• Sonuç bulunamadı

Orhan Pamuk’un Yazarlık Anlayışı

4. ORHAN PAMUK’UN EDEBİYAT, TARİH VE KİMLİK ANLAYIŞI

4.1. Orhan Pamuk’un Yazarlık Anlayışı

Belki de Orhan Pamuk’un tarih ve kimlik sorunları ile kurmuş olduğu ilişkiyi daha iyi anlayabilmek için her şeyden önce beslendiği yazarlık anlayışının temelindeki

soruya eğilmek gerekiyor. “Yazmak mı yaşamak mı?” Çok klişe bir sorudur edebiyat dünyasında; ama hiçbir zaman çekiciliğini kaybetmeyecek bir tartışma konusu olduğu kesindir. Bunun en önemli nedeni edebiyatın tam da merkezinde yer alan bir meseleye bizi götürmesinden kaynaklanır. 19. yüzyıldan miras kalan bir yazarlık algısı bu tartışmanın merkezinde durur. Bu anlayışa göre yazarlığı besleyen deneyimlerdir. Her şeyden önce hayatı bir macera olarak gören, yaşadıklarından öğrendiği deneyimleri edebiyatının kaynağı olarak kabul eden ve orijinallik iddiası taşıyan bir yazarlık algılayışı söz konusudur. 19. yüzyılda uzak kıtalara yolculuk yapan gezgin yazarların motivasyonu bu anlayıştan beslenir. Bu tür bir yazarlık anlayışı 20. yüzyılın ikinci yarısına kadar güçlü bir şekilde devam etmiştir. Jack London ve Ernest Hemingway bu yazarlar kuşağının belki de son iki büyük temsilcisidir. Günümüzde ise içine kapandığı küçük odasını ve yazı masasını büyük bir hayal gücünün merkezi haline getiren, ilham kaynağı olarak yaşamsal deneyimlerden ziyade kendisinden önceki yazarların kalemlerinden çıkmış metinleri gören bir yazarlık anlayışı giderek daha çok kabul görmektedir. Üstelik bu yeni yazar tipi başka yazarların metinlerini kendi metinleri için bir referans olarak kabul etmekte tereddüt etmemektedir. Orhan Pamuk, Avrupa’da daha eski bir geçmişi olan bu yazar tipinin Türkiye’deki en yeni ve yetkin örneğidir. Orhan Pamuk için hayat, yaşanılarak öğrenilen bir şey olduğu kadar okunarak ve yazılarak da öğrenilecek bir süreçtir. Nobel Edebiyat Ödülü konuşmasında yazarlık konusundaki bu duruşunun altını özel olarak çizmiştir:

“Dünyanın neresinde olursa olsun, ister Doğu’da ister Batı’da, cemaatlerinden kopup kendilerini kitaplarla bir odaya kapatan yazarlar geleneğinin bir parçası olarak görmek isterim kendimi. Benim için hakiki edebiyatın başladığı yer, kitaplarla kendini bir odaya kapatan adamdır. Ama kendimizi kapattığımız odada sanıldığı kadar da yalnız değilizdir. Bize önce başkalarının sözü, başkalarının hikayeleri, başkalarının kitapları, yani gelenek dediğimiz şey eşlik eder.”91

Orhan Pamuk’a eleştiriler büyük ölçüde toplumsal gerçekçilik ya da mimesis estetiğinden yöneltilmektedir. Hâlbuki günümüz edebiyatı “hakikat arayışı” içindeki okuyucu tipini hayal kırıklığına uğratacak niteliktedir. Egemen ve otoriter anlatıcı olarak yazarın, okuyucuya yol gösterdiği gerçekçi 19. yüzyıl romanlarının aksine anlatıcının yazma serüvenini ve bununla ilgili meseleleri romanın ana bileşenlerinden biri haline getirdiği ve yazılmış metinlerin iç içe geçtiği kurgu içinde kurgu (üstkurmaca/metafiction) yöntemiyle grifitleşen postmodern roman yapısı artık tek bir gerçeği değil birkaç boyuttan değişik “gerçeklerle” okuyucuyu yüzleştirmektedir.

