• Sonuç bulunamadı

2. İSTANBUL’ DA YEŞİL ALANLAR ÜZERİNE NOTLAR

3.3 Sosyal Unsurlar

16. yüzyılda İstanbul’ da bugünkü anlamda bir nüfus sayımı yapılmamıştır ancak vergi veya başka amaçlarla yapılan resmi sayımlardan çeşitli sonuçlar çıkarılabilmektedir (İnalcık, 2019, s. 231). Sonuçların kesin suretle doğru olacağı beklenemez fakat doğruya yakın değerler olarak değerlendirilebilir. Bu tespit çalışmaları neticesinde Çeçen, Fetih’ten hemen sonra İstanbul’un nüfusunu tahmini 40 000 civarında olduğunu, İnalcık ise 50000 olarak belirtmiştir (2019). Ancak İstanbul’u Şenletmek' amacıyla fethedilen yerlerden yaptırılan göçler, mültecilere kucak açılması, nüfusun hızla artışına sebep olmuştur (İnalcık, 2009, s. 65,69). Peçevi özellikle Kanuni Dönemi’nde diğer dönemlere göre daha hoşgörülü bir nüfus politikası sergilediğini bu durumun 16. yüzyılın ilk yarısında nüfusun artmasına önemli katkısı olduğunu belirtmiştir (Peçevi Tarihi, 1999, s. 5). İnalcık’a göre de Osmanlı İmparatorluğu mültecilere her zaman kucak açmış, sürgün edilen on binlerce insan Osmanlı himayesindeki kentlere yerleşmiştir (2009, s. 65). İmparatorluğun nüfusu 1530’larda 12-13 milyondan 16. yüzyılın sonuna doğru 25-30 milyona yükselmiştir (Pamuk, 1990, s. 66; İnalcık, 2009, s. 65). 16. yüzyılda Osmanlı’da Anadolu ve Rumeli kentlerinin tümünün nüfusu yüz bine ulaşmazken İstanbul’un nüfusu yüzyılın sonuna doğru bir milyona yaklaşmıştır (Pamuk, 1990, s. 66).

II. Beyazid Dönemi’nde19 12 nâhiyesi ve yaklaşık 20 bin civarında nüfusu ile esas gelişimini gerçekleştirmiştir. Hane sayısı, 1535’te 80000, 1550’de ise 120000’dir. İstanbul’un köylerdeki nüfusu hesaplanırken, hane sayısı 5 ile çarpılarak, kent merkezinde ise 3-4 ile çarpılarak hesaplanmaktadır (İnalcık, 2019, s. 173 ve İnalcık, 2009, s. 63-64). Defterlerin kaydedildiği yıllarda nüfusun 150000’e ulaştığını göz önünde bulundurulursa tahmini konut sayısının da 30000 civarında olması muhtemeldir (Çeçen, 1984).

Sözü edilen konutlarda yaşayan halkın etnik yapısı her dönem çeşitlilik göstermiş, çeşitli ırk, dil, din ve milletten, farklı etnik kökenden insanlar bu kentte bir arada

69

yaşamıştır (Eyice, 2006, s. 47). 1477 yılına ait verilere göre ise 14803 konutun: 9218’ü Türk konutu, 31’i Müslüman Çingene konutu, 3151’i Hıristiyan konutu, 372’i Ermeni konutu, 384’ü Karamanlı Ermeni konutu, 1647’ü Yahudi konutu (Kuban, 1996, s. 189).

1477 kadı Muhyiddin tarafından yapılan tahrire göre ise İstanbul’da Müslüman ve Rum Ortodoks hane sayısı şu şekildedir: 8951’i Müslüman, 3151’i Rum Ortodoks, 3095’i diğer tüm toplulukların (Ermeni, Latin ve Çingeneler) haneleridir (İnalcık, 2019).

Söz konusu dönemde nüfus da olduğu gibi ekonomik yapıda görülen gelişimler ve değişimler de yeşil alanlar için etkili olabilecek niteliktedir.

