• Sonuç bulunamadı

Sosyal Norm Olarak Geleneğin Yapısı

Belgede Gelenek ve kimlik ilişkisi (sayfa 64-69)

1.3. Geleneğin Yapısı

1.3.1. Sosyal Norm Olarak Geleneğin Yapısı

Sosyal norm olarak gelenek, diğer normların içerisinde binanın iskeleti vazifesini gören bir normdur. Sosyal norm olarak gelenek için de oluşum ve hâkimiyet uzun sürelidir. Toplum içerisinde, sosyal bir kural haline gelmiş bir uygulamanın gelenekleşmesi için toplumun bireyleri tarafından nesiller boyunca uygulanmaya devam edilmesi ve bu uygulama etrafında onlarca ve hatta yüzlerce âdet ve göreneklerin de toplanmış olması gerekmektedir. Anlaşılacağı üzere gelenek, çok büyük bir çeşitlilikte uygulama zenginliğini yapısında barındıran kalıplaşmış, yığın haline gelmiş ve tortulaşmış kültür öbekleridir. Gelenek normunun vazifesini ifa ettiği alanlar, genellikle toplumu meydana getiren bireyin bulunduğu alanlardır. Birey dâhil olduğu değişik sosyal ve kültürel statüler çerçevesinde ya da dini ve etnik guruplar dâhilinde, kendisine uygun geleneksel bir hayatı kurgulayabilme imkânına sahip doğar. Gelenek normu, kadim bir uygulamanın nesilden nesile aktarılarak geçmesi suretiyle, kendisinin ihtiyaç duyduğu güven ve meşruluk özelliklerine sahiptir. Bundan dolayı da bireyler tarafından kabullenilmesi ve tatbiki olağan bir hadisedir. Bu da geleneklerin bünyelerinde mevcut olan dogmatik yapıyı göstermektedir. Çünkü bireyler geleneksel bir uygulamanın doğruluğunu ya da yanlışlığını düşünmeden onu kabullenirler. En azından gelenek böyle bir yargılanmaya müsaade etmeyecek bir dogmayı da beraberinde getirir.

Sürdüğü ömrün uzunluğu bakımından diğer normlardan (görenek, âdet, teamül ve moda gibi sosyal normların ömürleri geleneğe nazaran daha kısadır) ayrıldığı gibi egemen olduğu alanın büyüklüğü bakımından da diğerlerinden ayrılmaktadır. Gelenek normu, olabildiğince geniş bir alanı yönetmek kabiliyetine sahip bir yapı da arz eder. Bu büyük alanı yönetebilmesinde onun en fazla faydalandığı yönü ise tutucu olmasıdır. Gelenek normu çabuk değişebilen bir yapıya sahip değildir. Bu nedenle de belli kalıp davranışları uzan zaman süresince bozmadan sürdürebilmektedir. Sosyal ilişkiler ve

