• Sonuç bulunamadı

Ezeli ve Ebedi Bilgelik Sistemi Olarak Geleneğin Yapısı

Belgede Gelenek ve kimlik ilişkisi (sayfa 69-90)

1.3. Geleneğin Yapısı

1.3.2. Ezeli ve Ebedi Bilgelik Sistemi Olarak Geleneğin Yapısı

Gelenekte, semadan arza inen ilahi bir otorite tanımlamasına inanılır. Geleneğin güç aldığı bilim bundan dolayı kutsal bir bilimdir. Çünkü en kadim gelenek ilahi kökenli dindir ve bu büyük gelenek, gelenekselliğin ihtiyacı olan kutsallığa sahiptir ve en güçlü gelenek zincirleri de din bağlamında gerçekleşenlerdir. Kutsallığı içselleştiren geleneksellik, geleneği cemaatten ve tarihten uzaklaştırarak onu toplum bireylerince anlaşılamayan ancak sezilebilen bir dokunulmazlık statüsü ile donatır. Gelenekselliği bir gelenek kalıbının edinebilmesi için de en çok müracaat ettiği yönü, zorlayıcılığıdır. “Gelenek vücuda getirdiği yapıya ve bu yapının gereklerine, kurallarına kayıtsız şartsız itaat ister. Zaten, gelenek bu itaat olmadan var olamayacağı gibi varlığını da sürdüremez” (Aysoy, 2003:66). Gelenek kendi geleneksellik süreci içerisinde, sosyalleşme misyonunu da yürüterek bunu insanlara aşılar. Bu süreçte neyin iyi neyin kötü olduğu, neyden sakınmak ve neye yönelmek gerektiği gelenekte verilidir. Geleneğin felsefesi gereği gelenek sağlamlılığını koruduğu müddetçe birey içerisinde yaşamakta olduğu geleneğin dışına çıkarak sorunlarına çareler arama gereği duymaz. Çünkü gelenek hakikate odaklanarak bireye bu hakikati taşıdığı iddiasını da taşımaktadır. Bundan dolayı birey mensup olduğu geleneğin dünyasına itaat etmekle mükelleftir ve hatta gelenek felsefesi içerisinde içselleştirilmiş bir itaat söz konusudur.

Gelenekte, tabiatı itibariyle hakikate eklemlenme ve ona ulaşıp sahip olma ihtiyacı vardır. Geleneğin aradığı kabul edilebilir otorite, bu noktada birinci sırada-seviyede ilahi dinden ya da kutsaldan gelmektedir. Tarih boyunca Türk ya da yabancı geleneklerin geleneksel yaşamları, toplum hayatının yanında siyasi, idari ve hukuk alanlarını da düzenlemesi ve belirlemesi, kutsallığın geleneğe verdiği otoriteyi göstermesi bakımından önemlidir. “Kutsal, geleneğin kaynağıdır ve geleneksel olan kutsal olandan ayrılamaz. "Kutsal" duygusuna sahip olmayan kişi geleneksel perspektifi kavrayamaz ve geleneksel insan "kutsal duygusundan" asla ayrı düşünülemez” (Aysoy, 2003:67-8). Geleneğin otorite ediniminde ikinci sırada-seviyede gelen ise toplumun tarihsel ve kültürel dinamiklerinin kazandırdığı kültürel güçten gelse de, bunun bağlayıcılığı, geleneğin eklemlendiği kutsala ilahi boyut kazandıran din kadar olamamaktadır. Geleneğin kodlamasında bu kutsallık sessizdir fakat etkindir de. “Geleneksel kültürlerin ahlâkiyatı sadece beşer topluluğunu değil, yeryüzündeki canlı, cansız diğer yaratıkları da içermiştir; birçok Doğu kültüründe bazı dağların, şehirlerin,

taşların mukaddes görülmesi bunun ispatıdır” (Nasr, 1995:118-119). Kutsal anlayışıyla gelenek, kozmosa ait her bir parçayı kendi bünyesine katmaktan geri durmaz.

