• Sonuç bulunamadı

Dinlerin Modern Devrimi

Belgede Gelenek ve kimlik ilişkisi (sayfa 158-171)

1.7. Din ve Gelenek

1.7.1. Dinlerin Modern Devrimi

Avrupa kıtası, dini-mistik tarihi oluşum süreçleri bakımından birçok geçişler yaşamış bir kıtadır. Antik dönemde Batı dünyasının sakinlerinin dinleri paganist çerçevede

şekillenen dinlerdi. Yani daha doğru bir tabirle ilkel dinlerdi. Paganizm çerçevesi çok geniş bir dini-mistik sistem tanımlamasıdır. Paganizmin karşılığı olarak putperestlik, müşriklik gibi kavramlar sıklıkla kullanılmakta ve kutsallık, ruhçuluk gibi ritüeller olabildiğince hâkim bulunmaktadır. Çok tanrıcılık da denebilecek olan paganizme bu ismi, Đbrahimî dinlerin vermiş olduğu bilinir. M.Ö.’ki asırlarda ilkel Avrupa kavimleri paganist (paganus yani kırsal sözcüğünden gelir) iken, Doğu ülkelerinde de benzer mahiyette politeizm, şamanizm ve animizm gibi dini-mistik inanma pratikleri uygulanmaktaydı. Avrupa ilk değişimi bu ilkel dini yapılanmadan bir felsefi düzey olan Helenizm’e geçerek yaşamıştır. Yunan düşüncesinin gücü ile Doğu kültürlerinin karışımı sonucu ortaya çıkan Helen kültürü, Hıristiyanlığın egemenliğine kadar paganizm ile beraber Batı vicdanına yön vermeye devam edecektir. Göçebe olan barbar kavimler, Helen kültürü ve inanış şekilleri ile yerleşik hayata geçirilmiş ve daha merkezi otoritelerin kurulması bu yolla sağlanmıştır. Ancak pagan unsurlar, Hıristiyanlığın egemen olmaya başladığı döneme dek sürmeye de devam etmiştir.

Hıristiyanlığın Roma Devletinde egemen olmaya başladığı M.S. I. ve IV. asırlar arası, Batı için yeni bir geçiş döneminin de yaşanmaya başladığı asırlardır. Bu süreçte Batı, eskisine nazaran daha kuvvetli ve yeni bir düzene geçişin sancılarını çekmiştir. Eski pagan-helen döneminden daha özgürlükçü ve eşitlikçi olan Hıristiyanlık dini dönemine geçiş, Avrupa için bir reform, bir devrim ya da modern bir döneme geçiş hüviyetindedir. Belki de modernleşme akımı Batı dünyası için o tarihlerde, pagan-helen dininden kopup Hıristiyanlık dinine geçişten ibarettir. Çünkü Hıristiyanlık dini ve geleneği ile sosyal ve kültürel hayat zenginleşmiş, bireyin ve toplumun üzerinde baskıcı hale gelen pagan-helen geleneğinin etkisi kalkmış, Roma Devletinin kurduğu devlet teşkilatının merkeziliği vasfı kuvvet kazanarak devlet düzeni sağlanmıştır. Daha önceki dönemlerde yani erken Roma döneminde ise merkezi devlete tabi olma fikri, daha esnektir ve hatta belki de uzak coğrafyalarda neredeyse yoktur. Hıristiyanlık dininin, Roma devletinin bu zayıf yapısını ve toplumun üzerindeki baskı ve adaletsiz düzeni yıkarak, bir anda özgürlük, eşitlik ve adalet düzenini getirmesi aynı zamanda modern bir devrime de işaret etmektedir. Hıristiyan din adamlarının da bu gerçeklik ile hareket ettikleri görülmektedir çünkü bu geçiş aşamasında dininin modern devrimini onlar gerçekleştirmişlerdir.

