• Sonuç bulunamadı

Şark ile Garp Arasında Bî Namaz

4. ORHAN PAMUK’UN EDEBİYAT, TARİH VE KİMLİK ANLAYIŞI

4.3. Şark ile Garp Arasında Bî Namaz

sorusundan daha önemli olarak iki farklı medeniyetin sanat ve insan anlayışındaki farklılığa dikkati çekmesiyle ön plana çıkar.

soyut bir imgeye dönüşmüştür. Hakikatte Orhan Pamuk tek bir dünyanın daha açık bir ifadeyle modernlikle çatışma içerisinde değildir. Ancak Orhan Pamuk’un yazarlığı bu çatışma imgesinden beslenir. Bu durum çoğu zaman Orhan Pamuk değerlendirmelerinde hatta kendi kültürel kimliğimizi değerlendirmede bazı yanlış anlamalara neden olur.110 “Arafta ve eşikte olma” durumu ile tanımlanabilecek dünya üzerinde özgün bir konumda olma arzusu narsizmle birleşmiş gizli bir kültürel milliyetçilik imasına da sahiptir. Doğu ve Batı arasında kalma, eşik ve aşırı derecede özgünlük vurgusunun, taşralılığa mazeret bulma ve kültürel kimliği okşamaya dönük yönleri de söz konusudur. Orhan Pamuk’ta “arada olma” durumu bir kimlik kargaşasından çok estetik bir değeri ifade eden bir söylemin kendisine dönüşmüştür.

Tıpkı “Benim Adım Kırmızı” romanının hayali kahramanı Şeküre’nin küçük oğlu Orhan için söylediği “ağacına alışamamış meyve gibi” olmayı yaratıcılığının bir kaynağı olarak görmesi gibi.111 Bir taşra ülkesi aydını olarak Orhan Pamuk’un yaşadığı “bocalama” tek dünyanın ikinci sınıf bir kopyasına, taklidine maruz bırakılmanın yarattığı hüzün ve melankoliyle ilişkilidir.

Metropol dünyanın tüm kültürel değerlerinin ikinci sınıf bir kopyası olmak demek taşra ülkelerinde yaşayan aydın ve sanatçıları şu ikilemle karşı karşıya bırakır:

Resimde Paris, modada Milano, sinemada Hollywood birer merkezdir. Buralarda üretilen her şeyin ölçüsü ve değerlendirme koşulları, dünyanın geri kalanında kabul edilme ya da reddedilmenin de mihenk taşı olmaktadır. Küresel ekonomide iktisadi başat güç olmak ile birer kültürel güç odağı olmak genel olarak birbirine paralel yürümektedir. Merkez dışı dünya ise bu kültürel hegemonyaya gözünü dikmekte, örnek almakta ya da bu hegemonyayı kırmak için didinmektedir. Orhan Pamuk’un Batı dünyası ile Türkiye’nin ilişkisini açıklamak için sık sık kullandığı “Aşk ve nefret ilişkisi” söylemi tam da bu noktada anlam kazanır. Merkez ve merkez dışı dünyanın karşılıklı olarak kurduğu model olma, hayran olma ile hayran olunana yönelen tepki çoğu zaman kol koladır. Burada dışlama ve benimseme ilişkileri iç içe geçmiştir. Güçlü olmanın verdiği kibir ile zayıf olanın duyduğu kompleks, horlanma       

110“İleride de görüleceği üzere batılı, pozitivist değerlerle kuşatılmış bir ailede doğuşu ve aldığı eğitimin de etkisiyle analitik düşünmeye yönelecek, ama bir yandan da geçmiş kültüre duyduğu ilgi, batılılaşmaya dair düşünceleri, geçmiş değerlere bağlılığı sonucu tıpkı A. H. Tanpınar’da olduğu gibi, iki medeniyet arasında ikilemler içinde kalmanın sonucu olarak melankolik ve ‘kafası karışık bir edebiyatçı olacaktır.” Asuman Tezcan, “1980 Sonrası Toplumsal Değişimin Orhan Pamuk Romanlarına Yansıması” (Yüksek Lisans Tezi, Gazi Üniversitesi Gazetecilik Anabilim Dalı, 2000), 78. 111 Orhan Pamuk, Benim Adım Kırmızı, 26. bs. (İstanbul: İletişim Yayınları, 2006), 240.

ve aşağılanma duygularının yarattığı tepkisellik değişik siyasi ve kültürel biçimlerde ortaya çıkar. Ancak merkezin içinde de çevreler; çevrenin içinde de merkezler vardır.