      

91 Orhan Pamuk, “Babamın Bavulu”, Babamın Bavulu (İstanbul: İletişim Yayınları, 2007), 16-17.

Postmodern edebiyat “artık yaşamı kurgulamıyor; kendini, nasıl oluştuğunu, nasıl kurgulandığını anlatıyordur. (…) Kendini anlatan bu edebiyatta kurmaca, üstkurmaca düzlemine taşınır.”92 Günümüz romanları, okuyucularını hayat ve roman alanlarının sınırları üzerinden huzursuz, huzursuz olduğu kadar da oyunlu, kurmaca bir dünyayla tek başına bırakıyor. Artık edebiyat, “sahicilik” peşindeki Stendhal, Balzac gibi gerçekçi yazarların estetiğinin penceresinden, gerçeği yansıtan bir ayna olarak görülmüyor:

“Bu çağın okuru; Kafka ve Beckett gibi, Calvino ve Eco gibi, konumuz bağlamında ise Orhan Pamuk gibi anlam belirsizlikleri sergileyen yazarlarla kuşatılmıştır(…)Oysa geleneksel/gerçekçi romanın belkemiğiydi yazar; romanında ne yapmak istediğini en iyi o bilirdi. Uzun beyaz sakalıyla Tolstoy, soylu görünümüyle Goethe, görkemli gövdesiyle Balzac, yönlendirilmeyi bekleyen okurlarını birer baba gibi ellerinden tutar, metinlerinin içinde gezdirir, onlara yaşamın anlamını öğretirlerdi. İnsancıl ahlak ölçütlerinin üstüne kurulmuş, çözüme giden yolu okurun şaşırması olası olmayan, kapıları yanlış anlamalara sıkı sıkıya kapatılmış, güvenli baba evleriydi bu sağlam yapılar. Günümüz edebiyatında bu sağlam yapılar yerlerini, kapanmayan kapıları rüzgârın her esintisinde çarpışan, içinde barınılması olanak dışı, güvenliksiz evlere bırakmıştır. Babasız evlerdir bu evler. Bunların içinde barınmayı kafasına koymuş olan kişi, bu terkedilmiş evlerde yaşamayı öğrenmelidir; bunun için de önce, bulduğu gereçlerle evi oturulabilir duruma getirmelidir. 20. yüzyıl edebiyatının yeni okur tipi evin yapımına doğrudan katılır, henüz tamamlanmamış olan yapının içinde kendisine yaşayabileceği bir ortam yaratmaya çalışır. O, yazarın eğittiği, yol gösterdiği biri değildir artık; yazarla birlikte üretir, etkindir; elinde kitap, rahatça koltuğunda oturmasına izin yoktur onun; her satırda, her sözcükte uyanık olmak zorundadır; bu yeni tip yapılarda barınabilmesi için, yazarın bıraktığı anlam boşluklarını doldurması, tuğlaların arasını kapatması gerekmektedir. Yeni okur tipi, tüketici değil bir üreticidir.”93

Gerçek ile hayal, hayat ile kurgu, siyah ile beyaz arasında gri tonları anlatan romanlar başarılı olabiliyor. Bu nedenle günümüz edebiyatı “mimesis” yoluyla yaşanılan hayata sadık kalarak değil; gerçeği stilize ederek, kurgusal açıdan estetize ederek başarılı olmaktadır. 19. yüzyıl gerçekçiliği ve estetiği pozitivizmin altın çağını yaşadığı bir dönemin ürünüydü. Postmodern estetik ise kuantum fiziğinin belirsizlik kuramından beslenen yeni bir anlayışla örüldüğü için klasik gerçekçiliği sorgulayan bir yapıya sahiptir artık. Bu değişim aynı zamanda yeni bir yazar ve okur tipi yaratmıştır:

“Bir roman metninin oluşmasında rol oynayan dört ana öğe de değişime uğramıştır son yılların romanında. Anlatılan gerçek ikinci elden sağlanmaktadır; üretilen metin üstkurmaca düzleme taşınmıştır; yazar egemen (auktorial) konumunu bırakmış, kişilerinin arkasına gizlenmekte, kişisel (personal) bir tutumla öykülemektedir; okuruna yol göstermekten vazgeçmiştir, belki de göstereceği yolu kendisi de bilmemektedir. Romanın dördüncü ayağı ve tüketicisi okur ise yönetilen değil, yönlendiren konumuna geçmiştir; metnin anlamının üretilmesinde başrol onundur bundan sonra. Metinden ders alan, arınan; Aristocu bir Katharsis yaşadıktan sonra kendine gelen okur tipi değildir o artık.”94

      

92Yıldız Ecevit, Türk Romanında Postmodernist Açılımlar, 6. bs. (İstanbul: İletişim Yayınları, 2009), 71.

93Ecevit, Orhan Pamuk’u Okumak, 61-62.

94age, 27.

Orhan Pamuk edebiyatını çözümleyebilmek için bu değişimi ve bu değişimin ortaya çıkardığı felsefi ve düşünsel temelleri iyi anlayabilmek gerekiyor. Bunun için de onun metinlerindeki tarih ve özne yaklaşımının kaynağı olan postmodern estetik anlayışına bakmak gerekiyor. Klasik gerçekçi romanların öznel deneyimi yücelten, yazara otoriter yargılayıcı bir konum kazandıran ve bunu romanın omurgası haline getiren tutumunun tersine postmodern estetik özne ve öznel deneyimin kendisini sorunlaştırır ve bu sorunlaştırmayı romanın merkezi bir öğesi haline getirir. Buna bağlı olarak postmodern romandaki olay örgüsü çok katmanlı bir yapıya sahiptir.

Birbiriyle paralel ilerleyen ya da çelişen katmanlar içindeki karakterlerin olay anlatımı anlatıcının konumuna göre değişkenlik gösterir. Yazar ise sözüne güvenilir bir hakem olarak romanda yer almaz. Hatta böylesi bir beklentiyi kırmak için yazarın bizzat kendisi olayları yorumlamada ve anlamlandırmada ayrıcalıklı bir konumu olmayan bir roman kahramanına dönüşebilir. Bu tür romanlardaki karakterlerin hatta yazarın kendisinin, öznel deneyimin kendisine ve romandaki söylemlere karşı okuyucuyu uyanık olmaya çağıran kuşkucu çağrılarını sürekli duyarız. Türk edebiyatında bu anlayışın öncülerinden olan Oğuz Atay’ın, mimesisci algılayışı kırmak için sürekli olarak okuyucuyu uyarır:

“Gerek şarkılarda, gerek açıklamalarda sözü geçen insanlar, yerler, tarihi ve günlük olaylar, gösterilen kaynaklar, ileri sürülen düşünceler, yapılan benzetmeler, anlatılan şehirler, ispat edilen nazariyeler, vazedilen kanunlar tamamen hayal mahsulüdür. Uydurmadır. Bunların içinde gerçek hayattaki yerlere, insanlara ve olaylara benzeyenler varsa, tesadüften ibarettir ve kimsenin üzerine alınmaması gerekir. Yalnız, yazar, bu satırların müellifi olduğuna göre, istese de istemese de vardır ve gerçek hayatta mevcuttur. Fakat, içinde bulunduğumuz gerçek hayatta yaşayıp yaşamadığı ve başına gelenlerin gerçekten olup olmadığı hususunda bir şey söylenemez. Belki, yaşadığını sandığı hayat bir rüyadan ibarettir ve uyandığı zaman o da bütün gerçekleri görecektir; ya da herkes uyumaktadır da onun yaşadıkları gerçektir. Yazar da bir gün onlar gibi uyuduğu zaman herkesin sandığı rüyaları görecektir. Belki dün rüya görüyordu, belki bugün rüya görüyor, belki yarın rüya görecek. Belki dün yaşıyordu, belki bugün yaşıyor, belki hep yaşayacak.” 95