Önceleri Roma’nın pagan olduğu dönemlerde büyük işkenceler gören kilise papazları, Hıristiyanlık dini egemen olmaya başladıktan sonra artık Roma için çalışmakta ve devletin güçlülüğü oranında güçlü olduklarını düşünmekteydiler. Batı kilisesi, St. Ambrosa’nın şahsiyetini, bu uğurda Roma için ve paganistlerin aleyhine iki şekilde kullanmıştır. “Ambrosa gerçek bir Romalıydı ve Đmparatorluğun sivil hizmetleri içinde doğmuş ve eğitilmişti. Bu sebeple de, bir yandan halkın ruhi düşüncelerini, öte yandan da Roma'ya hizmet etme düşüncesini kiliseye kabul ettirmiştir. Kiliseye ve din konularına gösterdiği ilgi hiçbir zaman kendisinin Đmparatorluğa sadık kalmasını önlememiştir. Çünkü St. Ambrosa; Kilise, paganistlerin üzerinde Hıristiyanlığın zaferini kazanırken devletin de güçlenmesini ve ortaya çıkacak olan Hıristiyan

Đmparatorluğu'nun, barbarlar üzerinde zafer kazanarak hâkim olmasını istemiş ve hayatını bu düşünceye adamıştır” (Dawson, 1997:56). Bu gaye ve çabalar sonucunda kilise örgütü, geleceğin Kutsal Roma’sını da icat edecekti ancak şimdilik sadece bir işbirliğinden ve gönül bağından bahsolunabilirdi.

Modern gelenekte ana tema olarak düşünülen kavramın “değişim” olduğundan bahisle, bu kavramın işaret ettiği “modern” kavramının oluşumu ve etimolojisi çok daha eski dönemlere kadar götürülebilmektedir. “Eski Roma döneminde yani “beşinci yüzyılda, kelime hususi bir anlam kazanmıştır. Bu da, Roma Đmparatorluğu’nun iki ayrı dönemini birbirinden ayırmak için kelimenin kazandığı yeni kullanım tarzıdır. Bu dönemlerden ilki pagan olan Roma’dır; ikincisi ise resmen Hıristiyanlığı benimsemiş olan Roma dönemidir. Artık resmi dini Hıristiyanlık olan Roma, geçmişle arasında bir set çekmek için, Hıristiyanî karakterine, dönemine modernus adını vermiştir” (Demirhan, 2004:17) ve (Yüksel, 2004:9). Artık Atinan’nın kutsal değerlerinin yanında Hıristiyanlığın getirdiği Kudüs kutsal değerleri de gelecek nesillere aktarılması gereken tecrübeler olacaktır. Eski uygulamalar Kudüs kutsal değerlerine göre yeniden düzenlenecek ve Kutsal Roma dönemi yeni değerlere göre inşa edilecektir. Yönetim anlayışı, toplum yapısı, günlük yaşam ve geleneksel hayat bu revizyondan paylarına düşeni alacaklardır.

Roma için Hıristiyanlık dinine geçiş bir devrimdi. Eski uygulamalar artık yerini yeni uygulamalara bırakmış, eskiye ait gelenekselleşen bütün yapılar ya terk edilmiş ya da yeni dine göre yeniden uyarlanmıştır. Eski dönemin paganist uygulamaları önce gelişen felsefe hareketleri ile yıpratılmış, inandırıcılığını kaybetmiş, daha sonra ise Hıristiyanlığın gelmesi ile geleneksel hayattan el çekmek zorunda kalmıştır.