3.3.2 Ekonomik yapı

Pamuk’ göre, 16. yüzyılda Osmanlı İmparatorluğu yalnızca siyasi ve askeri bakımdan değil iktisadi açıdan da doruk noktasını yaşamıştır. (1990, s. 94). İnalcık, sözü edilen yüzyılda Osmanlı İmparatorluğu’nda en önemli ve gerekli ekonomik faaliyetin tarım olduğunu, tarıma öncelik tanındığını ifade etmiştir (2009, s. 82). Pamuk, diğer Orta Çağ toplumlarında olduğu gibi Osmanlı’da da kentlerde yaşayan halkın bir bölümünün meyve sebze üretimi yaptığını fakat nüfusun büyük çoğunluğunun mamul mallar üretimi, ticaret gibi tarım dışı faaliyetlerle uğraştığını anlatır. Ayrıca kentlerin gelişimi ile tarım dışı faaliyetlerin daha da arttığını, tarımsal üretimin 16. yüzyılın son çeyreğine kadar canlılığını koruduğunu, kırsal nüfus artmaya başlayınca boş ekilebilir toprakların rağbet gördüğünü ve tarımsal üretim faaliyetlerinin arttığını eklemiştir (1990, s. 55,92,93). İnalcık’a göre 16. yüzyılın ilk yarısında tarımsal ürünler kentlere akmaya başlayınca kentlerde tarım faaliyetleri azalmıştır. Ancak sözü edilen yüzyılın son çeyreğinde nüfus artışıyla topraksızlık sorunu ortaya çıkmış, ekilen toprakların artış hızı nüfusun gerisinde kalmış ve kırsalda üretilen ürünler kentlinin ihtiyacına cevap verememiştir. 1574-75 yıllarında Anadolu’da ve İstanbul’da kıtlık ve açlık; 1588 de ise İstanbul’ da kıtlık baş göstermiştir (2009, s. 233). Bunun üzerine yüzyılın son çeyreğinde kentlerde tarım üretimi tekrar başlamıştır. Dolayısıyla 16. yüzyıl Osmanlı ekonomisinde bir dönüm noktasıdır. Yüzyılın başında çok iyi başlayan ekonomi hızla gelişmiş fakat 1580-1590 yıllarına gelindiğinde gerileme başlamıştır. Ülke sınırlarının fethedilmesi zor topraklara dayanması zaferle sonuçlanan hazineye gelir sağlayan savaşların yerini zorlu, masraflı ve yorucu mücadelelere bırakması, Yeniçerilerin sayısının ve dolayısıyla masraflarının artması, tımar sisteminin

70

gelirlerinin sipahilerin masraflarını karşılamaması, tarımsal üretimin artmasıyla fiyat devriminin yaşanması ve alınan vergilerin akçe olarak kalması dolayısıyla vergilerin düşmesi gibi olayların sonucu olarak devletin gelir-gider dengesi sağlanamamış böylelikle mali anlamda yüzyıllar sürecek bunalımlar yaşanmaya başlamıştır. 16. yüzyıl boyunca tarım ürünlerinin fiyatları diğer ürünlere göre daha fazla artmıştır. Aynı mali bunalımı Avrupa ülkeleri yaşamış ve bazı üreticiler tarım ürünlerini yüksek fiyatla Avrupalı tüccarlara satmıştır (1990, s. 92-93,101-106). Tarım ürünlerinin fiyatlarında yaşanan bu artışın ve ekonomik zorlukların, kentsel alanda zanaata yönelen halkı tekrar ekim-dikim faaliyetlerine yöneltmiş olması muhtemeldir. Böylelikle 1600 tarihli kayıtlarda yeşil alanların, ağaç türlerinin artışının sebeplerinden biri ekonomik yapı olarak düşünülebilir.

Ayrıca Pamuk tereke defterlerine göre de yüksek devlet memurlarının ya da diğer servet sahiplerinin servetleri olarak kent sınırları içinde veya yakınında bağ, bağçe, mandıralara yatırım yaptıklarından bahseder (1990, s. 106). Böylelikle yatırım yapılan bu alanların değer kazandığı sonucunun çıkarılması muhtemeldir.

Nüfus ve ekonomik yapının yanı sıra dönemin sosyal yapısı da yeşil alan gelişimi ile birlikte değerlendirilecektir.

3.3.3 Sosyal yapı

On altıncı yüzyılda Osmanlı toplumunda aynı yüzyılın Avrupası’nda olduğu gibi üst düzey bir asiller sınıfı yoktur. Doğuştan asil olarak kabul edilen tek aile Osmanlı hanedanıdır. Benzer şekilde meslekler arasında da bir sınıf farkı yoktur (Üçel Aybet, 2003, s. 621). Ancak Busbecq bir seyahatinde satılmak için pazara götürülen Macaristan’dan getirilen esirlere rastladığından bahsetmiş, Türklerde böyle bir ticaretin çok yaygın olduğunu da eklemiştir. Aynı şekilde Canatar da köle ve cariyelerin alınıp, satıldığını, miras olarak değerlendirildiğini fakat hiçbir dönemde köleliğin önemli bir kazanç ve üretim aracı olarak görülmediğini hatta birçok sebeple azat edildiklerini belirtmiştir (2009, s. 39). Böylelikle bu kişilerin hanelerde yardımcı olarak çalışan gayrimüslimler olması ve sayıca fazla olmaması, mümkün olduğunca azat edilmeleri muhtemeldir.

Dolayısıyla 16. yüzyılda Osmanlı toplumu hanedan, halk ve esirler olarak değerlendirilebilir. Çalışmanın konusunu oluşturan halktan kişiler defterlerin kayıtlarında saray çalışanları, zanaatkar, esnaflar olarak ve zaman zaman meslek isimleri ile anılmıştır.

71

Defterler incelendiğinde sosyal hayatla ilgili en önemli ipucu olabilecek bilgiler vakfeden kişilerin isimleridir. Defterlerde genelde vakıflar kişilerin baba isimleri ile birlikte oğlu veya kızı şeklinde kaydedilmiş olsa da bir kısmında saray veya devlet çalışanı (tavaşi/ harem ağası, bevvab/ kapıcı, sakka/mahkeme kâtibi, kethüda/kâhya, nazır/memur, bevvab’ül-sultan/sultanınkapıcısı) ve esnafların (hayyat/terzi, habbaz/ekmekçi, haffaf/ayakkabıcı, saykal/cilaci, dellak/tellak, kassab/kasap, bostani/bostancı) bahsi geçmiştir.

3.4 Afetler