• Sonuç bulunamadı

Ulusal Temsiliyet mi Evrensellik mi?

6. TAŞRALILIK YA DA KAPININ DIŞINDA BIRAKILANLAR

6.3 Ulusal Temsiliyet mi Evrensellik mi?

Merkez ile taşra arasındaki gerilimin bir diğer çatışma alanı evrensellik iddiası ile ulusal temsiliyet arasında yaşanmaktadır. Edebiyata açık ya da örtülü bir şekilde ulusal misyon yükleyen her tür yaklaşım taşrada edebiyatın özerkliğinin sınırlarını bize hatırlatırken; evrensellik iddiası güden yaklaşımların bile bunun dışında kalamadığını göstermektedir. Sürekli temsil etme ya da temsil edilme kıstasları ile kıskaç altına alınmış bir kültürel iklimde bireysel varoluş, kolektif varoluş tarafından baskı altına alınır. İşte tam bu durumun kendisi müthiş bir edebiyat potansiyeline sahiptir. Bu çatışmanın yarattığı ironi hem Oğuz Atay hem de Orhan Pamuk tarafından sıklıkla kullanılmıştır. Orhan Pamuk taşradan kaçarak değil; tam aksine onunla özdeşleşerek ve onu parodileştirerek bu potansiyeli kullanmaktadır. Birey üzerindeki kamusalın, kolektif olanın yarattığı tüm kimlik krizi bu iki yazarın, Atay’da daha açık; Pamuk’ta daha örtük, ironi ile baş etme stratejisini beraberinde getirmiştir. İroni bir edebiyat stratejisi olarak sorgulayıcı bir yapıya sahiptir. Kimlik üzerine bu kadar kafa yorup; bir kimliğe bağlanmayı değil; kimliklerin tutarsızlığı, geçiciliği ve kayganlığı üzerinden yaklaşma imkânını doğurur. Ulusal kimlik hem somut, can yakıcı sorun olduğu ve onun hakkında yazan yazarlara da musallat olduğu için ele alınır hem de bir parodi nesnesine dönüştürülerek bir kimliğin temsilcisi olmaktan ziyade kimlikler üzerine düşünülmesini sağlayan bir zemine kayılır. Bu ise yazarın kendisini ‘inkârı’ ile mümkündür. Oğuz Atay sosyalist olmasına rağmen

“Tutunamayanlar”daki Burhan karakteri üzerinden bu alanın da cemaatçi, ezici       

173“Ada’da “Yamyam” İsyanı”, 27.02.1999, http://hurarsiv.hurriyet.com.tr/goster/ShowNew.aspx?id=-65335 [12.03.2011].

yanını göstermekten vazgeçmez. Bir yandan tarafı belli bir yazarken; öbür taraftan kendi tarafını parodileştirmekten vazgeçmez.174 Batılı değerlere inanmış, Cumhuriyet Türkiyesi’nin seçkin bir ortamı içerisinde büyümüş, yine Cumhuriyet’in sunduğu tüm nimetlerden faydalanmış bir aileden gelen Orhan Pamuk da içinden çıktığı aile ve sosyal ortamı iğnelemekten vazgeçmez. Bu yergi, Atay’ın solculuktan, Orhan Pamuk’un da Batılılıktan vazgeçtiği anlamına gelmez.

Orhan Pamuk edebiyatın özerkliğine inanmış bir yazar. Ama öbür taraftan Nobel ödülünü kazanmış olması bile onun metinlerinin tek başına bir “Türk” ya da bir

“Müslüman” yazarın metinleri olarak görülmesini engellemiyor. Nurdan Gürbilek, Pamuk’un Dostoyevski ile ilgili bir yorumundan yola çıkarak şu çok isabetli saptamayı yapar:

“Pamuk’a göre Yeraltından Notlar’a asıl enerjisini veren şey ‘Avrupalı olamama kıskançlığı, öfkesi ve gururu’dur. Bir açmaz vardır orada: Kahramanı gibi Dostoyevski’nin kendisi de Batı eğitimi almıştır, varlığını Batılılaşmaya borçlu olduğunun farkındadır, her şeyden önce bir Batı sanatını kullanıyordur. Ama diğer yandan Batıcılıktan bir başarı, bir haklılık ya da bir sevinç çıkarmış olanlara da öfke duyar. Bu açıdan Dostoyevski’nin ‘Avrupa düşüncesine yatkınlığıyla ona duyduğu öfke, Avrupalı olmak ile Avrupa’ya karşı çıkmak arasında hissettiği kahredici gerginliğin’ ürünüdür Yeraltından Notlar. Kuşkusuz Dostoyevski’de birçok başka yorum gibi bu yorumu da genellikle ihmal edilmiş bir yanı vurguladığı için önemli, bu yönüyle de doğru bence. Ama doğrunun içinde bir ikinci doğru var. O da Pamuk’un Dostoyevski yorumunun kendisinin de yorumun konusunu oluşturan açmazın ürünü olduğu. Türkiye’nin en Batılı yazarlarından biridir Orhan Pamuk; Batı eğitimi almıştır, varlığını Batılılaşmaya borçludur, nihayet bir Batı sanatı kullanıyordur, ama ne yaparsa yapsın Batı’da bir Türk olmaktan kurtulamıyordur. ‘Aşağılanmanın Zevkleri’ Dostoyevski’nin gerginliğini açıklama çabası kadar, Pamuk’un kendi ‘kahredici gerginliği’ni dile getirmesi bakımından da önemli bence.” 175

Çevreden gelen bütün parlak yazarların ortak talihi ya da talihsizliğidir bu durum.

Çoğu durumda merkez yazarlarının metinleri evrensel bir durumun tezahürleri olarak kabul edilirken; taşra kökenli yazarların metinleri ait oldukları bölgenin, coğrafyanın veya etnik grubun bir temsiliyeti olarak okunma eğilimindedir. Orhan Pamuk yazarlık kariyerinde bu anlamda karşılaştığı güçlükleri hem röportajlarında hem de romanlarında sık sık vurgular:

      

174 27 Mayıs 1960 sonrasında bir grup sosyalist aydınla birlikte fiyaskoyla sonuçlanan “Olaylar” adlı bir dergi çıkarma girişimi dışında Oğuz Atay örgütlü herhangi bir sol çevre içinde yer almaz. 1961 yılında kurulan TİP üyesi değildir; ama TİP’in yaptığı bazı mitinglere katılır. 1968 yılında bugünkü adıyla Yıldız Teknik Üniversitesi’nde öğretim üyesi olarak görev yaptığı sırada solcu öğrencilerin gerçekleştirdiği işgal eyleminde gece yapılacak bir baskında korkan öğrencilerine destek olmak amacıyla onlarla birlikte eylem yapacak kadar sol kimliği belirgin bir yazardır Oğuz Atay. Ancak yaşadığı hayal kırıklıkları onu sol cemaatlerle özdeşleşmekten de alıkoymuştur. Herhalde Oğuz Atay ile ilgili bu konuda en uygun düşen sözleri Yıldız Ecevit söylüyor: “…içten bağlı olduğu ve kuramsal düzlemde tartışmasız desteklediği sol ideolojiye değil, ülkesindeki ideolojik insana uzak duruyordur Atay.”

Yıldız Ecevit, “Ben Buradayım…”: Oğuz Atay’ın Biyografik Ve Kurmaca Dünyası, 3. bs.

(İstanbul: İletişim Yayınları, 2007), 121-122.

175Nurdan Gürbilek, Kötü Çocuk Türk, 2. bs. (İstanbul: Metis Yayınları, 2004), 81.

“Son iki, üç yılı saymazsak pratik olarak İstanbul’da yaşadım. Demek ki özellikle 1950’ler, 60’lar ve 70’lerde taşrada yaşıyorduk. Dünyanın merkezi başka bir yerdi. Kendimizi Batılı olarak tanımlasak da takip ettiğimiz Batı’nın bir parçası değildik. Bu da merkezde değil de onun kıyısında yaşadığınıza dair ağır bir duygu yaratıyordu. Politik görüşlerine katılmasam da, V. S. Naipaul; akademik olarak post kolonyal durum adı verilen bir durumun, Batı’nın asla bir sömürgesi olamayan Türkiye’ye birebir uygulanamasa da, iyi bir gözlemcisidir. Türkler asla ‘emperyalizmin’ bir kurbanı olmadılar. Bu da Türklerin durumunu eşsiz kıldı. Ama diğer taraftan çevrede olmak, sizi merkeze doğru gitmeye sevk ediyor. Bu tür bir duyarlılığın kültürel sonuçları eserlerimin önemli bir parçasını oluşturuyor. Uluslararası basın benim yeni kitaplarımdan birisine olumlu eleştiriler getirirken, bir şey dikkatimi çekmişti. Ben genel, evrensel bir durum olan aşk hakkında yazdığımı düşünürken; kitabımdaki aşk sahnelerinden