Pagan dönemin Roma’sı genişleyen toprakları ile yeni düşüncelere, farklı kültür ve yaşam türlerine komşuluk etmeye başlayınca, pagan dönemin çağdışı uygulamalarının ve baskılarının toplumun üzerinde oluşturduğu büyük yük, belirginleşmeye başladı. Roma toplumu bu ağır yükten dolayı değişen dünya düzeninde kendisine yeni bir perspektif sağlayamadı. Ancak dünya farklı bir hayat yaşarken de Roma insanı baskı ve zorlama altında kalamadı ve sonunda eski rejim yıkılarak Hıristiyanlık kabul edildi. Günümüzde şekillenmiş ve ortaya çıkmış olan Avrupa geleneklerini ve kültürünü, ta kadim dönemlerden itibaren ilk oluşturan işte bu dinin kabul edilmesidir. Ancak Dawson’a göre sadece bu din ve geleneği, günümüz Batı medeniyetini oluşturan tek şey değildir. Dawson bu görüşünü destekler mahiyette şunları söylemektedir: “Eğer Avrupa'nın oluşumuna yol açan temel sosyal ve dini güçleri ortaya çıkartmak istiyorsak, çağdaş medeniyetin hümanizminin ve suni başarılarının gerisine dönmeli ve burada yatan derin gelenekleri görmeliyiz” (Dawson, 1997:168). Dawson bu açıklamasında,

Batı medeniyetinin asıl kökeninde Hıristiyanlığın yanında, Hellen ve Pagan varlığının da yatmakta olduğunu kabul etmekte ve hatta modern döneme dahi bu geleneksel geçmişin sebep olduğunu belirtmektedir.

Dawson daha da ileri giderek Müslümanların kurmuş oldukları yüksek medeniyete de bu kökenlerin kaynaklık ettiğinden bahseder. Şöyle ki: “Gerçekten de Arapların bildikleri, kullandıkları ilimlerin kurucuları olan paganlardır ve akla dayanan antik geleneklerini bu yüzyıllarda, Yunan dünyasındaki uzun misafirliğinden alarak, dünyaya yayıldığı yer olan Babil'in kutsal şehirlerine getirmişlerdir. Abbasiler devrindeki Đslam medeniyetini, saf Đslami olmayıp üç bin yıl süren tekâmüller sonunda yeni bir şekil almış olan kültür sürecinin bir merhalesi olduğunu kabul etmeden anlayabilmek ve değerlendirmek mümkün olamaz” (Dawson, 1997:158). Batı’nın Đslam dini karşısındaki ön yargısı Dawson gibi pek çok Batılı araştırmacıyı etkisi altına almıştır. Đslam’ın kendi içerisinden üretilen bir medeniyet olduğu gerçeği kabul edilmek istenmemektedir. Hz. Muhammed (S.A.S.) onların gözünde sadece bir devrimcidir. O’nu, Arapları eski putperest-pagan dönemlerinden alarak tek tanrılı bir dine sokan, Arapları merkezi bir güç etrafında birleştirip, güçlü Arap devletini kurabilen bir kişi olarak görmek istemektedirler. Hâlbuki Hz. Đsa ne türden bir reformcu ise, Hz. Muhammed (a.s.) de o türden bir reformcudur. Kendilerinden önceki bütün geleneksel yaşamı tamamen değiştirerek, daha adaletli ve özgürlükçü hale getiren peygamberlerdir onlar.

Bu bağlamda, Hıristiyanlık nasıl ki Batı dünyasının pagan döneminde yaşadığı modern bir hareket, modern bir devrim ise Đslamiyet de Arapların ve daha sonra Türklerin çok tanrılı dini uygulamaları dönemlerine son veren modern bir hareket, modern bir devrim olmuştur. Bu modern devrim ile önce Araplar, tamamen putlara tapınarak ve doğa tanrıcılığına dönüşmüş inanışları benimseyerek devam ettirdikleri hayatlarını terk etmiş,

Đslam ile daha yüksek bir dini sisteme ve bunun sayesinde daha kuvvetli bir devlet düzenine geçmişlerdir. Daha sonra da Türkler Đslam dinini benimsemişlerdir. Ancak Türklerde ise durum bundan biraz farklıdır. Çünkü Türkler arasında her ne kadar çok tanrılı dini-mistik uygulamalar olan şamanizm, animizm, tengricilik, teizm gibi inanışların yani paganist inanışların yaygın olduğunu görsek de, Kök Tengri dini inancının hâkimiyeti, Türkler arasında genel olarak yüksektir. Buraya kadarki bölümde, Batı için gerçekleşen din devrimlerinden bahsettik ve şimdi de benzer olarak Doğu ve

Türkler için gerçekleşen din devrimlerine değinerek, bu devrime örnek süreci anlatmaya çalışacağız.