Geleneğin sosyal norm olarak kabul edilen şeklinin dışında, kutsala ve siyasi-politik düzene dair katı inanmalar çerçevesinde oluşan, ezeli ve ebedi bilgelik sistemi olarak var olan geleneklerden de bahsedilmektedir. Guenon, Schuon ve Nasr gibi gelenekselci yazarlar eserlerinde geleneği, zaman-üstü bilgelik anlamında kullanmakta ve ona böyle bir yapıyı uygun görmektedirler. Çünkü gelenek; “Đslam’da Hakikat-i Muhammediyye olarak adlandırılan bir yaratılış sebebinden kaynaklanan ve dünyada çeşitli zamanlarda vuku bulan ilâhi müdahalelerle (vahyin ve peygamberlerin gönderilmesi, yani bi'set ve teklif) şekillenen, ama aslını, vahdaniyet esasını hiçbir zaman yitirmeyen ezeli/ebedi hikmet içinde anlamlandırılır” (Armağan, 1998: 64). Bu durum diğer ilahi dinler için de geçerli olabileceği gibi mistik geleneklerde de geçerlidir. Bundan dolayı geçmiş dönem hâkimiyet anlayışlarında, özellikle Antik Çağda ve Orta Çağda kutsal devlet geleneği yaygındır. Örneğin, Roma, tarihi süreçte bir kutsal devlet örneğidir ve kendisini önceleri Pagan ve Helen sonraları ise Hıristiyan geleneklerine dayandırarak meşrulaştırma yoluna gitmiştir. Devletin ikinci aşaması olarak kabul edilen Orta Çağ devletlerinde, bireyin ve toplumun indinde meşruiyetin kazanılması ve güçlendirilmesi için en fazla müracaat edilen kurum, kutsal gelenek kurumudur. Böylelikle hükümdarlar ve aileleri, kendilerini Tanrı soyundan gelenler olarak ilan ederek iktidarlarını sağlamlaştırabilmişlerdir. Bundan ötürü, Orta Çağ, geleneksel toplumları, hangi ülkeye ait olursa olsunlar, iktidara karşı gelmeyi Tanrıya karşı gelmekle eş değer kabul etmişlerdir. Eski rejim diye de ifadesini bulan bu dönemlerdeki otoriteler, geleneğe dayalı devlet otoriteleridir. Bu otoritelerde geleneksellik ve kutsallık kavramları beraber iş gören kavramlardır. Max Weber bu konuda şunlara değinir (1993:253) “Tarihin ilk devirleri boyunca, olağanüstünün kutluluğuna veya değerliliğine olan inanca dayalı karizmatik otorite ile alışılmış günlük işlerin kutsallığı inancına dayalı gelenekçi egemenlik, en önemli iktidar araçlarını aralarında paylaşmışlardır” ve bu sayede kutsal gelenek hem devlet otoritesini kurgulamakta hem de sosyal hayatı düzenlemekte yeterli kabul edilmiştir.

Eski rejimin egemenlik anlayışı aslında geleneğin egemenlik anlayışıdır. Ancak geleneğe tanınan sınırların enginliği, modern bireyi şaşırtacak oranda geniş ve