Orhan Pamuk “Kar” romanında tam da bu denklem üzerine siyasal bir söylemi inşa eder. Ama aynı zamanda oluşturulan taşra ve merkez söylemlerinin dilini sorgulayarak onların dayanaklarını alaşağı ederek, bu söylemleri geçersizleştirir.

Pamuk’un Doğu-Batı meselesinde yaptığı tam da budur. Bir yandan bu ikilikler üzerinden zengin bir estetik kaynağa kavuşan yazar bunu sonuna kadar kullanır;

diğer yandan ise inşa edilmiş kavramları geçersizleştirerek meseleye yaklaşır.

Bütün taşralı yazarlar için sorun benzerdir: Merkezle nasıl baş edebiliriz? 1960’larda moda olan varoluşçuluk akımının Türkiye’de etkilediği birtakım yazarlar oldu; ama kalıcı izler bırakamadılar. Ciddiye alınmanın, kalıcı olmanın Batılı yazarlar gibi yazarak, onların ikinci sınıf kopyacıları, taklitçileri olarak değil; kendi kültürüne ait olanı Batı’dan ödünç alınan yollarla yazıldığı zaman mümkün olabileceğini anlamaya başladılar. Orhan Pamuk bunun farkındadır. “Başkalarının söylediklerini değil, kendi hikâyemizi söyledikçe özgürleşiriz.” diyen Pamuk, romanlarında kendi hikâyesini anlatarak uluslararası bir yazar konumuna kavuşmuştur.112 İçinden çıktığı kültürel geleneği ve zenginliği Batı’dan aldığımız bir tür olan romanla anlatabildiği için başarılı olabilmiştir. Bu özgünlüğü, metinlerarası kaynakları, “Kuran”ı, tasavvufu, Doğu masallarını ve meddah geleneğini başarılı bir şekilde kullanabilmesiyle sağlar. Orhan Pamuk’a kadar olan dönemde ise Türk yazarlarının ezici bir çoğunluğu Batı edebiyatında önemli bir yer tutan Şark klasiklerini estetik bir öğe olarak kullanmaya mesafeli yaklaşmışlardır. Yıldız Ecevit bu tutumun sebebini şöyle açıklar:

“Tanzimatla Batı’ya açılan, Cumhuriyet devriminden sonra ise aydınlanmayı köktenci bir temelde yaşayan toplumumuzda, edebiyatın fantastik öğeye sıcak bakmaması anlaşılabilir bir olgudur. Realist/rasyonalist/determinist/pozitivist ilkelere sıkı sıkıya sarılmak, Türk edebiyatçısı tarafından uzun süre Batılılaşmanın bir gereği gibi görülmüştür.”113

İşte tam da bu nedenle Orhan Pamuk Batı’yı seçmiş olmaktan dolayı, söylemde bir suçluluk duygusundan bahsetse de, bir suçluluk psikolojisi içinde olmayan; ama romanlarında “iki dünya arasında” olmayı bir imge olarak kullanan, bunu romanlarının söylemsel çıkış noktası yapan bir yazardır. Gerçekte ne hayat tarzı ne de yaşam felsefesi adına yaşadığı çelişkilerden kaynaklanan bir durum söz konusu değildir. Orhan Pamuk’un tarihi romanlarındaki atmosfer dikkatli bir okuyucunun       

112 Pamuk, “Doğu-Batı”, Öteki Renkler, 338-339.

113 Ecevit, Orhan Pamuk’u Okumak, 29.

gözlemleyebileceği gibi bir geçmiş özlemcisinin ve bir nostalji yazarının yarattığı bir atmosfer değildir. Despotik devlet geleneği ve cemaatler; bireyi, özgürlüğü, bilimi ve sanatı ezen iki önemli olumsuz unsurunu oluşturur bu romanların. Bu romanlarda çizilen İstanbul veya Osmanlı geleneksel toplumsal yapısı yazarın çok da romantize edebileceği bir dünya değildir. Orhan Pamuk bugünde yaşamaktan memnuniyet duyan, modern bir dünyanın insanıdır. Onun bu tutumunu en açık şekilde “Sessiz Ev” romanındaki tarihçi Faruk dile getirir. Faruk sürekli geçmiş ile ilgilenen bir mesleğe sahip olmasına rağmen geçmiş özlemcisi değildir:

“Bazen bugünden iki yüz yıl önce, ya da sonra yaşamak istediğime kendimi inandırırım ama yalandır bu: Bu iğrenç yüzey sarhoşluğuna bile bayıldığımı biliyorum ben. Gazoz ve sabun reklâmlarına, çamaşır makinelerine ve margarinlere bayılıyorum. Yaşadığım yüzyıl, gözüme her şeyi kırıp büken bir gözlük yerleştirmiş, gerçeği göremediğimi seziyorum, ama Allah kahretsin seviyorum da gördüklerimi!”114

Sık sık tekrarlanan bir klişe vardır: “Türkiye Doğu ve Batı arasındaki köprüdür”

Türkiye’yi teselli etmek için Batı’dan gelen sanatçı ve siyasetçilerin sık sık söylediği, işin kötüsü çok fazla sorgulamadan kabul edilen bir klişe bu. Orhan Pamuk bu klişeye itibar etmeyen bir yazar kimliğiyle karşımızdadır.115 Doğu ve Batı arasında bir köprü olmak demek Doğu ve Batı’nın ikiye ayrılmış dünyalar olduğunu, arada bir uçurumun var olduğu düşüncesine de meşruiyet kazandırır. Çünkü köprüler uçurumun, yarılmanın, ayrılmanın olduğu yerlerde inşa edilir. Hâlbuki Orhan Pamuk

“Kuran”da geçen “Doğu da Batı da Allahındır” ayetine atıfta bulunurken tam da böylesi bir ayrılık tasavvuruna karşı çıkar.116 Üstelik bunu dinsel bir imgeyi dünyevileştirerek yapar. Orhan Pamuk sentezcilerden farklı olarak modernleşme meselesinin merkezine teknoloji-bilim ve felsefe-sanat karşılaştırması içinde       

114 Pamuk, Sessiz Ev, 232.

115Orhan Pamuk özellikle yabancı gazetecilerle yaptığı röportajlarda karşısına sık sık çıkan bu klişe metefor ile ilgili olarak tutumunu şu şekilde özetler: “Spiegel: ‘İstanbul kültürler arasında Doğu ile Batı arasında gerçekten bir köprü müdür?’ Orhan Pamuk: ‘Bana kalırsa bu bir klişe. Ayrıca beni sürekli olarak bir köprü inşacısı konumuna düşürdüğü için de rahatsız ediyor. Bir kültürün, politik bir topluluğun, belli bir etnik grup ya da tarihin temsilcisi olma hakkına sahip değilim. Türkiye’nin bir temsilcisi olarak görülüyorum; çünkü kırk beşten fazla dile çevrilmiş durumdayım. Ama bu rolü istemiyorum. Ben yalnızca bir yazarım.’” “Interview with Nobel Literature Prize Winner Orhan Pamuk ‘An Honor for Turkish Literature’", Spiegel, http:// www. spiegel.de/international /0,15 18, 442928,00.html [05.10.2009].

Orhan Pamuk köprü meteforunu nadir de olsa kullanır; ancak bunu iki kültür arasında bir tür kültürel elçilik olarak görmez. Daha ziyade bu meteforla iki kültürü de sahiplenebiliyor olabilmenin avantajını vurgular: “Bir bakıma herhangi bir kıtaya, uygarlığa ait olmayan bir köprü olmak isterim ve bir köprü hem iki uygarlığı da görebilmenin hem de onların dışında kalabilmenin mükemmel bir fırsatı demek. Böylesi güzel ve harika bir ayrıcalık.” Elizabeth Farnsworth, “Bridging Two Worlds”, http://www.pbs.org/newshour/ conversation /july-dec02/pamuk_11-20.html [01.07.2010].

116 Kur’an, çev. Suat Yıldırım (İstanbul:1998) Bakara Suresi ayet 115., ayet 142.  

birincisini alalım, ikincisini muhafaza edelim kolaycılığına da yüz vermez. Bunun yerine uygarlık meselesinin merkezine felsefe ve sanatı koyar. Orhan Pamuk’un hemen hemen bütün romanlarında işlediği ana yaklaşım bu yöndedir. Pamuk, Doğu-Batı ikililiğini ya da köprü kavramı üzerinden bir diyalog söylemini reddeder. Çünkü diyalog iki farklı öznenin birbirini anlaması mantığı üzerine kurulmuştur. Hâlbuki Orhan Pamuk, ikili söylemi geçersizleştiren, oyunlaştıran ve bunun üzerinden estetik bir anlayışı inşa eden bir yazardır.