Eski Türklerde pek çok inanış türüne ve mistik sistemlere rastlanabilmesine rağmen, yaygın olan inanç tek Tanrı’nın varlığına olan inançtır. “Gerçi, Türk din tarihi de, pek çok ilkel ve daha ileri kültürler ve dinlerde görüldüğü üzere, en eski dönemlerinden itibaren oldukça karmaşık bir yapı arz etmektedir ve orada "kutsal"ın tezahürleri değişken bir morfolojiye sahiptir. Bununla birlikte, bu tarih içerisinde Tanrı inancı öylesine sürekli bir özelliğe sahiptir ki, daha şimdiden, en genel anlamı ile Türk din tarihinin, Türklerin Tanrı ile ilişkilerinin tarihi şeklinde bize kendini gösterdiğini ve orada Tanrı'ya olan inancın temel bir "arketip"i oluşturduğunu ifade edebiliriz” (Günay ve Güngör, 1997: 33-4). Tek tanrı inancı olan Kök Tengri inancı, paganizm veyahut politeist yapılardan ayrılır. Ancak Kök Tengri inanç sistemi, Đslam dini kadar sistemli ve sağlam kaynaklı bir din olmadığı için, Türkler arasında gereken dayanışma ve birliği kurmakta gerekli rolü oynayamamıştır.

Aslında Türkler, Orta Asya’nın eski dönemlerinde birçok dini ve mistik yapılarla komşu bulunmaktaydılar ki bu da yaşadıkları dini-mistik renkliliğin sebebidir. “Türk din tarihi, bu durumun bize tipik örneklerini sunmaktadır. Tarih öncesi çağlardan beri, Türk kültürü ve dini, özellikle güneyden ve batıdan gelen etkilere maruz kalmıştır. Böylece Orta Asya'nın dini kültürü üzerinde Mezopotamya, Đran, Çin ve Hint dinleri ile Tibet Lamaizmi, Nasturi Hıristiyanlığı, Mani Dini, Đslamiyet ve Ortodoks Hıristiyanlığının etkisi söz konusu olmuştur” (Günay ve Güngör, 1997: 33). Ancak bütün bu dış etkilere rağmen Türkler, asırlar boyunca aslî dinleri olan Kök Tengri dinini muhafaza etmeye devam etmişlerdir. Yani Bu çok renkli yapıdan egemen olarak çıkan farklı bir dini sistem olmamış, Đslam dininin egemenliğine kadar Kök Tengri inancı egemen kalmıştır. Türklerin büyük devletler kurarak egemen olmaya başladıkları dönemler ise ancak

Đslam dininin kabulünden sonraki dönemlerde mümkün olacaktır.

Orta Asya’daki Türk tarihi incelenecek olursa, eski Türkler içinde gerçekleşen dini sistem değişiklikleri aslında daha modern ve daha ileri düzenlere geçişin de ilk aşamaları mahiyetindedir. Mesela göçebe bozkır kültürü ile yaşayan Türk boylarının ilk yerleşik hayata geçişleri, Uygurlar döneminde gerçekleşmiştir. Çünkü bu dönemde Türkler Mani dinini benimseyerek farklı bir dönemi yaşamaya başlamışlardır. Bu

farklılık yerleşik hayatın ilk denemelerinden kaynaklanmaktadır ve bu dönemde birçok edebi eserler de vücuda getirilmiştir. Güngör bu süreci şöyle anlatmaktadır: “Vaktiyle Bögü Kağan Tibet seferinden dönerken oradan Mani Dini rahipleri getirmiş, bunlar vasıtasıyla Uygurları Mani Dinine sokmuştu. Türklerin hareketli ve savaşçı tabiatına aykırı düşen, onları temel gıdaları olan etten bile uzaklaştıran bu din, memlekette genel bir uyuşukluk yarattı” (Güngör, 2003:43). Aslında mani dini kent kültürünü ve

şehirleşmeyi beraberinde getiren bir din olması nedeniyle faydalı işler görmüş bir dindir. Çünkü Türklerin en eski ve bilemediğimiz dönemleri hep göçebelikle geçen dönemlerdir.