zengindir. Geleneksel kutsal değerler, birbirlerinden farklı görülemeyecek kadar iç içe geçmiş durumdadırlar. Mesela kültürel bir değer geleneğin dünyasında kutsal bir sembol haline gelebilmiştir. Yine maddî bir kültür unsuru da sözlü gelenekte hiç beklenilmeyecek kadar yüksek bir mistisizmi bünyesinde barındırabilmektedir. En küçük kültür unsurundan ya da gelenek parçasından en yüksektekine kadar giden basamaklarda, kutsallık da benzer bir silsileyle refakatçi durumundadır. Bununla birlikte maddî ve manevî dünyanın bütün gerçekleri geleneksel ilimlerin kapsamında olduğu için geleneğin âlimleri her iki dünyanın da bilgeleri konumundadırlar. Kutsal geleneğin yapısındaki hiyerarşi, kutsalın hizmet ettiği yerden kaynaklanmaktadır. Ünlü Fransız gelenekçi yazarı Rene Guenon, bu hizmetin önce aristokrasiye ve daha sonra da ilahi olana yönelik olduğundan bahseder. Bundan ötürü kutsal gelenek, geleneksel toplumlarda, işaret ettiği aristokrasi gibi bir üst yapılanmayı da beraberinde getirir. O da seçilmişlerin otoritesinin vücuda getireceği aristokrasidir. Ancak buradaki seçim halk tarafından yapılmaz, geleneğin kutsal otoritesinin öngördüğü seçimlerdir bunlar. Yönetimler de bu doğrultuda belirecektir ki: “Gelenekçi perspektife sahip düşünürlerin "geleneğe çekip çıkartılamaz biçimde yapışık" olduğunu söyledikleri otorite, ortodoksi ve manevî hiyerarşinin söz sahibi olduğu bir tür "seçkinlerin yönetimini" çağrıştırdığı aşikârdır” (Vural, 2003:164). Her doğan bireyin seçilmiş olması imkânı, bu nedenle geleneksel toplumlarda bulunmamaktadır. Asil soy, gelenekte ancak iktidar mensuplarına bahşedilmiş bir soydur ve sıradan insanlara bu asâlet devredilemez. Geleneksel toplumlarda sıkça karşılaşılan sıkı ve hareketsiz kast yapıları, buradan gelmektedir. Modern toplumlarda sınıflandırma yoktur ve aşağıdan yukarıya doğru ya da yatay düzende içeriden dışarıya doğru gerçekleşen toplumsal hareketlilikte, lokomotif olan husus eğitim ve ekonomik gelir seviyesidir. Modern toplumda birey eğitim ile yüksek bir statüye geçebilme hakkına sahip olduğu gibi ekonomik bir çöküşle daha aşağı bir statüye de gerileyebilir. Bu kendi elindedir ve bu durum modern toplumlarda sıklıkla yaşanır. Modern toplumlarda sıradan bir kimse olarak kabul edilen herhangi biri, devletin en üst mertebesine kadar ilerleyebilir. Modern geleneğin bireyselleşme ve uzmanlaşma olarak dünyaya kazandırdığı yeni göstergeler ile bu türden yükselmeler mümkün hale gelmiştir. Ancak kutsal geleneğin dünyasından farkı, modern gelenekte seçimler halk tarafından yapılırken kutsal gelenekte seçimler ilahi otorite ya da kutsal gelenek tarafından yapılmaktadır. Geleneksel toplumların hantal ve

durağan olarak değerlendirilmesinin nedeni de, modern gelenekteki gibi esnek bir yapıya katı hiyerarşilerinden ötürü izin verilmemesindendir. Geleneksel toplumlarda toplum, geleneksel bir hiyerarşiye göre yukarıdan aşağıya doğru sıralanmıştır ve her birey kendi sınıfına ve bu hiyerarşiye saygı göstermeli hakkına razı olmalıdır.

Ezeli ve ebedi bilgelik sistemi olarak kutsal gelenek, tabii ki sadece geleneksel yönetim

şekillerinden ya da toplumsal hiyerarşi sisteminden ibaret değildir. Bu ifade aslında bütün dünyayı anlamlandıran bir ifadedir. Maddî ve manevî dünyada birey, kutsal geleneğin anlamlandırdığı şeylere inanır ve kutsal geleneğin şekillendirdiği yoldan, gitmek istediği hedefe doğru ilerler. Değerler sistemiyle bir bütün olarak işleyen dünyadır geleneğin dünyası. Toplum ve yönetim üzerinde olduğu gibi, aslında kendi içerisinde de tutarlı olan bir hiyerarşiye sahiptir. Bu hiyerarşi, geleneği arzdan semaya doğru yükselten bir silsileye tabi kılar. Geleneğin içindeki hiyerarşik sıralamanın en yüksek noktasında, genelde en büyük otorite olarak kabul edilen, ilahi otorite vardır. Madde dünyasında kendisini değişik kimliklerle var etmeye çalışan bireyi, mü’min kimliği ile mana dünyasında her daim var ederek destekleyen bir ilahi otoritedir bu otorite. Đnsanı kul eden ve Đlahi seviyeye yükselterek haysiyet kazandıran da gene bu otoritedir. Kutsal geleneğin yapısındaki bu mistik ve dini inançlar sayesinde, birey onu bir dogma olarak kabul eder ve kesinlikle doğruluğunu tartışmaz.