‘Türk aşkı’ olarak söz edilmişti. Proust aşk hakkında yazarken genel bir aşk durumunu yazıyordur. Bütün ömrüm boyunca hikâyelerimi bir etnik ya da ulusal kimliğe yükleyen dürtüye karşı savaştım. Eserlerimin, benim kişiliğimin ve bütün insanlığın bir parçası olarak, hikâyelerimin de insanlığın bir hikâyesi olarak kabul edilmesi için mücadele ettim.”176

“Kar” romanında, evrenselliği Batı’nın öz malı ilan eden merkez de tıpkı taşranın sefaletinin eleştirildiği kadar bu eleştiriden nasibini alır: “‘Onlar şiir yazar, şarkı söylerlerse bütün insanlık adına konuşurlar. Onlar insandır, biz ise Müslümanız yalnızca. Biz yazsak etnik şiir olur.’”177 Bu iktisadi ve siyasi olduğu kadar kültürel bir eşitsizlik çemberinin de eleştirisidir aslında. Bir bakıma taşra kökenli edebiyatın hep yerel, dini bazı kodlamalar ve birtakım basmakalıp politik etiketler eşliğinde algılanmasına gösterilen bir tepki söz konusudur. Taşralı yazarlara yapışan etnik ve dini kimlikler çoğu zaman baş edilmesi gereken bir yüke dönüşürken, bu yükle baş edebilmek için merkez dünyası ile bir eşitlik savaşına girmeleri de kaçınılmaz hale geliyor. Belki de bu durumun kendisi en apolitik bir taşra yazarını bile politik olmaya iten bir paradoksa dönüşüyor.

Orhan Pamuk’un merkeze kabul edilen, evrensel kanona dahil edilen yönü ile taşradan beslenen edebi kimliği bu çatışmadan azade düşünülemez. Orhan Pamuk’un taşranın eksikliğini bir başarıya çevirdiği açık. Ancak onun metinleri edebiyatın özerkliği penceresinden ne kadar ele alınmayı hak ederse etsin; geldiği coğrafyanın, ülkenin tarihsel etkisi yapıtları içine bir merkez yazarında olduğundan çok daha fazla sinmiştir. Bunun açık yüreklilikle kabul edilmesi gerekiyor. Jameson’un dile getirdiği gibi bunun bir zorunluluk olmadığını biliyoruz; ama taşra yazarlarının metinlerinde bu sinmişliğin etkisinin daha sarih olduğu da bir gerçek. Ancak bu, Pamuk’un edebiyatını ve onun anlattıklarının dünyanın sadece bir bölümünü anlatan bir hikâye değil; aslında dünyanın her yerindeki insanların hikâyesi olabileceği gerçeğini değiştirmez.

      

176“Orhan Pamuk with Carol Becker”, The Brooklyn Rail, http://www.brooklynrail. org/2008/02/express/orhan-pamuk-wih-carol-becker [03.01.2010].

177Pamuk, Kar, 279.

Sırtlarında heybe ya da ellerinde bavullarla tren garına inen ya da İstanbul’da denizi ilk defa gören taşralı kahramanlarımızın şaşkınlığı ve bu şaşkınlığın yarattığı trajik komik durumlar eski Yeşilçam filmlerinin en bilindik sahnelerindendir. Lüks bir otelin önündeki döner kapıdan içeriye girmeye çalışan taşralı kahramanımız, kapının giriş noktasından kendi etrafında dönerek dışarı çıkar ve bir türlü içeriye girememesinden dolayı komik bir sahne çıkar ortaya. Bu sahne merkezin dışında gelen edebiyatın, kimliğin merkezdekiler ile eşit ilişkiler kuramamasını anlatan bir metafor gibidir. Bir yanda evrensel ya da dünya edebiyatı etiketiyle “ulusal”