Bozkır kültürü ve bu kültürün sağladığı olanaklar dâhilinde hayvancılık, çobanlık, at besiciliği, avcılık ve toplayıcılık gibi faaliyetler sonraki dönemlere kalıcı eserler bırakılmasına vesile olacak yaşam şekillerini sağlamıyordu. Türklerin göçebe dönemlerinden elimizde neredeyse hiçbir şey kalmamıştır. Kurganlar (mezarlar), petroglifler (kaya resimleri) ve Orhun Abideleri dışında binlerce yıllık süreç kayıp durumdadır. Ancak Uygurlar dönemi farklıdır Türkler sanatla, edebiyatla ve ticaretle uğraşmış ve günümüze kadar ulaşan eserler bırakmışlardır. Mani dini, her ne kadar ömrü Türklerin içinde uzun olmasa ve Türk yaşam tarzı ile uyuşmasa da, kazandırdığı yerleşik hayat pratikleri bakımından önemli olmuştur. Çünkü Göktürk kağanları Türklerin göçerliğinden dolayı ölümlerine ve yok oluşlarına şahit olmuşlar ve bu göçerliği durdurmanın yollarını aramışlardır. Ancak, Bilge Kağan dâhil diğer pek çok kağan bunda başarı sağlayamamışlardır.

Türklerin eski dönemlerinde anlaşılan o ki, yerleşik hayata geçiş bir modern yenilik olarak kabul edilmiştir. Çünkü yerleşik olarak yaşayan Çin, bunun meyvelerini toplamıştır. Üstün teknik ve bilgi birikimi ile Türkleri daima kendilerine çeken bir medeniyet kurmayı başarmışlardır. Türk kağanları Bilge ve Alp sıfatları ile günün koşullarında her ne kadar yerleşik yaşamın değerini ve realitesini fark etmiş olsalar da Türk boylarına bunu kabul ettirememişlerdir. Ancak sonraki süreçte yine de Türklerin bu yeni ve cazip olan şeylere karşı hassasiyetleri devam etmiştir. Türkler farklı şeyleri denemekten ve kabullenmekten çok fazla korkan bir millet değildir. Bundan dolayı Türkler birçok dini-mistik sisteme girmiş ve bu yeni yaşayışları denemekten çekinmemişlerdir.

Yaşar Kalafat, büyük çoğunluğu Müslüman olan Türklerin bilinen ilk inancının Tengricilik olduğundan bahsettikten sonra, Türklerin sahip oldukları zengin din tarihini

şöylece özetlemektedir: “Türkler yakın çevre dinlerinden Lamaizm, Budizm, Manihaizm gibi dinlere girmişler ve hâlâ bu dinlere mensup Türkler de vardır. Türkler giderek Musevi ve çeşitli mezhepleri ile Đsevi dinlere de girmişlerdir. Karaylar da olduğu gibi, Ortodoks ve Gregoryan da olmuşlardır. Bütün bu inanç daireleri, Türk halk inanç dünyasına bir şekilde yansımıştır. Türk halk inançlarında en fazla iz bırakan dinlerden birisi de Zerdüşizm olmuştur. Zerdüşizm gerek Uluğ Türkistan'da Zerdüştin zuhur etmiş olması ve gerekse Güney Kafkasya ve Anadolu'da da bu dinin hayat bulmuş olması itibariyle, Türk halk inanç dünyasının etkileyicileri arasında olmuştur” (Kalafat, 2005:262). Eski dönemde, Orta Asya coğrafyasından doğuya ve kuzeye gidildikçe Türklerin dini-mistik yapılarında da değişmelerin meydana geldiği görülür. Kuzeye gidildikçe şamanizmin yoğunlaşan etkileri görülürken, doğuya doğru gidildikçe

