• Sonuç bulunamadı

BÖLÜM 2: TÜRKĐYE’DE SĐVĐL TOPLUM-DIŞ POLĐTĐKA ĐLĐŞKĐSĐ

2.1. Türkiye’de Sivil Toplum

Son yıllarda Türkiye’de, akademik ve kamusal söylem içinde hem sivil toplum kavramının öneminin arttığı ve sıklıkla kullanıldığı, hem sivil toplum faaliyetlerinin ülke genelinde giderek yaygınlaştığı, hem de sivil toplum kuruluşlarının (STK) sayılarının fazlalaştığı ve toplumsal değişimin önemli aktörlerinden birisi konumuna yükseldikleri gözlenmektedir. Sivil toplumun, Türkiye’nin özellikle 2000’li, yıllarda yaşamaya başladığı ciddi ve önemli değişim ve dönüşüm sürecinin önemli bir toplumsal aktörü konumuna geldiği saptaması bugün gerek akademik çevrelerde gerekse kamusal düzlemde kabul edilen bir gerçekliktir. 2000’li yıllarda Türkiye’de etkili, verimli ve toplumsal sorunlara kalıcı ve uzun dönemli çözümler bulma sürecine katkı yapan bir sivil toplumun gerekliliği sıklıkla dile getirilmektedir (Keyman, 2006: 9).

Özellikle 2000’li yıllarda Türkiye’nin modernleşme ve demokratikleşme sürecinde yaşadığı önemli değişim ve dönüşümlerde sivil toplum, Fuat Keyman’ın sınıflandırmasıyla “toplumsal sorunlara çözüm bulma çabasının oluştuğu iletişim ve müzakere alanı”, “siyasi ve ekonomik ilişkilerin ve yaşam alanlarının dışında yer alan ve hareket eden örgütsel yaşam” ve “devlet-toplum/birey ilişkilerinin demokratik düzenlenmesine katkı veren kamusal alan” (Keyman, 2006: 10) olarak önemli bir noktaya gelmiştir.

Türkiye’de sivil toplumun son onbeş yılda yaşanan bazı dönüm noktalarına bağlı olarak büyük bir gelişme gösterdiği söylenebilir. Bunlardan birincisi 1996 yılında Habitat II Konferansı’nın Türkiye’de gerçekleşmiş olmasıdır. Bu konferans, sivil toplumun dünya çapında artan önemine dikkat çekmekle kalmamış, aynı zamanda Türkiye’den yüzlerce

STK ve diğer paydaşların küresel sivil toplum hareketine katılmalarına, sosyal adalet ve sürdürülebilir kalkınma alanlarına doğru gündemlerinin genişlemesine sebep olmuştur. Bunu takiben 1999 yılında yaşanan ve 20.000’den fazla insanın ölümüne sebep olan Marmara depremi gelmektedir. Bu felaket karşısında STK’lar halktan gerek gönüllülük gereks bağışlar gerekse kurtarma çalışmaları bağlamında büyük destek toplamış ve acil toplumsal ihtiyaçların karşılanmasında devletten daha etkin olduklarını ortaya koymuşlardır. Bu dönüşümün belki de en önemli ve son halkası da Türkiye’nin AB’ye üyelik süreci çerçevesinde Kopenhag Kriterleridir. 1993 yılında AB tarafından kabul edilen ve her aday ülkenin uymak zorunda olduğu bu kriterler, devleti AB’nin demokratik değer ve uygulamalarını benimseyecek politik iradeyi gösterme mecburiyetinde bırakmıştır. Kopenhag Kriterleri beraberinde önemli reformları getirmiş, sivil toplumu özellikle hak ve özgürlükleri temelinde etkilemiştir. Söz konusu reformlar ülkede örgütlenme özgürlükleri ve medeni haklar üzerinde 1980’den beri süregelen kısıtlamaları büyük ölçüde kaldırmış ve sivil toplum faaliyetleri için daha elverişli bir alan oluşturulmasını sağlamıştır. Ayrıca merkezi ve yerel seviyelerde insan hakları ve sosyal politikalar gibi önemli konularda diyaloga teşvik eden yeni yasal düzenlemelere gidilmiştir (Bikmen ve Meydanoğlu, 2006: 14). Türkiye-AB ilişkilerinde ciddi sorunlar yaşansa da, bu süreçte Türkiye’nin tam üyelik perspektifi içinde yapması gerekenler sivil toplumu, modernleşmenin ve demokratikleşmenin önemli bir aktörü yapmaktadır. Bu anlamda sivil toplum Türkiye-AB ilişkilerinden etkilenirken, aynı zamanda kendisi de bu ilişkinin şekillenmesine yardım eden ve gelişmesine katkıda bulunan bir faktör durumundadır (Keyman, 2006: 65-66).

