• Sonuç bulunamadı

Fetih Sonrası-1546 ve 1600 Tarihli İstanbul Vakıfları Tahrir Defteri Kayıtları

2. İSTANBUL’ DA YEŞİL ALANLAR ÜZERİNE NOTLAR

2.2 Fetih Sonrası-1546 ve 1600 Tarihli İstanbul Vakıfları Tahrir Defteri Kayıtları

Osmanlı döneminden önce (Selçuklu ve Beylikler döneminde) göçebe-kentli ikililiği kentlerin fiziksel yapısında etkili olmuştur. Fakat erken Osmanlı dönemine gelindiğinde tek bir grubun ağırlığından ziyade bir denge arayışı söz konusudur (Tanyeli, 1986). Osmanlı’da kent sistemi kendinden öncekilerin izinden gitmiştir (Cerasi, 1999). Dolayısıyla Anadolu Türk kentini tanımlayan başlıca öğe bir kültürden diğerine geçiş ve dönüşüm olgusudur. Tanyeli’ye göre, 11. ve 15. yüzyılda kentlerin varlık sebebi Türkleşme ve İslamlaşmaya dayalı kültürel olgulardır. Anadolu Türk kentleşmesi Orta Asya- İran kentsel yapılanmalarının bir tekrarı değildir ve Türklerin eski yaşamlarından da yalıtılmış değildir. Erken Osmanlı dönemi kentlerinin fiziksel yapısı kararlı ve sonuca ulaşmış değildir fakat ileriki yüzyıllarda devam edecek olan

32

evrim sürecinin ilk aşaması niteliğindedir. İstanbul’un fethinden önce erken Osmanlı kent sistemlerinde Edirne ve Bursa’ nın merkez olduğu iki parçalı yerleşme düzeni benimsenmiştir. Fakat İstanbul’un fethiyle bu sistem ortadan kalkıp bir bütünleşme başlamıştır. Gerek zorunlu iskânlar gerekse gönüllü göçlerle İstanbul’ a kitlesel bir göç hareketi olmuştur. Böylelikle Tanyeli Osmanlı’ da kentleşmenin hiçbir zaman sıfırdan başlamamış Bizans’tan devralınan mirasla gelişmiş oldıuğunu eklemiştir.

Tursun Bey; Fetih’ten hemen sonra Fatih Sultan Mehmed kenti havasıyla, suyuyla, çevresinin, dağının, düzlüğünün güzelliğiyle ne kadar muhteşem olduğunun benzerinin yaratılmadığını dile getirdiğini belirtmiştir. Kritovoulos da sultanın kentin büyüklüğüne, görkemine, güzelliğine, kiliselerin, kamu binalarının, halka ait konutlarının ihtişamına bakakaldığını, ifade etmiştir (1954, s.76-77). Fakat Tursun Bey’in aktardığına göre İslam dini ile bezenmediği için eksik olduğunu, kentin bakımlı ve şenlikli hale getirilmesi için çalışmalara başlamak gerektiğini belirtmiş; 1454 yılında Osmanlı İmparatorluğu’nun merkezini İstanbul’ a taşımıştır ve kenti yeniden inşa etmiştir (Târîh-i Ebü’l-feth, s. 79-80). Fatih Vakfiyesine göre Fatih Sultan Mehmed Fetih’i küçük cihad, kentin imarı ve eğitim faaliyetlerini büyük cihad olarak nitelendirmektedir (Tekinoğlu, 2005, s. 98). Kritovoulos Fetih ile kentin yağma edildiğini, herşeyin yakılıp yıkıldığını ifade etmiştir (1954, s.75). Ayverdi’ye göre de Fetih’ten sonra İstanbul harap durumdadır. Nüfus yalnızca sahil bölgelerindeydi ve yarımadanın ortası bomboş, kent geneli birbirinden oldukça kopuk köylere benzer mahallelerden ibaretti. Bu sebeple kentin iskânı Fatih’ in gayesi olmuştur. İlk olarak İstanbul’ da camiler, medreseler, bedestenler, hamamlar, hanlar inşa edilmiştir (Tevârîh-i Âl-i Osman, 2014, s.187). Ayverdi Fatih’in 30 yıllık hükümdarlığı boyunca İstanbul’da 184 cami (bazısı kiliseden dönüştürülmüş), 24 medrese, 32 hamam, 12 bedesten ve kervansaray inşa ettirdiğini ifade etmektedir (1953, s.6, 37,87,447). Fatih kendi imarlarının yanısıra beylerini ve vezirlerini de özendirmiş onlar da medrese, cami, imaret ve hamamlar yaptırmıştır. Ardından yeni fethedilen yerlerden getirilen eserler İstanbul’a yerleştirilmiş, kentte boş yer kalmayıp birkaç yıl içinde bakımlı ve güzel bir kent haline gelmiştir (Târîh-i Ebü’l-feth, s. 90-91). Kritovoulos da Fatih Dönemi’nin sonunda kentin oldukça güzel bir yer olduğunu, ünüyle, zenginliğiyle, gücüyle ve güzelliğiyle çok ünlü bir kent olduğunu kaleme almıştır. Ayrıca seçkin aileleri, asilzadeleri, iyi askerleri kente yerleştirdiğini, kent içinde zengin konutların, bahçelerin, bağların geliştiğini eklemiştir (1954, s.83, 140).