Đlahi dinlerin geleneğe yüklediği kutsal yapı ile beşeri dini-mistik sistemlerin geleneğe yüklediği kutsal yapı birbirlerinden farlılık arz etmektedir. Bu noktada gelenekçi düşünürlerin kullandığı bazı yöntemler (her ne kadar sağlıklı olmasa da) dikkati çekmektedir. “Gelenekçi düşünürler geleneği ilginç bir biçimde eril (masculin) ve dişil (femine) olmak üzere ikiye ayırarak incelemektedirler. Örneğin Çin'deki Tao'cu gelenek dişil bir yapıdayken, Đslam geleneği eril bir yapı arz etmektedir. Bu tür ayırımlarda nesnel bir ölçüt bulunmamakta ve geleneğin birliğini de bozmamaktadır. Çünkü bunlar birbirlerini tamamlayıcı mahiyette olup, sonuçta hakikatin birer veçhesidirler” (Vural, 2003:162). Yani ilahi kökenli gelenekler eril kabul edilirken, mistik kökenli gelenekler dişil kabul edilmiştir ki aslında bu ayrım yanlıştır. Çünkü Đslam geleneğine geçen Türklerde böyle bir geleneksel ayrım yoktur. Geleneksel Türk kültürü, bütün âlemi ihata eden tekil bir yapıda kurgulanmıştır. Geleneğin yapısının karmaşıklığında insanlık tarihinin uzunluğu önemli bir faktördür. Binlerce yıldır devam eden bu süreçte gelenek,

kendi değerlerini biriktirmiş ve günümüz insanına sunmuştur. Bu çok yönlülük ya da karmaşa da buradan gelmektedir.

Bundan dolayı biz gelenekte yapı konusuna eğilirken konunun anlaşılmaz bir hale gelmemesi için yaygın iki yapı üzerinde durmayı tercih ettik. Gelenekçi birçok düşünür bunun aksine yapıyı daha da zengin bir şekilde incelemeyi tercih edebilmektedirler. Mesela bizim daha çok iki ayrı yapı olarak düşündüğümüz geleneği, Mustafa Armağan daha da çeşitlendirerek dört değişik yapı olarak ifade etmektedir. Armağan gelenek konusuna son derece hâkim, müstesna bir araştırmacı düşünürdür. Onun gelenek tasnifi

şöyledir: “1. Zaman-üstü bir bilgelik olarak gelenek (Guenon ve muakkiplerinin savundukları yaklaşım), 2. Bir kurumlaşmış otorite olarak gelenek (Şeriati ve kısmen Fazlur Rahman ekolünün görüşleri), 3. Âdet, örf ve görenek anlamında gelenek (sosyolojik ve folklorik literatürdeki anlamı), ve 4. Geçmişten bir fikrî araç olarak yararlanma anlamında gelenek (sanat ve kültür düzeyindeki anlamıyla araçsal gelenek)” (Armağan, 1998:63). Bütün bu bölümleri iki ana dal altında yani sosyolojik ve metafizik dallar altında incelemek de mümkündür. Böylelikle zaman-üstü bilgelik olarak gelenek ve kurumlaşmış otorite olarak gelenek, metafizik konusunda incelenecekken, âdet, örf ve görenek anlamında gelenek ve geçmişten bir fikrî araç olarak gelenek de sosyolojik dalda incelenme imkânı bulacaktır. Ancak Mustafa Armağan geleneğin yapısal olarak dört farklı formuna değinmiştir ve bu formlar, her ne kadar aralarında farklılık varmış gibi görünse de, bize geleneğin göstermiş olduğu tablodan farklı bir tablo göstermeyeceği bir gerçektir. Bu dört formu sadece ilgi düzeylerine göre yapılmış bir çalışma tasnifi olarak görmek daha doğrudur.

Geleneğin yapısında bulunan farklı algılama düzeyleri, gelenek kavramı için de farklı alanlarda ele alınma ve irdelenme fırsatı vermiştir. Mehmet Aysoy, geleneğin yapısı üzerinde daha anlaşılır sonuçlara gitmek için, bu durumun açıklamasını, modern dönemin gerçekliklerini de katarak yapmak istemiştir. Buna göre Aysoy, geleneğin yapısı hakkında şunlara değinmektedir: “Gelenek fenomeninin toplum veya kültür çerçevesinde kullanılması, temelde iki ayrı disiplin aracılığıyla yaygınlaşmıştır. Başka deyişle her iki çerçevede geleneğin farklı anlamlar taşıması sosyoloji ve antropoloji arasındaki farklılıktan kaynaklanmaktadır. Antropoloji; Đngilizcesi custom, convention ve tradition sözcüklerini sırasıyla gelenek, âdet-örf ve görenek anlamıyla