Sayılarının artmasına paralel olarak STK’ların toplumsal yaşam içinde yaygınlaştığı ve derinleştiği görülmektedir. Bu farklılaşma ve yaygınlaşma içinde STK’ların farklı alanlarda çalışan gönüllü örgütlerden düşünce kuruluşlarına, sosyal hareketlerden vatandaşlık inisiyatiflerine, hükümet-dışı örgütlerden sendikalara ve meslek odalarına kadar geniş bir yelpaze içinde hareket ettikleri görülmektedir (Keyman, 2006: 10). Bu tasnifte birinci sıraya “mesleki sivil toplum kuruluşları” konulabilir. Odalar (sanayi ve ticaret odaları, meslek odaları gibi), birlikler (TOBB, Tabipler Birliği vs.), esnaf konfederasyonu ve medya bu kategoride yer almaktadır. Bu kategoride bulunan sivil toplum kuruluşları toplumsal kesimleri harekete geçirmek, hükümetler üzerinde baskı

oluşturmak ve toplumun dünyayla entegrasyonunu sağlamak gibi misyonlar üstlenmektedirler. Bu kuruluşların her birinin kendi üyelerinin haklarını koruma, onların çıkarlarını maksimize etme gibi yükümlülükleri de bulunmaktadır. Mesleki sivil toplum kuruluşlarının 1990’lı yılların başında oldukça politize oldukları ve hükümetlerle ilişkilerinde de bu durum görülmektedir. Buna en iyi örnek 28 Şubat sürecinde bu kuruluşların bir kısmının Refah-Yol hükümetine karşı tavır alarak hükümetin düşmesinde önemli rol oynamasıdır (Duran, 2008: 255). Yine 2001 yılında Esnaf Konfederasyonu ve Odalar Milliyetçi-Sol koalisyon hükümetine karşı geniş kitleleri sokaklara dökmeyi başarmış; böylece hükümeti zor duruma sokmuşlardır.

Đkinci kategoride “işveren örgütleri” değerlendirilebilir. 1980 öncesinde TĐSK, TÜSĐAD gibi belli başlı örgütler mevcutken, 1980 sonrası açılımlarla beraber, MÜSĐAD, Anadolu Aslanları Đşadamları Derneği (ASKON), Türkiye Đşadamları ve Sanayiciler Konfederasyonu (TUSKON), Türkiye Đhracatçılar Meclisi (TĐM) gibi işveren dernekleri de geniş tabanlı üye profili üzerinden faaliyet göstermeye başlamışlardır. Bu kuruluşlardan TÜSĐAD ve -son dönem de MÜSĐAD da buna dahil edilebilir- birer ekonomik kuruluş olmanın ötesinde fikir kulübü şeklinde çalışmakta, hazırladıkları araştırma raporları ve brifinglerle hükümetlerin politikalarına yön vermeye çalışmaktadırlar. Geleneksel muhafazakar kesimden ve Anadolu’nun değişik illerinden yükselen geniş tabanlı “taşralı holdinglerin” sermaye gruplarına katılmasıyla, ekonomik gruplar Türkiye’nin ekonomik modernleşmesinde kritik bir rol oynamaya başlamıştır. Bu tür ekonomik gruplar sermayenin tabana yayılması, piyasayı rekabete ve serbest piyasaya zorlamak, özel teşebbüse canlılık kazandırmak gibi alanlarda ekonomik modernleşmeye önemli katkılar sağlamaktadırlar (Çaha; 2001).