Öbür taraftan klasik romanlardaki dünyaya meydan okuyan, değiştirme gücüne ve iradesine inanan karakterlerin yerini daha edilgin karakterler almaya başlamıştır. Bu fark dolayısıyla klasik gerçekçi ya da modernist romanda öznel deneyimleri anlamak için özneye, öznenin tarihsel kültürel konumlanışına odaklanmak yeterli olurken postmodern romanlarda özneleri anlayabilmenin yolu özneleri kuran söylemleri ve bu söylemlerin karmaşık ilişkiler ağını çözümlemekten geçiyor. Bu çözümlemeyi yaparken, söz konusu söylemlerin hiyerarşik olmayan, çoğulcu bir yapı içerisinde

      

95 Atay, Tutunamayanlar, 245-246.

oluştuğunu ve dolayısıyla romandaki öznelerin ne yaptığı, ne söylediğinden ziyade hangi söylemlerin parçası olduğunu unutmamak gerekiyor.

Bu bağlamda Orhan Pamuk romanlarını daha iyi anlamak için Mikhail Bakhtin’in

“diyaloglaştırma” ve “karnavallaştırma” kavramlarına göz atmak gerekiyor. Bütün edebi metinler, en orijinal olanlar dahi, aslında çok değişik ve birbirine karşıt fikir, eğilim ve söylemleri birarada barındırırlar. Her metin kendinden önce yazılmış yazılı ve sözlü kültürün bir bileşimidir. Bir metinde yer alan açık veya kapalı göndermeler demek olan metinlerarasılık (intertextuality) kavramını da bu bağlamda düşünmek gerekir. Bakhtin’in diyaloglaştırma adını verdiği ve en kuvvetli örneğini Rus yazar Dostoyevski’de gördüğü bu roman biçiminde herhangi bir hiyerarşiye tabi olmayan gülünç ile trajik, yücelik ile aşağılık, bilgelik ile aptallık, kutsallık ile dünyevilik, müstehcenlik ile püritenlik gibi karşıt değerler ve söylemler çoğulcu bir platformda kendilerine yer bulurlar. Yazarın yakın olduğu eğilim bile çoğu zaman bu çoğulcu yapı içerisinde yeterince etkin olmayabilir. Bakhtin bu tür romanlara “polifonik”

roman adını verir. Bu metinsel çokseslilik aynı zamanda postmodern estetiğin de temelini oluşturur. Tarihselci bir yorumla biçimci bakış açısını edebiyata uyarlayan Bakhtin, Ortaçağ’daki karnaval geleneğinden yola çıkarak bu çok sesli yapının kökenlerini araştırır. Panayırlarda kurulan sahnelerde “hiçbir dil merkezinin bulunmadığı” tüm söylem biçimlerinin (şövalyeleler, din adamları, bilginler, soytarılar) halk öyküleri ya da kaba komedi, fars şeklinde parodileştirildiği gösterileri bu tür diyaloglaştırma yönetiminin çıkış noktası olarak görür.96 Ortaçağın çilecilik, kadercilik, günah söylemelerinin ağırlığı altındaki hoşgörüsüz ciddiyet havasına rağmen; karnavallar adeta bir nefes alma borusudur.

Bakhtin, karnavallardaki bu parodik çok sesli yapının 16. yüzyılda yaşamış olan yazar Rabelais’in eserlerinde çok güçlü bir şekilde ortaya çıktığını düşünür. Modern çağda ise bu tarzı yapıtlarına taşıyan yazar Dostoyevski’dir. Onun romanları “tam da sıradanın en yoğun olduğu yerde olağanüstüyü işe katma, romantik ilkeler uyarınca, yüce olanı groteskle tek bir bütün haline getirme ve kendisini hiç fark ettirmeyen bir dönüştürme süreciyle gündelik gerçekliğin imgeleri ve fenomenlerini fantastiğin, fantastik olanın sınırlarına itme dürtüsü” üzerine şekillenmişti.97 Bakhtin’in çok sesli dediği yapıda romanlardaki karakterlerin kişiliği, bilinci, fikirleri yazarınkinden       

96Mikhail Bakhtin, Karnavaldan Romana: Edebiyat Teorisinden Dil Felsefesine Seçme Yazılar, ed. Sibel Irzık, çev. Cem Soydemir (İstanbul: Ayrıntı Yayınları, 2001), 49.