33

Bulunduğu stratejik konumu ve Bizans’ın 1000 yıllık kültürünün üzerine kurulmuş olmasına rağmen Fatih Dönemi’nden itibaren İstanbul’ da mimari ve şehircilik anlamında bir ekol yaratılmaya çalışılmıştır (Ayverdi, 1953). Yavaş yavaş mescitlerin etrafında mahalleler oluştur. Bizans döneminden farklı olarak kent sur dışına doğru yayılmıştır. Kentin belli başlı konumları korunmuş en önemli konut alanı Ayasofya ile Edirnekapı arasındaki yarımada sırtlarında gelişmiştir (Kuban, 1996). Fatih Sultan Mehmed, Fetih’ten sonra boş kalan ve harap durumda olan alanlara kim gelip kendi isteğiyle oturursa onun mülkü olacağını bildirmiş, ülkenin her yanından insanlar gelip İtsanbuıl’a yerleşmiştir. Daha sonraları nüfus ve yerleşim artınca belirli bir miktar kira alınması düşünülse de bu gerçekleştirilmemiştir. Böylelikle İstanbul’da nüfus artmış, iskân faaliyetleri hızlanmıştır (Târîh-i Ebü’l-feth, s. 82). İnalcık’a göre İstanbul bir İslam kenti olması amacıyla müslümanların yaşam tarzına uygun sosyal ve fiziksel çerçeve oluşturularak gelişmiştir. Kent bedestenin bulunduğu ticaret ve endüstri odaklı birinci bölge ve mescidler etrafında gelişmiş mahallelerden oluşan ikinci bölge olmak üzere ikiye ayrılmıştır (2019, s. 115) Kamu yapıları, hipodromlar, bazilikalar, tiyatrolar yok olmuş bunların yerini büyük külliyeler ve daha alçakgönüllü saraylar almıştır. Bu tarihten sonra İstanbul’ a kimliğini veren Doğu-Batı ikilemi gelişmiştir (Kayra, 1990; s. 15 ve Kuban, 1996, s. 199).

Bir rivayete göre: Fatih kenti İstanbul’un en yüksek noktalarına kurmak istiyordu bu sebeple kentin en yüksek tepelerini tespit ettirmiş, bu noktalarda yerleşimi teşvik etmiştir. Bu durum İstanbul’un her bir tepesinde bulunan külliyelerin sebebi olmalıdır. On beşinci yüzyılın sonu hakkında kentsel yerleşme ve topoğrafyaya özgü bilgi veren Fatih Mehmed Vakfiyesi’nden Fatih Dönemi sonlarına kadar geniş kapsamlı bir kentsel yenileme çalışması yapıldığı anlaşılmaktadır (Kuban, 1996, s. 211-214, Tevârîh-i Âl-i Osman, 2014, s. 187). Fatih vakfiyesine göre İstanbul’ da tespit edilen yapılar ve alanlar: 1130 hane, 2466 dükkan, 3 han, 54 değirmen, 57 oda, 26 mahzen, 7 birgos, 2 kapan, 9 bağçe. İslam hukukuna göre İstanbul zorla alınmış bir kent olduğu için tüm binalar ve araziler hükümdara aittir. 1535 yılında ise İstanbul’da hane sayısı 80000’e ulaşmıştır (İnalcık, 2019). Faroqhı’a göre 16. yüzyılda da imparatorluğun payitahtı olan bu kent, Avrupa’nın ve Akdeniz bölgesinin en büyük kenti haline gelmiştir (1997). Böyle önemli ve büyük bir kent olmasına rağmen İstanbul’ da dar sokakların bulunmaktadır, herhangi bir mahalle-sokak düzeni mevcut değildir, yollar

34

oldukça gelişigüzel, konutların konumlanışı düzensiz ve rastgeledir (Kuban, 1996 ve Busbecq, 2013).