Üçüncü grupta işçi ve memur sendikaları zikredilebilir. Đşçi sendikaları özellikle sendikacılık geleneğinin yaygın olduğu Avrupa ülkelerinde en önemli sivil toplum kuruluşu gruplarından biridir. Türkiye’de faaliyet gösteren TÜRK-ĐŞ, HAK-ĐŞ ve DĐSK gibi konfederasyonlar ve bunlara bağlı yan kuruluşlar iki milyonun üzerinde işçiyi temsil etmektedirler. Đşçi sendikalarının en temel işlevleri üyelerini işveren karşısında korumak ve onların çıkarlarını savunmaktır. Đşçi konfederasyonları da işveren dernekleri gibi sadece iş dünyasıyla ilgilenmekle kalmayıp, ülke gündemiyle ilgili de yorumlar yapmakta, analizler yayınlamaktadırlar. Bu anlamda bu kuruluşların da hükümetler

üzerinde birer baskı mekanizması oluşturdukları söylenebilir. Đşçi sendikalarına ilave olarak resmi olmamasına rağmen çok sayıda memur eylemine imza atan KAMU-SEN ve MEMUR-SEN gibi memur sendikaları da geniş memur kitlelerini harekete geçirerek çok sayıda eylemler gerçekleştirmektedirler.

“Hak ve özgürlükler” alanında gelişen sivil toplum kuruluşları bir başka kategoriyi oluşturmaktadır. Bu kategoride insan hakları alanında faaliyet gösteren dernekler sayılabileceği gibi örgütsüz sivil inisiyatif ve girişimler son dönemde önemli bir yer tutmaktadır. “Barış Đçin Bir Milyon Đmza”, “Sürekli Aydınlık Đçin Bir Dakika Karanlık” gibi kampanyalar çerçevesinde gelişen sivil inisiyatif hareketlere katılımın oldukça yüksek olması, psikolojik olarak örgüte girmekten rahatsız olan kitleleri de harekete geçirebilmesi bakımından ses getirmektedir (Erdoğan Tosun, 2001:330). Bu sivil inisiyatiflerin dışında örgütlü olan Đnsan Hakları Derneği, Mazlum-Der gibi kuruluşlar hak ve özgürlükler alanında ön plana çıkan kuruluşlardır. Bu dernekler periyodik olarak insan hakları ihlallerini tespit edip yayınlamakta ve kamuoyunun dikkatine sunmaktadır (Çaha, 2001).

Türkiye’de sivil toplum dendiğinde akla gelen bir başka kategori de “etnik ve kültürel haklar” etrafında ortaya çıkan sivil toplum örgütleridir. Özellikle Kürt ve Alevi meseleleri konusunda ortaya çıkan sivil toplum kuruluşları dünya literatüründe de “kimlik” konusunun tartışılmaya başlanmasıyla birlikte daha da önemli hale gelmiştir. Pir Sultan Abdal Kültür Derneği, Alevi-Bektaşi Eğitim ve Kültür Vakfı, Kürt Kültür ve Araştırma Vakfı bu STK’lara örnek gösterilebilir. Çok çeşitli dernekler ve vakıflar aracılığıyla seslerini duyurmaya çalışan bu kimlikler, AB üyelik süreciyle beraber demokratikleşme yolunda uygulanan reformlarla birlikte daha da etkin hale gelmişler ve siyasi iradelerin daha fazla dikkatini çeker olmuşlardır.

Etnik ve kültürel sivil toplum örgütleriyle bağlantılı olmakla birlikte ayrı bir kategoride değerlendirilebilecek bir başka kategori de “hemşehri ve göçmen dernekleri”dir. Özelikle Kafkasya ve Balkanlar’dan Türkiye’ye farklı dönemlerde gerçekleşen göçlerle gelen halkın kurduğu bu dernekler son dönemde Türk dış politikası karar verme sürecinde oldukça etkili olmaktadır. Kuruluş amaçları da daha çok aynı bölgelerden gelen vatandaşlar arasında işbirliği ve dayanışma sağlamak olsa da özellikle bu bölgelere yönelik politika belirlenmesinde görüşlerine başvurulur hale gelmiştir.