Đslamiyet, Hıristiyanlık, Musevilik ve Zerdüştilik gibi etkiler artmaktadır. Şamanizm, avcı, göçebe bozkır kültürüne olan uyumundan dolayı neredeyse bir dini sistem gibi uygulanma aşamasına gelmiş bir inanış sistemidir. Günümüzde pek çok araştırmacı hâlâ

şamanizmden bahsederken bir din olarak bahsetmekte üstelik Türklerin de Orta Asya’daki ilk dini olduğunu söylemektedir. Bu yanılgı, Radloff’un benzetmesi olarak ilk zamanlar yaygınlık kazanmış olsa da ilerleyen senelerde yapılan yeni araştırmalar sayesinde gerçek durum anlaşılmıştır.

Kalafat da Türklerin ilk dini olarak şamanizmden bahsedilemeyeceğini söylemektedir. Ona göre Türklerin ilk dini, Kök Tengri ya da Türk Tengrisi etrafında oluşan Kamizm adında bir din olabilirdir. Çünkü Kamlar bu dinin din adamlarıdırlar. Kam ile Şaman bu aşamada birbirleri ile karıştırılan kişilerdir. Kam, kişioğlu ile Tengri arasında bir aracı iken, Şaman ise kişioğlu ile ruhlar âlemi arasında bir aracıdır. Şaman kelimesi Tunguzca'dan gelen bir kelimedir. “Asya, Afrika ve Amerika'da çeşitli etnoğrafik bağlamlarda bulunan karmaşık dinsel, büyüsel ve tıbbi uygulamalar bütününü ifade etmek için kullanılan terim. Başlangıçta Sibirya ve iç-Asya'ya özgü bir inanç sistemi, yerel bir din olarak tanımlanan şamanizm, bu tür inanç ve pratikler bütününün evrensel adı haline gelmiştir” (Emiroğlu, 2003:758). Bu bağlamda birer din adamları olarak görülen şamanlar için zannedilenin aksine eski Türkler, soytarı, büyücü, dilenci oldukları yönünde fikir beyan etmişlerdir. Türkler içinde şamanlar, büyü ve tedavi ile

uğraşan cahil kimselerdi. Şamanlara bilge kimseler olarak bakılmazdı. Bilge ismi daha çok Bilge Kağan ya da Bilge Tonyukuk gibi bilgi ve tecrübeye sahip olan kimselere verilen bir unvandı. Bu unvan hiçbir zaman bir şaman için kullanılmamıştır. Bilge

şaman diye bir kavram Türkler açısından uygun değildir. Kam sözcüğü ise Türklerde hem Ozan hem de Şaman anlamına gelebilmektedir. Ancak onun aslî işi, din adamlığı ve sağaltıcılık1tır.

Şamanizm ya da ruhçuluk da diyebiliriz ki, Asya döneminde eski Türkler için bunlar, birer devrim niteliğine sahip olacak hayat pratiklerine sahip değillerdir. Kök Tengri inancı da var olan yaşamı sadece devam ettirmede iş görmüştür. Sadece Mani dini bir nebze, yerleşik hayatı öngörmesinden ötürü, modern bir devrim niteliğine sahip olsa da, ömrü uzun süremediğinden etkisi silinmiştir. Ancak Türklerin Đslam dinini benimsemesinden sonra bu dinin Türk geleneksel yaşam tarzına olan derin etkileri, tam bir din modernizmine ya da devrimine örnek olacak bir durumu doğurmuştur.

Türkler zamanla, Çin baskısından ve saldırılarından uzaklaşmak maksadıyla Orta Doğu’da yaklaşarak, Araplarla komşu olma ve ticari ilişkiler kurma fırsatını bulmuştur.

