• Sonuç bulunamadı

Dünya Edebiyatı’nın Gölgesinde Türk Edebiyatı

5. ULUSAL ALEGORİ VE TAŞRA EDEBİYATI

5.2. Dünya Edebiyatı’nın Gölgesinde Türk Edebiyatı

İşte bu noktada dünya edebiyatı ile ilgili tartışmaya göz atmak yararlı olacaktır.

Edebiyat sadece soyut bir estetik alanı olarak değerlendirilemez. Her metin kendi içindeki yapısıyla olduğu kadar (metinsel eleştiri) metin dışındaki bağlamıyla da anlaşılabilir hale gelmektedir. Dünya edebiyatı ile ilgili son çeyrek yüzyılda ortaya çıkan hararetli tartışmalar bu bağlamı okuma arayışının ne kadar önemli olduğunu ortaya koymaktadır. Dünya edebiyatı tartışmaları büyük ölçüde şu temel tezden yola çıkıyor: Tıpkı siyaset ve ekonomide olduğu gibi edebiyat için de küresel güç ilişkileri söz konusudur. Bugün küresel dünyadaki edebi çeşitliliği ve farklılığı anlayabilmek için yerel bağlamı olduğu kadar uluslararası bağlamı da hesaba katmak gerekiyor.

Uluslararası edebiyat piyasası; kullanılan dilin yaygınlığı, çeviri meseleleri, yayın endüstrisinin gelişkinlik düzeyi gibi birçok parametrede eşitsiz bir ilişkiler denklemine dayandığı için merkez dünyayı oluşturan Amerikan, Fransız, Alman, İngiliz edebiyatları ile taşra ülke edebiyatları aynı koşullarda yarışamamaktadırlar.

Siyasi, iktisadi güç ilişkileri ile yakından ilişkili olan bu bölünmeyi göz ardı ederek merkez dışı edebiyatları (ki onlar arasında da ciddi farklılıklar mevcuttur) değerlendirmek mümkün olmayacaktır. Dünya edebiyatına bütünsel bir perspektifle bakmayı salık veren birçok eleştirmen bu bölünmenin üzerinden ısrarla durmaktadırlar:

“Edebiyat dünyasına saf edebiyatın hükmettiği yolundaki saf görüş, burada hüküm süren görünmez şiddetin bütün izlerinin silinmesine, bu dünyaya has güç ilişkilerinin ve edebi savaşların yok sayılmasına yol açar. Edebiyat dünyasının tek meşru temsili, huzurlu bir uluslararası alan, edebiyata ve tanınmaya herkesin serbest ve eşit bir erişim hakkına sahip olduğu, zamanın ve uzamın dışında, çatışmalardan ve tarihten uzak büyülü bir evrenin resmidir. Bütün tarihi ve siyasi bağlarından koparılmış bir edebiyata ilişkin bu kurgu; tarihle, dünyayla, ulusla, siyasi ve ulusal rekabetle, ekonomik bağımlılıkla, dil boyunduruğuyla hiçbir ilişkisi olmayan, saf bir edebiyat tanımına duyulan inanç; ulusal değil evrensel, özerkliğe, siyasi ve dilsel bölünmelere uzak bir edebiyat fikri, esasen siyasi çatışmalardan kendini kurtarmış olan en özerk bölgelerde doğmuştur. Merkezdeki yazarlardan pek azı dünya edebiyatının yapısı hakkında fikir sahibidir; onlar sadece merkezdeki çatışmalar ve normlarla karşı karşıya gelmiş; ama doğal buldukları için onları o gözle görememişlerdir. Bu yazarlar tanım itibariyle kör gibidirler. Dünyaya bakış açıları, gördüklerinden ibaret sandıkları dünyayı onlardan saklar. Meşru edebiyat dünyasıyla banliyöleri arasında telafisi imkânsız, şiddetli bir kopukluk olduğunu ancak çevre bölgelerdeki yazarlar algılayabilirler; onlar Octavio Paz’ın dediği gibi ‘giriş kapısını bulmak’ ve kendilerini merkez(ler)e kabul ettirmek için gayet somut bir savaş vermek zorunda olduklarından, edebi güç dengelerinin doğasını da, biçimini de daha net olarak görürler. Edebiyata duyulan olağanüstü inancın yadsıma gücü öyle büyüktür ki, varlığı asla kabul edilmeyen bu engellere rağmen sanatçı olarak özgürlüklerini yaratmayı başarırlar. (…) kısacası özgül yeniliklere en açık olanlar, dünyanın bu köşelerinden çıkmış yazarlardır; onlar edebiyat dünyasının eşitsizlik üzerine kurulmuş yapısındaki özgül yasalara ve kuvvetlere göğüs germeyi uzun zaman önce öğrenmiştir, ayrıca yazar olarak ayakta kalmanın yolunun bu merkezlerde kabul görmekten geçtiğinin farkındadırlar. Yazar olarak kimliklerinin temelinde, bu farkındalık ve edebi düzene karşı isyan vardır.”133