Sivil toplum cephesi olarak dikkat çeken alanlardan biri de çevre konusundaki duyarlılık ve hassasiyetlerde görülmektedir. Birleşmiş Milletler’in çevre konusunu 1973’te uluslararası bir sorun olarak ele almasından itibaren çevre konusu Türkiye’deki sivil toplum kuruluşlarının da gündemine girmiştir. Bazı gönüllü kuruluşlar çevre konusunda devletten daha erken davranarak bu konuyu hem siyasetin gündemine sokmaya çalışmış, hem de hukuksal mevzuatta çevre konusuna yer vermeyi sağlamıştır. Türkiye çapında faaliyet gösteren Türkiye Çevre Vakfı, TEMA Vakfı gibi birçok kuruluş çevre konusunu hükümetlerin gündemine sokmanın yanında değişik platformlarda yaptıkları çalışmalarla çevre bilincinin oluşmasına katkıda bulunmuşlardır. Çevreci örgütler aynı zamanda hükümetlerin, belediyelerin, iş dünyasının çevre sağlığını ihlal eden faaliyetlerini engelleme yönünde faaliyetlerde bulunmakta; bu yönde eylem ve protestolar gerçekleştirmektedirler (Çaha, 2001).

Sivil toplum kuruluşları içerisinde Necmi Erdoğan’ın “kalpaksız kuvvacılar” olarak adlandırdığı (Erdoğan, 2001: 235), Ömer Çaha’nın “yarı resmi reaksiyoner gruplar” (Çaha, 2001) olarak nitelediği Kemalist sivil toplum kuruluşları da ayrı bir kategoriyi oluşturmaktadır. Türkiye’de 1990’larda Kürt sorununun yeniden şiddetlenmesi ve öte yandan Đslami hareketin yükselmesi ile yeni bir dönüşüm dönemi ortaya çıkmıştır. Bu sürecin bir parçası, devlet aygıtlarının birliğini ve iç tutumunu sağlayan resmi Kemalist söylemin savunmacı-reaksiyoner ve otoriter bir tarzda yeniden öne sürülmesi olmuştur. Böyle bir ortam sivil toplumda da yankı bulmuş ve 1990’lı yılların başında çok sayıda Kemalist sivil toplum kuruluşu kurulmuştur. Atatürkçü Düşünce Derneği ve Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği’nin öncülüğündeki bu kuruluşlar özellikle AK Parti hükümetinin bütün icraatlarını eleştirmekte ve hükümeti emperyalist güçlerle işbirliği yapmakla suçlamaktadırlar (Erdoğan, 2001: 236).

1980’li yılların hemen başlarından itibaren daha fazla kamusal yaşamda görülmeye başlanan kadın hareketlerini Türkiye’deki kamusal yaşamın farklılaşmasında rol oynayan önemli sivil toplum örneklerinden biri olarak zikretmek mümkündür. 1980’li yılların başından itibaren yeni bir oluşumu teşkil eden feminist kadınlar birkaç yıl sonra kamusal platformda siyasal eylemlere yönelmiş ve seslerini duyurmaya başlamışlardır. 1979 yılında BM tarafından kabul edilen ve Türkiye’nin de 1985 yılında taraf olduğu BM Kadına Karşı Her Türlü Ayrımcılığın Önlenmesi Sözleşmesi’yle beraber kadın

hareketi daha fazla sesini duyurur olmuştur4 (Varlık, 2005: 432). 1990’lı yıllarda feminist kadınlardan çok siyasi partilerin çatısı altında, derneklerde, vakıflarda, üniversite önlerinde örtülü geleneksel muhafazakar kadınların sesi yükselmeye başlamıştır. Bu yıllarda özellikle başörtüsü yasağının Türkiye siyasetinde çok fazla gündeme gelmesiyle beraber muhafazakar kadın kuruluşlarının sayısında da ciddi bir artış olmuştur. Kuşkusuz 28 Şubat süreci sonrasında oluşturulan ortam da bu tür kadın kuruluşlarının sayısındaki artışın nedenlerinden belki de en önemlisidir (Pusch, 2001: 461).