sosyal roller bağlamında düşünülecek olursa, bu durum yani geleneğin değişmezliği ve sabitliği durumu, bireye daha dayanıklı ve daha sağlam kimlikler ile kişilikleri kazandırma imkânını da sunmasında yardımcı olur. Böylelikle sürekli değişmeden kalan davranış kuralları, birey ve toplum ilişkileri, birey ve aile ilişkileri, birey ve akraba ilişkileri sayesinde, birçok tarz ve tavır, kimliklerin oluşmasında ve aynileşmesinde önemli roller üstlenirler. “Nitelikleri bakımından genellikle tutucu olan gelenekler aile, hukuk, din ve politika gibi toplumsal kurumlar üzerinde etkilidir. Bilim ve sanat, geleneklerin daha az etkisi altındadır” (Örnek, 2000: 126). Ve bütün bu gelenek türlerinin kendine özgü alışkanlıkları, tutum ve davranış tipleri, o gelenek normu tarafından düzenlenir. Farklı normlar gibi görülseler de bütün bu gelenek türlerinde bireyler türdeş davranışları sergilerler. Bu da geleneğin ortak kültürle kurmuş olduğu sıkı diyalogdan kaynaklanmaktadır. Toplumun bir arada ve huzurlu bir şekilde yaşamını sürdürmesinde geleneklerin üzerine düşen rol ve roller vardır. Geleneğin, müeyyide bakımından saydığımız diğer normlardan daha fazla zorlayıcılığa sahip bir norm olması, aslında onun toplumsal birliği ve düzeni sağlaması için muhtaç olduğu bir özelliğidir. Bu zorlayıcılık ile gelenek, bireyler üzerinde baskılayıcı bir kuvvete sahip olur. Geleneğin diğer normlara göre daha ağır müeyyideye sahip olmasının nedeni, onun ideal düzeni gerçekleştirme iddiasından gelmektedir. Đdeal tip ve davranışlar bu iddia uğrunda topluma ve bireye taşınır ve ondan bu ideal tarzları kabullenmesi beklenir. Đdeal tip ve davranışlar ise, zaman içerisinde tekrar eden davranış tiplerinden iyilerinin seçilmesi ve kötülerinin terk edilmesi ile elde edilir. Bu bağlamda gelenek normu kendi bireyleri ve toplumları için seçici bir tavrı da yapısında barındırmaktadır. Buradaki amacı ise tekrar eden etkileşimler ve eylemler sonucunda billurlaşan ve en kâmil şekliyle ortaya çıkan alışkanlıkları belirlemek ve bunları bireye ve topluma kazandırmaktır. Yani gelenek normunun faydacı yapısı da burada ortaya çıkmaktadır.

Gelenek normu içerisindeki bütün rit ve ritüellerin, âdet ve göreneklerin oluşmasında ve ortaya çıkmasında uzun bir tecrübenin sonucunda olduğu anlaşılmaktadır. Egemenlik anlayışı ise diğer normlarda olduğu gibi gelenekte de verilidir ve bu süreçte tecrübe edilmeyen ya da değişmeyen tek şey odur. Đlk insanın bir arada yaşamaya başlaması ile gelenek sosyal normu, tarih sahnesine çıkmaya başlamıştır ki bu durum geleneğin hem ömrünün uzunluğunu göstermesi bakımından hem de sağlamlığı ve dayanıklılığını

göstermesi bakımından önemlidir. Bundan dolayı bazı araştırmacılar, Sharma ve Malhotra gibi, bu ömre bir süre biçerken (2007:33) “sosyal normların tarihi, medeniyet tarihi kadar eskidir” gibi ifadeler kullanmayı tercih etmişlerdir. Birlikte yaşamaya mecbur olan insan ırkı, bu birlikteliği en iyi şekilde sağlamak için çeşitli kural ve kaideleri belirlemiş ve bunları takip etmiştir. Deneme yanılma yoluyla beğenilen tutum ve davranışlar, inanç ve inanışlar, sosyol ilişki şekilleri zamanla bir kültür öbeği etrafında birikerek geleneği meydana getirmiştir ki bu aynı zamanda bir sosyalizasyon ve kimliklenme sürecidir. Bireyin hem kimlik hem de sosyalleşme aşamasında gelenek normuna duyduğu ihtiyaçtan ötürü, geleneğe olan bağlılık olabildiğince artar. Yazıya geçilmeyen dönemlerde bu kurallar sözlü kültürün yardımıyla nesilden nesile geçerek egemenliğini ve devamlılığını sağlamıştır. “Weber, geleneği "ezeli geçmişin iktidarı" olarak ifade ederken, toplumun hatırlanamayacak kadar eski uyma ve kabul etme alışkanlıklarının kutsallaştırdığı göreneklerden bahseder” (Weber, 1993:81). Eski dönemlerde bu kutsallaştırma mecburi bir durumdur. Çünkü insanın iç dünyası, yapı itibari ile kutsala boyun eğen bir psikolojik ruh halini barındırmaktadır. Kanunların birbirinden ayrıştırılmadığı, sosyal kuralların yazılı kurallar gibi egemen olduğu dönemde, huzurun sağlanması için kutsallaştırma işi, önde gelen şartlardan biridir. Huzuru bozan insanlar uymadıkları sosyal norma göre cezalandırılır ve bu sayede düzene asi kişiler örnek teşkil ettirilerek diğerlerinin üzerinde baskı uygulanırdı. Aslında insanları cezalandıranlar insanlar değildi, insanları cezalandıranlar kurallardı. Buna örnek, kültürümüzde değimleşmiş güzel bir söz vardır. Şeriatın kestiği parmak

acımaz diye. Kanunun verdiği hükme razı olunmasını hatırlatan bir sözdür.