sıfatından sıyrılmaya çalışan edebiyat anlayışının bir tür Batı milliyetçiliğini de alttan alta taşıdığını biliriz. Bu da merkez dışı edebiyatların en büyük çıkmazını ortaya koyar. Döner kapı herkese açıktır; ama taşralı girdiği kapıdan yine dışarıya çıkar şaşkınlıkla. Taşralının lüks otele olan yabancılığının da bu sonuçta bir etkisi vardır;

ama o kapıdan girmenin de kolay olmadığı açıktır. Diyelim içeriye girildi, sorun yine bitmiyor. Orhan Pamuk Türklerin Avrupa ile kurduğu kırılgan ilişkiyi kapı metaforuyla tanımlar: “Ama Avrupa konusu bir Türk için çok kırılgan, çok hassas bir konu. Kapıyı çalan, içeri alınmak isteyen bir adamın isteklerini, iyi niyetlerini, merakını ve reddedilme endişesi ve buna uygun kızgınlığını ben de Türklerin çoğu gibi içimde taşıyorum.”178 Orhan Pamuk bu kapıdan içeri girmiş, kabul edilmiş, saygı görmüş taşra kökenli bir yazardır. İçeridedir, içeride olmaktan mutludur, içeride olmayı hak ediyordur; ama içeride bulunmanın tedirginliğini yine de terk edememiştir. Bu nedenle edebiyatını besleyen merkez ile taşranın kesiştiği ara konumlara nefes almak için dönmekten geri durmaz:

“Modern dünyanın eşiğinde, merkezle değil kenarda olan, ama unutulmuşluğun ve taşranın boğucu havasına da büsbütün kapılmamış bu mekânları seviyor, kendimi o dünyanın bir parçası hissediyorum. Dahası, o dünyadan fazla kopar da, New York gibi yerlerin ışıltısına fazla kaptırırsam kendimi, içimdeki bir şeylerin tükenmekte olduğunu, bittiğini hissediyor, evden fazla uzaklaştığım için korkuyorum.”179

Yerini yadırgamaz; ama çoğunlukla o otelin içindekilerini yazmaz. Kapıya takılıp kalan adamın sakilliğini, dışarıda bırakılmışlığını, şaşkınlığını, öfkesini, düştüğü komik durumu ve cüretini anlatır. İçeridedir; ama dışarıda kalanın endişesini anlamaya çalışır. Çünkü kendisinin de bir tarafı tıpkı dışarıda kalan o adamın endişeleriyle doludur. Kapıyı anlatır. Kapıdaki adamla özdeşleşerek onu anlamaya çalışır. İçeride olmanın huzursuzluğunu anlatır. Hem içeride hem dışarıda olan adamın kaygılarını yazar. Orhan Pamuk edebiyatı biraz böyle bir şeydir.

      

178Pamuk, “Kars’ta ve Frankfurt’ta”, Babamın Bavulu, 77.

179 Orhan Pamuk, “São Paulo: Sokaklarda Tanıdık Bir Duygu”, Manzaradan Parçalar, 92-93.

7. “CEVDET BEY VE OĞULLARI” ROMANINDA LEVİATHAN’IN KARANLIĞI

Orhan Pamuk’un ilk romanı “Cevdet Bey ve Oğulları”, Osmanlı-Türkiye tarihindeki kritik geçiş dönemlerini bir ailenin üç kuşaklık hikâyesiyle birleştirerek anlatmaktadır. Üç bölümden oluşan kitabın birinci bölümü Jön Türk devriminin hemen arifesini, ikinci bölümü Tek Parti döneminde Atatürk’ün son yıllarını ve üçüncüsü ise 12 Mart darbesinin hemen öncesini anlatmaktadır. Ülkelerin en devingen, en etkili özneleri olan seçkinlerin hikâyeleri bir ülkenin büyük resmi değilse bile onun en önemli parçasını oluşturur. Güçlerini sayılarından çok iktisadi, siyasi birikimlerinden ve bu alanlarda yaratmış oldukları istikrarlı gelenekten alırlar.

Orhan Pamuk kendi aile yaşamı ve yakın çevresinden izler taşıyan bu romanda Batılılaşmış Türkiye seçkinlerini başarıyla anlatmaktadır.180 Kitaptaki nesnel tavır dikkati çekerken; tarihi dönüm noktalarının çözümlenmesindeki yetkinlik ve insan ilişkilerinin hangi eksenlerde döndüğüne dair derin kavrayış gerçekten başarılıdır.