Tam anlamıyla bir sivil toplum kuruluşu kimliği taşımasalar da, kitleleri harekete geçirme ve yapmış oldukları faaliyetlerle karar vericileri etkileme konusunda özellikle son yıllarda daha da önemli hale gelen cemaatler de bu sınıflandırmada yer alması gereken sivil toplum oluşumlarıdır. Binnaz Toprak, demokratik yönetimlerde kitlelerin politik davranışlarını belirlemede dinin de önemli bir etken olduğunu söylemekte ve seçmenin partilere ya da hükümetlere yansıttığı talepler arasında dinsel, kültürel taleplerin de bulunduğunu ve demokratik yapı içinde bu taleplere cevap verme zorunluluğu bulunduğunu belirtmektedir. Tam da bu nedenle Türkiye’de dini cemaatlerin siyasi hareketliliği pek çok kesim tarafından ciddi tartışmalara neden olmuştur (Toprak, 2000: 310).

Bir başka kategoride muhafazakâr sivil toplum kuruluşları düşünülebilir. Bu sınıflandırma her ne kadar daha geniş bir kitleyi içinde barındırsa da özellikle 1990 sonrası Türkiye’de pek çok alanda bu tür sivil toplum kuruluşları ortaya çıkmış ve kendi kategorilerindeki sivil toplum kuruluşlarına alternatif olma yolunda ilerlemişlerdir. Gerek ekonomide, gerek medya alanında, gerekse kültürel alanda 1990 sonrası kurulan muhafazakar sivil toplum kuruluşları 2000’li yıllarla beraber kendi içlerinde de bir dönüşüm yaşamışlardır. MÜSĐAD, HAK-ĐŞ gibi STK’lar bu kuruluşlara örnek verilebilir. Bu dönüşümde AK Parti iktidarının da rolü olmakla birlikte 28 Şubat sonrası “mağdur” durumuna düşen bu kitlelerin AB süreciyle beraber demokratikleşme ve insan hakları kavramını kendi lehlerine döndürebileceklerini fark etmiş olmaları da çok önemli bir etken olmuştur.

Uluslararası STK’ların (Non-Governmental Organization-Hükümet Dışı Kuruluş) Türkiye’de faaliyet gösteren birimleri de sivil toplum kuruluşları içinde önemli bir yer teşkil etmektedir. Uluslararası Af Örgütü, Greenpeace gibi değişik alanlarda faaliyet gösteren uluslar arası STK’ların Türkiye’de sivil toplum bilincinin ve demokratik siyasal kültürün yaygınlaşmasında önemli bir rol oynamaktadırlar. Bu örgütler aynı zamanda Türkiye’deki şubelerine parasal destek sağlayarak, sivil canlanmaya da katkı sağlamaktadırlar (Çaha; 2001).

Türkiye’de son dönemde öne çıkan sivil toplum kuruluşlarından biri de yardım dernekleridir. Farklı isimlerle ortaya çıkan bu STK’lar, çoğunlukla bir kampanya çerçevesinde başlayıp daha sonra derneğe dönüşmüşlerdir. Đnsan Hak ve Hürriyetleri Đnsani Yardım Vakfı (ĐHH) ve Yardımeli Derneği bunlara örnek gösterilebilir. Bu kuruluşlar, yoksullara olduğu kadar kıtlık, sel, deprem gibi felaketlerin yaşandığı bölgelere de yardımlar götürürler. Bu kuruluşlar -Mavi Marmara olayında olduğu gibi5- kimi zaman ülkeler arası ilişkilerde önemli gelişmelere sebep olabilmektedirler.

Son dönemde iç siyasetle ama özellikle de dış politika alanıyla çok fazla ilgilenen sivil toplum kategorisinden biri de düşünce kuruluşları (think-thank)dır.6 Sayıları her geçen gün artan düşünce kuruluşları yayınlamış oldukları raporlar, düzenlemiş oldukları konferanslar ve akademik çalışmalara yapmış oldukları katkılarla kamuoyunun dikkatini çekmektedir. Düşünce kuruluşları kimi zaman üniversiteler bünyesinde, kimi zaman da bir vakıf statüsünde kurulmakta ve çoğunlukla yaptıkları saha araştırmalarıyla katkı sağlamaktadır.