Bazı düşünürler bu noktada yani gelenek normunun zorlayıcılığı noktasında, bazı sıkıntıların olduğunu dile getirmektedirler. Sosyal normun yapısında bulunan zorlayıcılık ve cezalandırma yetkileri, eleştiriye tabi tutulmuştur. Çünkü insanların uygun olmayan davranışlarının cezalandırılma ve beklenen, beğenilen davranışlarının da ödüllendirilme nedeni tam olarak anlaşılamamaktadır. “Bazı bilim adamları iddia eder ki, bireyler diğerlerini bilinçsizce, yaptıklarından haberdar olmaksızın, cezalandırırlar. Bundan dolayı kontrol zayıftır. Buna ek olarak, bazı şartlar altında cezalandırma, diğerlerinin kendi bencil davranışlarının bir yan ürünü gibi ortaya çıkar. Bununla birlikte birçok açıklamanın öngördüğüne göre cezalandırma, (müeyyide, yaptırım) maliyetlidir. Diğerlerini cezalandırma ile ilgili olan maliyetler, potansiyel

ilişkilerin riske girmesini ya da tamamen yitirilmesini, zaman ve para kaybını, duygusal yıpranmaları ve hatta daha fazlasını kapsar” (Hechter and Karl-Dieter, 2001:19). Görüldüğü gibi bazı araştırmacılar normların zayıflamasının nedenleri olarak, onun müeyyidelerinin var olmasını ve uygulanmasını görmektedirler. Hâlbuki bu düşünce

şekli yanlıştır . Çünkü bir normun var olabilmesi için öncelikli şartlarından birisi, onun belli bir müeyyidesinin ve ödüllendirme sisteminin olmasının gerekliliğidir. Müeyyidelerin uygulanmasından dolayı topluma ya da devlete çıkan maliyettense, toplumda sağlanan düzen ve istikrar sayesinde elde edilen katma değer oranı daha fazladır. Öncelikle bilinçsiz davranışların haksız bir şekilde cezalandırıldığına dair bir anlayışın sergilenmesi, gelenek bahsi için yanlıştır. Çünkü gelenek, çok uzun bir tecrübenin sonucunda kural ve kaidelerini oluşturduğu için ideal tipi ve düzeni temsil eder ve bu ideal tip ve düzen, bireyi, kasıtlı, art niyetli ya da hataen cezalandırma yoluna gidemez. Gelenek, hikmet ile eş değer görülmüştür, gelenek bilgelik ile eş değer görülmüştür ve bundan dolayı geleneğin çiğlik(geleneksel bir tabirle) yapması düşünülemez.

Ayrıca bireyin doğup büyüdüğü sosyal çevrede, o sosyal çevrenin kültürü ve sosyal değerleri ile kimliklenmesi mevzubahistir. Yani yaşadığı kültür çevresinde bilinçli hale gelen bir bireyin, bilinçsiz davranış sergilemesi gibi bir şey ya söz konusu değildir ya da mevcut bulunan yaptırımı göze almış demektir. Bundan ötürü birey yanlış davranışlarından dolayı muhatap olduğu müeyyidelere karşı gelmez. Bu durumda verilen cezalar da gayet muteberdir. “Sosyal normlar, grupların ve hatta bütün toplumun üzerinde -ki toplum, üyelerinin eylemlerini bir kalıba sokar- kritik bir anlamı temsil ederler” (Sharma and Malhotra, 2007:103). Bu anlam o toplumun bireyleri için meçhul şeyler değildir bu nedenle devamla uyulur. Yine normlar ile ilgili diğer bir hatalı düşünce de sosyal cezaların bir kesimin ya da bir bireyin art niyeti sonucunda oluşmuş gibi gözükmesidir. Sosyal normlar, yapı itibari ile bireylerin üzerindedir ve müeyyideleri bireyleri bağlar. Bundan dolayı bir kesim ya da şahıs, sosyal normun alternatifi durumuna -en azından- genelde ulaşamaz. Ulaşması durumunda düzensizlik ve karmaşa çıkar. Otoriteye bağlılık azalır. Adalet hissi ortadan kalkar. Geleneksel toplumlarda düzensizlik en tehlikeli düşman olarak görülmüştür. Bundan dolayı düzen denilen şey bireyin doğumundan ölümüne kadarki süreçte, sağlanmaya çalışılmıştır. Hatta din gelenekleri ölümden sonraki yaşamı da hedefleyen ve düzene sokmaya çalışan