kullanmaktadır. Buna karşın sosyoloji, antropolojinin gelenek anlamında kullandığı (custom) sözcüğünü görenek anlamında kullanır ve gelenek, Đngilizcesi tradition olan sözcüğün karşılığıdır” (Aysoy, 2003:15-16). Aysoy, geleneğin farklı disiplinlerin indinde farklı bir bakış açısıyla irdelendiği sonucuna varmıştır. Bundan dolayı da onu fenomen olarak nitelendirmeyi tercih eder. Buna göre gelenek sosyolojik bir olgu olduğunda bir şeyken, kültürel bir olgu olduğunda başka bir şey durumuna gelmektedir. Yani toplum bilimleri açısından gelenek, içerisinde örf-âdet ve göreneği barındıran bir yapı iken, antropoloji gibi kültür bilimleri açısından ise gelenek, kültürel bir süreci istihdam eder görülmektedir. Aysoy’un sıralamasına ilaveten, Gellner, Hobsbawm ve Ranger’ın (The Invention of Tradition) icat edilmiş gelenek sonucuna ulaşmaları ise tarih ilminin sağlamış olduğu daha değişik bir perspektifin etkisiyle oluşmaktadır. Bütün bu ifadeler göstermektedir ki, gelenek hakkında ilmi disiplinlerin farklı farklı yaklaşımlar sergilemeleri doğaldır. Sosyolojik, antropolojik ve dini yönlere sahip olan gelenekler, tarihi, felsefi ve psikolojik yönleri de barındırabilmektedir. Bu da Aysoy’un yaklaşımıyla geleneğe fenomik bir pozisyon kazandırmaktadır.

Bu çok yönlülük bilim dünyasına, bilimsel perspektif unsurunu öne çıkarma ya da egemen hale getirme imkânını da vermemektedir. Ancak kutsal gelenekte yapı sorunu, her bir değişik bilimsel yaklaşım sonucunda, karşımıza birbirinden farlı gelenek modellerini çıkardığından konu olabildiğince dağılabilmektedir. Bu durumda çok fazla soru türetmek konunun dağılması ve istendiği gibi açıklanamaması ihtimalini doğuracağından, biz iki soruyla yetinmeyi tercih ediyoruz. Bunlar: Gelenek eskinin, tarih öncesinin, durgun dünya düzeninin bir alışkanlığı mıdır? Ya da sahip olduğu aşkın bilgelik ile modern dönemlere de hükmeden, zaman üstü bir otoriter yapı mıdır? Bu sorular, konumuzu ele alacağımız temel yargılama kaynaklarımız olmalıdır.

Modern dönem, bu temel yargılama kaynaklarımızda, kutsal geleneğin mefhum u muhalifi olması ya da öyle kabul edilmesi nedeniyle sık sık faydalanacağımız bir karşı yapıdır. Çünkü geleneğin geleneksellik sürecinde ilk kez derin bir muhteviyat kopması yaşadığı dönem, modern gelenek dönemidir. Modernite, günümüzde modern bireyi üretmiş ve geleneğin tarihselliği ile nesilden nesile aktarılan değerlerini, modern bireye aktarmakta başarısız olmuştur. Modernitenin, geleneksel süreci görüldüğü şekliyle engellemesi, tarihten ve geçmişten bir nevi kopma diye ifade edilebilir. Ancak bu

kopma, gelenekçi yazarların düşündüğünün aksine, şeklen bir kopma olmasa da muhteviyatta yaşanan bir kopuş söz konusudur. Günümüzde geleneğin hükmettiği toplumlar hâlâ mevcuttur ve modern dönemi yaşıyor olsalar da, geleneklerini yaşamaya ve tekrar üretmeye devam etmektedirler. Ve bu gelenek üretici toplumlar, en modern toplumlarda dahi kendilerine yaşam alanı sağlayacak bağlara sıkı sıkıya tutunabilmişlerdir. Đnsan unsuru ve insanın sosyolojik ve psikolojik yönlerinin var olmak zorundalığı, geleneğin üretiminde ve muhafazasında emniyetli bir liman olarak kalmaya devam etmektedir.