Biz ve öteki kavramlarını tahkim etmenin yerine bizzat bu kavramları yerinden ederek, sorgulamayı tercih eder: “(…) iyi romanlar aracılığıyla, önce başkalarının sonra kendimizin sınırlarını değiştirmeye çalışırız. Başkaları ‘biz’ olur, biz

‘başkası’.”117 Orhan Pamuk romanlarında “başkası olmak”, “kendi olamamak” ya da

“başkasının yerine geçmek” temaları ile sık sık karşılaşırız. Bunun bir diğer anlamı şudur: Bir kişi tek başına aslında yoktur ya da eksiktir. Kişiler bir başkası (öteki) aracılığıyla kendi benliğini tanımlar. Kişinin kendisini bilmesi için kendisi gibi olmayanı da bilmesi, öteki olanı anlayabilmesi için de kendisini öteki yerine koyabilmesi gerekir. Özdeşleşme teması özneler arası kimlik ilişkisini hem bu boyutuyla üretir hem de öteki kavramını kendi benliğinde eriterek yok eder. Bu çoğulcu kimlik anlayışı aynı şekilde uygarlıklar arası ilişkileri anlamak için de geçerlidir. Bu bağlamda saf uygarlık yoktur, bu görüş sadece bir yanılsamadır. Orhan Pamuk romanlarındaki özcü saflık arayışına karşı melez söylemelerin ortaya çıkması bununla ilişkilidir. “Beyaz Kale”de Hoca ve İtalyan Köle’nin yer değiştirmesi aslında üzerimize giydirilmiş kimlik elbiselerinin göreceliliği ve geçersizliği üzerinden daha evrensel bir duruşa ve söyleme işaret eder. Bu yüzden “köprü” veya

“diyalog” yaklaşımı tam tersine daha inceltilmiş bir şekilde Doğu-Batı kimliklerini sabitleyen ve ona değişmeyen özcü bir nitelik atfeden bir bakış açısının ürünüdür.

Hâlbuki her an değişen ve değiştiren kültürel kimlikler bize nasıl oyunlu, belirsizliklerle dolu bir labirentin içinde yol aldığımızı hatırlatır. Pamuk bu noktada duruşunu çok açık bir şekilde ifade eder:

“Kimlik söylemlerinin hiçbirine güvenim yok (…) Ulusların, kültürlerin, ülkelerin doğası ve kimliği hakkındaki bütün genellemeler, önceleri bir düşünme kolaylığı sağlasa da, sonunda kötü bir şekilde yanlış ve yalana dönüşür. Daha da kötüsü bu yalanlara, hakkında palavralar sıkılanların da hevesle inanıp sonunda yalana benzemeleri, yalanların da kalıcı olmasıdır (…) Benim romanlarımda uygarlıklar veya Doğu-Batı hakkında ciddiye alınacak bir şey varsa, o da uygarlıklar ya da ‘ötekilerin doğası’ hakkında söylenen ya da söylenebilecek her şeyi bir oyuna çevirmenin en iyisi olduğudur. Kültürler ve uygarlıkların doğası hakkında fazla       

117Pamuk, “Kars’ta ve Frankfurt’ta”, Babamın Bavulu, 63.

konuşmak en akıllı konuşmacıyı bile bir süre sonra saçmasapan laflar etmeye sürükleyecektir.”118

Orhan Pamuk bu nedenle sabit “öz” kimlikler yerine sürekli değişen oyuncul, hınzır bir üslupla bu söylemin yanılsaması üzerinde durmayı tercih eder. Onun için dünya bir oyun yeridir. Edebiyat bu oyunu oynamak için en güzel ve keyifli araçtır. Oğuz Atay’ın ülkesi için söylediği ve yaptığını Orhan Pamuk Dünya üzerinden anlatmaya çalışır. Üzerimize yapışan, yapıştırılan ya da benimsediğimiz tüm etiketlerin yerlerini değiştiren, roman üzerinden kimlikleri sorgulamaya çalışan bir yazarla karşı karşıyayız. Orhan Pamuk’un estetiğinin asıl gücü buradan gelir.

      

118Pamuk, “Akdenizli Olabilmek İçin Bir Rehber”, Öteki Renkler, 358-359.