bir gelenektir. Yani gelenek indinde insan, sadece dünya hayatıyla değerlendirilmemiş manevî dünyasının bile düzenlenmesi düşünülmüştür.

Bu manada geleneğin yapısı mevzubahis olunca, düzensizlik kabul edilemezdi. Eski tarım toplumları dahi kendi içerisinde örnek bir düzeni barındıran yapılara sahiptirler. Tarım toplumunun çok kültürlü yapısında, modern dönem için örnek alınması gereken pek çok değer saklıdır. Bu değerler hoş görü ve saygı değerleridir. Tarım toplumlarında bu hoş görünün ve saygının kaynağı, geleneğin kendisidir. Çünkü bu toplumlarda hayat neredeyse tamamen geleneksel bir hayattır. “Tarım toplumu, nispeten yerine oturmuş uzmanlıklarla, bölge, akrabalık, meslek ve rütbelendirme açısından süreklilik kazanmış oldukça belirgin bir toplumsal yapıya sahiptir. Bu yapının elemanları düzenlidir, rastlantısal dağılmamıştır. Toplumun alt kültürleri bu yapısal farklılaşmaları vurgular, sağlamlaştırır ve bu yapı içinde kültürel farklar yaratmak ya da vurgulamak toplumun bütününün işleyişini herhangi bir şekilde bozmaz” (Gellner, 2006:147). Aksine, kültürel farklılıklardan dolayı bireylerin birbirlerine karşı saygı ve hoş görü ile yaklaşmaları vurgulanır. Bu da gösteriyor ki sosyal norm olarak kabul edilen kurallar ve konumuz gereği gelenek normu, iptidai dönemlerden itibaren toplumun ve bireyin üzerinde o toplum için en ideal düzenin kendisini temsil etmektedir. Birey üzerinde egemen bir düzen kurar ve birey bu egemenliğe gönüllülük usulü ile saygı duyar ve uygun davranış sergiler. Çünkü gelenekler ve diğer normlar insanlardan uzak yapılar değildirler. Aslında insanlara muhtaç yapılardır. Kendi başlarına hiçbir anlam ifade etmezler. Ancak bir sosyal düzeni kurgulayabilecekleri insan toplulukları üzerinde anlamlı hale gelirler. “Yalnızca yaşayan, bilen ve arzulayan insanlar onları hayata geçirebilir, yeniden yasalaştırabilir ve değiştirebilirler… Gelenekler, sahipleri onları temsil etmekten vazgeçtikleri ya da onları benimseyen ve yeniden hayata geçirerek yaygınlaştıranlar artık başka yaşama çizgilerini tercih ettikleri için veya gelenekleri temsil eden yeni kuşaklar başka gelenekler buldukları ya da benimsedikleri standartlara göre daha fazla kabul edilebilir nisbeten yeni inançlar buldukları için bağlılarını kaybetmeleri anlamında çürürler” (Shils, 2003:113). Bu da geleneklerin insanlar tarafından üretildiği gibi, zamanı gelince de insanlar tarafından ortadan kaldırıldıkları sonucunu doğurur. Yani gelenekler çok uzun ömürlü olabilmelerine rağmen ölümsüz yapılar da değildirler.

Belgede Gelenek ve kimlik ilişkisi (sayfa 64-69)