya çıkarması, Titanik Faciası…) birçok şeye yabancı değillerdir.

İlköğretim okullarında mahkemelerde jüri üyeleri salonların neresinde oturur diye bir soru sorulsa pek az öğrenci Türkiye’de jüri sisteminin olmadığını söyleyecektir. Bu nedenle her Amerikalı yazar romanındaki en Amerikan ayrıntıların bile (Bunlardan özellikle Amerikan futbolu ve beyzbol altkültürü ile ilgili olanlar bizler için bezdiricidir.) dünyanın herhangi bir yerindeki okur tarafından bilineceğini varsayarak yazar. Belki de tuhaf bir içedönüklüğün emaresi olarak birçok Amerikalı yazar böylesi bir varsayım üzerine düşünmemiştir bile. Çünkü o kadar kendi merkezlerinde yaşayıp düşünmeye alışmışlardırki, kendi dünyalarının dışındaki bir dünya üzerine       

138 age, 201.

düşünmeye bile gerek duymazlar. Kendilerini dünyanın merkezine o kadar çok koyarlar ki bu tür alımlama sorunları üzerine adeta körleşmişlerdir.

Taşra ülkelerinin yazarları, merkez ülke yazarlarının sahip olduğu bu ayrıcalıklardan yoksundurlar. Merkezin kıyısında bulunan yazarlar küresel okuyucu kitlesine ulaşmak için çeşitli yöntemler geliştirmek zorundalar. Dünya edebiyatına karşılaştırmalı bir perspektifle bakmayı öneren David Damrosch bu yöntemlerden birisinin “yöresizleştirme” yani “yerel bağlamın dışında, memleketin adetleri, mekânları, insanları veya tarihine hiçbir gönderme yapmadan” yazmak olduğunu belirtir.139 Kafka’nın “Şato” ve “Ceza Kolonisi”, Borges’in “Ruinas Circulares”i ve Samuel Beckett’in oyunlarını bu yöntemin örnekleri olarak değerlendiren Damrosch şu saptamada bulunur: “(…)isimlerini andığımız üç yazarın da, ülkelerine uzun zaman egemen olmuş emperyal güçlerin gölgesinde kalmış çevre kentlerde (Prag, Buenos Aires, Dublin) doğmuş olması kayda değerdir. Her üç yazar da, kendilerine boğucu gelen taşralılığın ötesine geçmeyi tercih etmişlerdir.”140 Yukarıda bahsedilen yazarların Avrupa’nın taşrası sayılabilecek ülkelerinden çıkarak Almanca, İspanyolca ve İngilizce gibi merkez dillerde yazdıkları düşünüldüğünde bunun da bir tür kendini kabul ettirme stratejisi olduğu söylenebilir. Damrosch bundan daha farklı bir stratejiyi ise “küyerel (glocal)” [küresel+yerel: küreyel, global+local: glocal]

olarak adlandırır. Küresel düşünüp, yerel hareket eden sivil toplum örgütlerinden esinlenerek adını koyduğu bu stratejiye göre “Yazarlar yerel meseleleri küresel bir kitleyi hesaba katarak-kendi özgül yerelliklerinden dışarıya doğru açılarak ele alabilirler yahut yerelliklerini küresel değişimin küçük boyutlu bir örneği gibi sunarak, dışarıdaki dünyadan içe doğru ilerleyen bir güzergâhı öne çıkartabilirler.”141 Kipling’i küyerel stratejinin birinci biçimine örnek gösteren Damrosch, Orhan Pamuk’u ise ikinci biçimin bir örneği saymaktadır:

“(…)Orhan Pamuk, küyerelliğin bu türünü, modern Türkiye’nin dünyadaki muğlâk konumuna hitap etmenin bir yolu olarak gördü. Orta Doğu ve Doğu Avrupa’nın büyük bir bölümünü hâkimiyeti altında bulunduran büyük bir imparatorluğa uzun süre merkezi olmuş Türkiye 19.

      

139David Damrosch, Dünya Edebiyatı Nasıl Okunmalı? çev. Devrim Çetinkasap (İstanbul: İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları, 2010),126.

140 age, 127.