Đslam dininin ilk asırlarına denk düşen bu ilişkilerin yoğunlaştığı dönemde, Emevilerin hâkimiyet anlayışlarının menfiliği nedeniyle, Đslam orduları ile Türkler arasında dostluğa dayalı bir ilişki kurulamadı. Emevi komutanları ve yöneticileri büyük savaşlar ve katliamlarla, Batı Türkistan’a gelip yerleşmiş olan Türkleri kendilerine düşman ettiler. Emeviler, Arap milliyetçiliğini güderek giriştikleri bütün savaşlardan sadece ganimet ve vergi alma hırsıyla tatmin olabilmişlerdir. Haccac ve Kuteybe gibi Emevi yöneticileri, aç gözlülükleri ve zulümleri ile Türkler arasında kin toplayan yöneticilerdir (Günay ve Güngör, 1997). Emeviler ile Türklerin mücadeleleri genellikle Horasan, Maveraünnehir ve Batı Türkistan denilen coğrafyada geçmiştir. Bu sıkıntılı zamanlarda Emevi Arap yöneticileri ve komutanları, Türkleri hem vergi alınacak bir millet hem de köle yapılıp satılacak olan insanlar olarak görmüşlerdir. Hatta, Türklere en ağır gelen hakaret olarak, kadınlar ve çocuklar dahi köle edilerek köle pazarlarında satılmışlardır.

1

Sağaltıcılık, geleneksel iyileştirme pratiğine verilen isimdir. “DLT.: emlelmek "ilâçlanmak" (I, 296); emlemek "ilâçlamak, sağaltmak" (Yalnız kullanılmaz "samlamak" ile beraber gelir) (I. 287, 380; III, 85, 295, 298); emlenmek "kendine ilâç etmek" (I, 259); emleşmek "ilâçlanmak" (I, 242); emletmek "ilâçlatmak, ilâç ettirmek" (I, 266; II, 363)” (Gülensoy,1974: 244).

Ancak yinede dağınık Türk boyları, Emevilerin saldırılarına karşı mücadeleden hiçbir zaman yılmamışlardır. Emevilere karşı bazı savaşlarda da ezici şekilde üstün de gelmişlerdir. Bütün bu süreç içerisinde Emevilerin katı ve zalim tutumları nedeniyle,

Đslam dinine geçen Türk unsurundan söz etmek pek mümkün olmamıştır. VIII. Asır ile Abbasi halifelerinin, Emevileri devirerek Arap dünyasında egemenliklerini kurması, Türkler için de bir dönüm noktası olmuştur. “Hakikaten Orta Asya'nın Đslamlaşmaya başlaması, gerçek olarak Đslam devleti içinde iktidarın Emevilerden Abbasilere geçişi ile ivme kazanmıştır. Abbasi yönetiminin siyaset değişikliği, Đslamiyet’in Türklerin arasında yayılması bakımından önemli sonuçları da beraberinde getirdi. Her şeyden önce Ebu Müslim, Horasan ve Maveraünnehr yöresinde, Đslamiyet’le mahalli feodal aristokratlar ve köylüler arasında belli bir uzlaşmayı başlatmak başarısını gösterdi” (Günay ve Güngör, 1997: 194). Đlerleyen zamanlarda Abbasilerin, Türklerden idareci ve yönetici olarak da faydalanması Đslam dininin yayılımını hızlandırmıştır.

Ama asıl kırılmanın yaşanmasına sebep olan tarihi bir hadise vardır ki Türklerin yönünü

Đslam’a çeviren bir hadisedir. O hadise 751 yılında gerçekleşen Talas Savaşı’dır. Abbasiler ile Çinliler arasındaki savaşa yüksek bir tepeden bakarak şahitlik ettiği söylenen Türk Karluk Kağanının savaşın ilerleyen seyrinde zayıflayan Araplar’a destek vermek için Çin ordusunu arkadan kuşatarak başlattığı hücum sonucunda, Çin ordusu ağır bir yenilgi almıştır. Bu yenilgi o kadar ağırdır ki, o tarihten itibaren bir daha Tanrı

Belgede Gelenek ve kimlik ilişkisi (sayfa 158-171)