Kent gelişiminin yanısıra yapıların özelliklerine değinmek gerekirse; aslında 15. yüzyıla ait yapı özellikleri ile ilgili bilgilere ulaşmak zordur (Kuban, 1996). On altıncı yüzyılın başlarında II. Beyazıd’ın hükümdarlığı sırasında Boğaziçi ve Tarihi Yarımada’ da özellikle 1506 depreminin etkisiyle çok sayıda bina ve konutun yıkıldığı bunların yerine çok kısa sürede bir veya iki katlı binalar yapıldığı bilinmektedir. Böylelikle kent Bizans niteliğinden sıyrılıp Türk özelliklerini kazanmaya başlamıştır. Yeni inşa edilen yapılar geniş bahçeler içinde gelişmiştir (Yaltırık ve dğ., 1997). Cerasi’ ye göre de konutlar topoğrafya eğrilerini takip eden yollara yapılmış, eğimin fazla olduğu arazilerde bahçeler ve bostanlar gelişmiştir. Ayrıca konutlar komşu avlularla görüş kapanacak şekildedir (1999).

On altıncı yüzyıl itibariyle; vakfiye vb. kayıtlardan çıkarılabilecek sonuçlara göre mutfakların ve tuvaletlerin yapıların dışında olduğu, kapalı yaşam alanlarının bulunduğu ve açık hava ihtiyaçlarının sağlandığı avlu ve bahçelerinin olduğu öğrenilmektedir. İslami bir soruna getirilen Türk çözümü olarak modern dönemlere kadar Türk aileleri hiçbir zaman küçük de olsa bir açık alanı olmayan konutlar yaşamamışlardır. Bahçeli konut düzeni ve yerleşim alanı uygulamaları Batılılaşma öncesi İstanbul’unun en karakteristik özelliğidir. Konutlar arsaya göre biçimlenmiş asimetrik planlıdır. Vakfiyelerden anlaşıldığı ve Matrakçı Nasuh tasviride de görüldüğü üzere sıradan insanların yaşadığı konutlar gösterişten uzak bir-iki katlıdır. Sahiplerinin görkemini, soyluluğunu ve zenginliğini yansıtmamıştır. Anıtsal yapıların her daim ölçek olarak büyük ve gösterişli fakat halka ait konutların özensiz olduğu Grelot’un çizdiği tasvirde de anlaşılmaktadır. Tarihi araştırmalarda söz konusu yıllarda ikiden fazla katlı konut yapılmasının yasak olduğuna dair belgelere de rastlanmıştır. Zemin katların penceresi yok denecek kadar azdır veya yoktur. Konut planları işlevsel ve kendiliğinden gelişmiştir (Kuban, 1996, s. 211-214).

Francesco Sansovino’nın 1582 yılında ‘Türklerin Kökeninin ve İmparatorluğunun Evrensel Tarihi’adını verdiği eserine göre ise konutlar ahşaptan yapıldığı için pek güzel değildir ve kent genelinde padişahların ikametgahları da dahil tüm ikametgahlar gösterişsizdir (Ağır, 2018, s. 89)

35

Cerasi’e göre Osmanlıda kent parseli olarak duvarla çevrilmiş bahçe benimsenmiştir, en önemli konut tipi ise konut ve bahçeyi kapsayan bir bütündür. Avlulu ve bahçeli halk konutları yaygındı. Açık avlulu ve bahçeli mekânların merkezi geometrik değildir. Merkezi alan ilgi odağıdır ve yüzeyler devamlılığı ve bütünlüğü korumaktadır. Konut ile bahçe arasında bir açık bahçe bulunmaktaydı ve bu istisnasız bir durumdu. Bir taş örgü duvar tüm öğeleri birleştirir ve avlunun yapılanmamış kenarlarını kapatırdı. Giriş çoğu zaman bahçedendi (1999).

Kuban, İstanbul’da 16. ve 17. yüzyıla dair hiçbir konut mimarisi, bahçe örneği ve sözü edilen bu alanların kalıntısının bulunmadığını ifade etmiştir. Bu durumun sebeplerini; kullanılan malzemelerin kalıcı olmaması ve halkın dünyadaki hanesinin geçici olduğu kavramına sıkı sıkıya bağlı olması şeklinde açıklamıştır (1996, s. 259).