141 age, 127-128.

yüzyılın sonunda sömürge varlıklarını kaybetti ve Türk siyasi önderler ve entelektüeller Türkiye’nin konumunu yeniden düşünmeye başladılar. (…)Giderek artan sayıda Türk yazar, roman yazmaya başladı ve Türkiye toplumunu ve onun dünyayla kurduğu bağı keşfederken modernizmin ve sosyalist gerçekçiliğin Avrupalı kalıplarını kullandı. Bu bağın muğlâklıklarını hiçbir Türk yazar Orhan Pamuk’tan daha çok kendi merkezi ilgi odağı haline getirmemiştir.

Pamuk bakış açısı ve edebi referanslar yönünden bütünüyle Avrupalı, malzeme seçimi yönünden ise istikrarlı bir biçimde yerli olan bir romancıdır.”142

Orhan Pamuk romanlarında “içeriye” “dışarıdan” bakabilmenin bütün artılarını kullanarak ve içinde yaşadığı tarihsel mirası estetikleştirerek başarılı olmuş bir yazardır. Orhan Pamuk’un ulusal alegori formunu kullanan diğer Türk yazarlarından en büyük farkı “içeriyi” “içerideki okuyucuya” anlatma anlayışını değiştirerek;

“içeriyi” hem “içerideki” hem de “dışarıdaki” okuyucuya anlatma yoluna gitmesidir.143 Başarısının sırrı tam olarak burada yatmaktadır. “İçeriyi” “içerideki okuyucuya” anlatma çabasının en büyük riski edebiyatın “biz bize benzeriz”ci türünden ulusal özgünlük arayışlarına kapı aralamasıdır. Ancak Orhan Pamuk bu riski temsiliyet meselelerini sürekli sorunlaştırarak ve bir noktadan sonra Doğu ya da Batı adına konuşmak ya da bu tartışmayı sonuca bağlamak yerine bu konumları geçersizleştiren bir söylemi hâkim kılarak aşmıştır. Bir taşra ülkesinde yazıyor olmanın dezavantajlarını, avantaja dönüştürmüştür. Taşrada olmanın bütün gerilimini, çıkmazını yaratıcı bir enerjiye ve estetiğe çevirebilmeyi başarmıştır.

İçinden geldiği kuşağın toplumsal gerçekçilik, varoluşçuluk gibi ana akımlara bağlandığı, estetik biçimlerin “dışarıdan” ithal edildiği ya da son derece gelenekçi bir şekilde dünyadaki edebi gelişmelere kapalı kalındığı bir dönemde; Pamuk bambaşka bir arayışa yönelmiştir. Kıyıda köşede kalmış birtakım anı ve tarih kitapları kimsenin ilgisini çekmezken; bunlar onun edebi metinleri içersinde yeniden dönüşüp farklı bir sese dönüşmüşlerdir. Batılı okur için de bu, yeni bir ses anlamına gelmekteydi.

Orhan Pamuk bir yandan taşrada olmanın ağır yükünün altında ezilmek yerine merkezsizliği seçerek bütün belirlemelerden ve kısıtlamalardan kurtulmanın yollarını aramış; öte taraftan bir yere ait olmanın bağlarından yararlanarak romanına sahici bir çehre kazandırmıştır. Bu çoklu aidiyetler ya da aidiyetsizlikler ona Doğu’nun       

142 age, 131-132.

143Bu konudaki istisna “Kar” romanıdır. Türkiye’nin tarihsel ve politik dinamiklerine hâkim olmayan yabancı okur tarafından beğenilen bu romanın, bu dinamikleri iyi bilen yerli okur tarafından

yadırganması kaçınılmazdır.

içindeki Batı; Batı’nın karşısındaki Doğu olma imkânını vermiştir. Postmodernizmin merkezsizliği, kimliklerin oynaklığı ve yer değiştiriciliği Orhan Pamuk’un en sevdiği temalar olagelmiştir. “Beyaz Kale” romanı esasında bu yer değiştirme/çoklu aidiyet teması üzerine kurulmuştur. Venedikli esir ile Hoca’nın konumları bir temsiliyet ilişkisinden ziyade temsiliyeti bozma, temsiliyetlerle oynama stratejisi üzerine kuruludur. Romandaki düşsel atmosfer ise tıpkı uzaklardaki ele geçirilemeyen beyaz kale gibi kimliklerin muğlâklığını ve geçişkenliğini hatırlatır bizlere. Biz ve öteki çelişkisi üzerine oturtulmuş tarihi romanlardan farklı olarak biz ve ötekinin göreceliliği üzerine yazılmış bambaşka bir anlayışla karşılaşırız Orhan Pamuk’ta.