97 age, 212.

bağımsızdır. Yazar bu bağımsızlığa fırsat verdiği ölçüde, kendi fikirleri ve doğrultusu ile çatışmasına rağmen romanda çok sesli bir yapının ortaya çıkmasına karşı koymaz. Monolotik romanlarda ise her şeyi bilen, açıklayan yazarı görürüz.

Roman karakterleri konuşmaz, yazar tarafından konuşturulurlar.

İşte bu çoklu söylem üzerine yükselen edebiyat yapılarını klasik gerçekçiliğin kavramları ile çözümleyebilmek mümkün değildir. İyi bir edebiyat yapıtının sağlamlığı, kurgusunun gerçeğe sadık kalıp kalmadığı ile ölçülemez. Roman türü günümüzde artık “gerçeğe” bağlılığıyla değil; dokusuyla ve işaret ettikleri kıstas alınarak değerlendirilmelidir. Edebiyata giden yol, dışarıda kalan karmaşık gerçeklik ile yazarın iç dünyası arasında kurulan ilişkiyi iyi anlayabilmekten geçiyor. Bir Osmanlı atasözü şöyle der: "Ol hakikat yektir ama, iş rivayet muhtelif" Gerçek ile söylem arasındaki farkın ne olduğunu dile getiren bu söz, “gerçek” kadar önemli olan bir başka şeyin de “gerçeğin” dile getirilme biçimi olduğunu hatırlatır bizlere. Aynı şeylerden bahsettiğimiz zamanlarda bile bahsetme, dile getirme biçimi bahsedilenin ne olduğundan bağımsız değildir doğrusu. O zaman neyi anlattığımız kadar nasıl anlattığımız da önem kazanır. Hatta postmodern estetik daha da ileri giderek

“hakikatin yekliğini”de sorgulamaya başlar.

Romanlardan politikayı, tarihi ve hayatı öğrenmeye koşullanmış bir okuyucu profili karşısında gerçek dünya ile yazarın“hayal gücünün özerkliği”nin ne ölçüde ve nasıl buluşacağı meselesi hep bir gerilim kaynağı olagelmiştir.98 Orhan Pamuk’a yönelik eleştirilerin bir kısmını günümüz roman estetiğine olan yabancılıkla ilişkilendirmek çok da yanlış olmaz. Bu nedenle onun yazmış olduğu romanları, özellikle de tarihi romanları tarihi “gerçeklik” ile ne derece örtüşüp örtüşmediği üzerinden değil;

yazarın yarattığı kurgusal dünyanın ve imgelerin doğrultusu üzerinden tartışmak daha akıllıca olacaktır. İşte bu noktada yazarın gerçeği fantastikleştirme ve estetize etme hakkı devreye girer. Burada değinilmesi gereken şey Orhan Pamuk’un bir dönemden yola çıkarak anlatma iddiasında olduğu bir öykünün “gerçekliğe” sadık kalıp kalmadığı değil; yarattığı imgelerin anlam boyutu ile ilgili olabilmelidir.

Üstelik Orhan Pamuk; romanlarında anlattığı hikâyelerin temsiliyetini de sürekli sorguladığı için onun yazdığı metinlerin her şeyden önce bir “oyun” olduğunu unutmamak gerekiyor. Yazarın romanlarında iletmek istediği belli bir mesaj yoktur.

Tam bir sonuca ulaştırmadığı ve “kafası karışık” düşüncelerle örülü (ya da böylesi       

98Pamuk, “Tarihi Roman”, Öteki Renkler, 111.

bir imgeyi tercih eden) bir yapıya dayalı romanları söz konusudur daha çok. Her şeyi bilen, kendinden emin Tanrı yazar yerine kendisini saklayan, bazen de romanın içine teklifsizce dalan; ama bu haliyle bile yazarın kendisi olup olmadığı şüpheli durumda olan, hem popüler olabilen hem de okuyucunun kendisini zorlamasını talep eden postmodernist bir anlayış vardır burada.