Gerek sayısal olarak gerekse niteliksel olarak STK’lardaki artışa rağmen Türk sivil toplumunun belli başlı sorunları bulunmaktadır. Öncelikle Türk Anayasası geniş çaplı demokratik ve özgürlük taleplerini karşılayacak bir görünüm sergileyememektedir. Oysa 2000’li yılların Türkiye’si Batıyla daha fazla bütünleşmeye çalışan demokrasi ve insan hakları yönünde arayışı olan bir toplum profiline sahiptir. Anayasa bu bakımdan mevcut dinamiklerin özgürlükçü bir temelde siyasal ve sivil toplum dinamizmine dönüşmesine engel teşkil etmektedir. Đkinci olarak ordunun siyasal yapıdaki etkin rolü

5 Bu konuya ilerleyen başlıklarda değinilecektir.

6 Türkiye’deki düşünce kuruluşları ile ilgili geniş bir çalışma için bkz. Kanbolat Hasan ve Hasan Ali Karasar (ed.), Türkiye’de Stratejik Düşünce Kültürü ve Stratejik Araştırma Merkezleri: Başlangıcından Bugüne Türk Düşünce Kuruluşları, Nobel Yayınları, Ankara 2009.

ve sistem üzerindeki vesayeti Türk siyasal yaşamı boyunca sivil toplumun gelişmesinin önünde önemli bir engel teşkil etmiştir. Ordunun siyasal yaşam içerisindeki yerinin artması devletin hukuk devleti olmasını da engellemektedir. Son olarak, Türk siyasal yaşamının uzlaşmacı, diyaloga ve uzlaşmaya dayanmayan çatışmacı görüşler etrafında kutuplaşmış olmasıdır. Oysa demokratik rejimlerde özgürlükler ancak karşılıklı hoşgörü ve tolerans ortamında gelişebilmektedir. Bu durum da ülkemizde sivil toplumun gelişmesini engelleyen faktörlerden biridir (Çaha, 1999: 82).

Şerif Mardin, Türkiye’deki sivil toplumun, Batı’dakine benzer bir şekilde aşağıdan yukarıya doğru kurulmadığı tespitini yapmaktadır. Türkiye’de devlet geleneğinin baskınlığı ile özerk bireysellik ve vatandaşlığın zayıf durumda olması yüzünden Batı Avrupa’dakine benzer sivil toplumun gelişemediğini veya böyle bir oluşumun önünde çok ciddi engeller olduğunu ifade etmektedir (Mardin, 1986: 1922).

Türkiye’de sivil toplumun gelişimi önündeki en önemli iki engelden ilki, güçlü devlet-zayıf toplum yapılanmasının beraberinde getirdiği demokrasiye geçiş problemleri ve ordunun siyasal sistem içindeki rolü, ikincisi ise, demokratik bir sivil toplumun varlığı için gerekli koşulların sağlanması, devlet-sivil toplum ilişkilerinin demokratikleşmesi sorunudur. Koşullara ilişkin sorunlar genellikle sivil toplumun örgütlenmesini belirleyen yasal çerçeveye, toplumsal kültüre, sivil toplum örgütlerinin yapısal-örgütsel sorunlarına gönderme yaparken, birinci gruptaki sorunlar kökenleri daha derinde olan siyasal kültürden, siyasal sistemin ve kurumların işleyişinden ve devletin yeniden kurgulanması sürecine ilişkin zihinsel arka plandan kaynaklanır (Erdoğan Tosun, 2001: 348).

Bu durum çalışmanın ilerleyen bölümlerinde sivil toplum kuruluşu temsilcileriyle yapılan mülakatlarda da görülecektir. Yapılan bütün mülakatlardaki ortak noktalardan biri STK’ların karar verme sürecinde yeterince etkili olamadığı yönündedir. Görüşme yapılan kişiler, Türkiye’de henüz yeterli düzeyde sivil toplum kültürünün oluşmadığını ve karar vericilerin önemli politikalar oluştururken STK’ların görüşlerini dikkate almadıklarını belirtmişlerdir. Oysa STK’ların siyasetin girdilerinden biri olduğu herkes tarafından kabul edilmekle birlikte, ne yazık ki kendilerinin tavsiye ve görüşlerini henüz bir çıktıya dönüşemedikleri yine herkes tarafından kabul edilen bir gerçekliktir. Bu durumun AB üyelik süreciyle beraber düzelmesi beklenmektedir. Çünkü AB kurumları

tarafından sağlanan desteklerle Türkiye’deki STK’lar kendilerini geliştirmekte ve Avrupalı muadilleriyle işbirlikleri yaparak ufuklarını genişletmektedirler.