Türk edebiyatını bu değerlendirmeler ışığında tartışmak yerinde olacaktır. “Saatleri Ayarlama Enstitüsü”, “Tutunamayanlar” ve “Tehlikeli Oyunlar” ulusal alegorinin edebiyatımızdaki en seçkin örneklerinden sadece birkaçıdır. Ahmet Hamdi Tanpınar ve Oğuz Atay ancak ölümlerinden sonra hak ettikleri ilgiye kavuşarak modern Türk edebiyatı geleneğinin vazgeçilmez yazarları haline gelmişlerdir. Peki, Türkiye sınırları dışında neden aynı ilgiyi göremediler? Gerek Tanpınar’ın gerek Atay’ın yurtdışında yeterince tanınamamasındaki nedenlerden birisi romanlarının (özellikle Oğuz Atay) yabancı dile çevrilebilmesindeki güçlüklerden kaynaklanıyor. Çeşitli gündelik konuşma kalıpları, yerel gülmece öğeleri, deyimler, Türk davranış ve tutumlarının geniş ve eleştirel panoraması, ironiyi sağlamak için kullanılan Türkiye’ye özgü klişeler “Tutunamayanlar”ın çevrilmesini zorlaştırdığı için Türk edebiyatının bu önemli eserini çevirmeyi göze alan bir çevirmen daha bulunamamıştır.134 Bir diğer neden de her iki yazarın Türkiye’nin yerel ölçütlerinde ve sınırlarında yazıyor olmalarından kaynaklanmaktadır. Bugün dünyaya hâkim olan       

133Casanova, Dünya Edebiyat Cumhuriyeti, 57-58.

134Fahrünnisa Meltem Gürle, “Oğuz Atay’s Dialogue With The Western Canon In The Disconnected”

(Doktora Tezi, Boğaziçi Üniversitesi Batı Dilleri ve Edebiyatları Bölümü, 2008), 17.

Batı uygarlığı içinden gelen bir yazarın kitabındaki dini, kültürel referanslar bu uygarlığın hâkimiyet altına aldığı alanlarda da yeterince bilindiği için ortaya bu düzeyde bir anlaşılamama sorunu çıkmamaktadır. Ancak merkez dışı ülkelerden gelen yazarların kendi uygarlığına referansla yazdığı romanlar ciddi bir anlaşılma sorununu da beraberinde getirmektedir. Bu durum eşitsiz uygarlıklar denkleminin bir ürünüdür.

Tanpınar gibi yüksek kültürün öğelerini eserlerinde bolca kullanan bir yazarın, yabancı okurlar tarafından anlaşılabilmesi için Dede Efendi’den, Şeyh Galip’e bir dizi kültürel referansın bilinmesinin gerekliliği yüzünden anlaşılarak okunup değerlendirilmesi kolay olmuyor. Kaldı ki bu durum Türkiye’deki okurun da Tanpınar’a yeterince nüfuz edebilmesi için geçerlidir. Müzikten, mimariye, tarihten, felsefeye kadar engin bir birikimle örülmüş Tanpınar metinlerinin anlaşılması okurdan yüksek bir kültürel birikim talep etmektedir. Oğuz Atay için de benzer bir açmaz söz konusudur. “Tutunamayanlar” düşünüldüğünde Türkiye’nin yakın ve uzak geçmişine dair serpiştirilmiş ve esas olarak yerli okurun hâkim olabileceği tarihsel ve kültürel kodlara yönelik göndermelerle yazılmış bu romana dil engeli aşılsa bile yabancı okurun nüfuz edebilmesi zor görünüyor. “Tutunamayanlar”

avangart ve modernist estetiğin en yetkin örneklerinden biri olarak Batı edebiyat kanonunun seçkin örnekleri ile kıyaslanabilecek bir eser. Yazarın ironisinin anlaşılabilmesi için referansta bulunduğu kültürel kodlar yabancı okurlar için hayli zorlayıcı olarak kaldıkça eserin tam olarak takdir edilmesi mümkün olmuyor.

Kültürel yabancılık ve çeviriden kaynaklanan sorunları bu yüzden hafife almamak gerekiyor. Latin Amerikalı yazarlar İspanyolca üzerinden bu engelle daha kolay baş edebiliyorlar. Doğu Avrupa’da Almancayı ve Batı ile Kuzey Afrika’da Fransızcayı kullanan yazarlar benzer avantajlara sahipken, Türkçe gibi Avrupa’ya oldukça yabancı sayılabilecek bir dilden yazılan romanların Batı dillerine çevrilmesi oldukça zahmetli bir süreci gerektiriyor. Üstelik bir de buna hakim olan uygarlığın dışından geliyor olmanın ve bunun yarattığı kültürel farklılıkların yol açtığı sorunları eklediğimizde tablo daha da ağırlaşıyor. Çevirideki güçlüklerin en büyük sebebi Türkçe’de olan; ancak İngilizce’de olmayan çeşitli kültürel kavramların, terimlerin,

klişelerin ve tarihsel göndermelerin nasıl çevrileceği üzerinedir. Metinlerin çevrildiği Anglo Sakson dünyasında din, kültür ve tarih farklılıklarından dolayı çevirmenin bunları Türkiye, İslam ve Osmanlı tarihi hakkında çok az bilgi sahibi olan hedef okuyucu kitlesi için anlaşılır duruma getirmesi gerekliliğinin yarattığı güçlükler çok fazladır.135