Kutsal gelenekler de diğer normlar gibi organik bir yapıya sahip olduklarından, zaman içerisinde ölüp ortadan kalkabilmektedirler. Bir kutsal geleneğin ölümü ya da terk edilerek yok olmaya mahkûm olması, başka bir üstün geleneğin ortaya çıkmasından ya da icat edilmesinden kaynaklanmaktadır. Tarih sahnesi bu gibi hadiselere en iyi

şahitlerden biridir. Pek çok güçlü medeniyetin ürettikleri onlarca geleneğin, artık yeryüzünden silinip gittiğini görmekteyiz. Tabii ki bu durum, geleneğin günümüzde de aynı süreci tekrar yaşayabileceğini bize hatırlatmaktadır. Modern gelenek, egemen olmaya çalışan bir gelenektir ve dünya son üç asırdır, güçlü bir geçiş dönemine şahit olmaktadır. Eski diye ifade edilen kutsal geleneğin dünyası ise, modern geleneğin hâkim olmaya çalışması karşısında mücadeleyi çabuk terk edecek gibi değildir. Çünkü mücadelenin terk edilmesi demek, silinip gitmek, zamandan ve mekândan kopmak demektir. Bir diğer ifadeyle de geleneğin ölmesi demek olan bu kopma, Batı dünyasının yaşamakta olduğu pek çok sosyolojik ve kültürel bunalımın da alt yapısını oluşturmaktadır. Guenon aslında bu durum karşısında Batı için bir müjdeci gibidir. Çünkü kötüye gidiş olarak değerlendirilen bu durumdan kurtuluşun -kendine göre- formüllerini vermektedir. Hatta konu hakkında günümüzde saygı değer bir konuma ulaşmış bir eseri de vardır.

Guenon “Modern Dünyanın Bunalımı” adlı bu eserinde, Batı dünyasının Orta Çağda yaşatabildiği ancak günümüze kadar getiremediği geleneksel yaşamının, günün

şartlarında yeniden diriltilebileceğinden bahseder. Bunu ifade ederken de, Batı için paradigmatik bir kurtuluş yolunun ancak bu şekilde olacağına dair bir tavır sergiler. Tavır karşısında söylenmesi gereken birçok söz ve aydınlatılması gereken noktaların da örtük kalması, geleneğin tarihi süreç içerisinde varlığını koruyamamasının sebeplerini

görmemizi engelleyecek bir gerçek değerdir. Yine diğer bir düşünür, “Alasdair Macintyre, 1981 yılında yayımlanan After Virtue (Erdemden Sonra) adlı kitabında, geleneğin yeniden üretiminin kültürel yenilenme (cultural renewal) için bir kaynak olduğunu bildirir. Ona göre Aydınlanma, büyük ölçüde bir başarısızlıktır (failure), zira Delanty'nin ifadesiyle, ‘Aydınlanma ahlaka, ahlaki bir temel bulma konusundaki vaadini' gerçekleştirememiştir. Bu ahlaki temel, erdemdir; erdem de bireysel olan değil, insanlığa ait olan idealleri gerçekleştirmeyi gaye edinmek. Modernlik, bireysel idealleri öne çıkararak, ahlakı erdemle temellendirmek imkânından mahrum bırakmıştır” (Yavuz, 2009:73). Guenon için bu ahlaki erdem modern gelenek ile artık Batı’da kalmamıştır. Bu nedenle ömrünün ikinci yarısını, Batı’dan uzak diyarlarda yaşayarak tüketmiş bir gelenekçi düşünür olan Guenon, hâlâ kutsal geleneğin hâkim olduğu Batı dışı toplumları, Batı için örnek olarak sunmaktadır.

Açık bir dille Guenon, Batı’nın modern hayatın uçurumundan kurtularak yeniden dirilişe geçebilmesi için Doğu geleneklerinden kaynak alması gerektiği hususunu dile getirmek istemiştir. Guenon, insan ilişkilerinde toprağa, tarihe ve yüce değerlere daha yakınlık içermesi nedeniyle Doğu kültürlerinin yaşamakta olduğu geleneği ve gelenekselliği, kutsal geleneklerden kabul etmiş ve örnek olarak Batı’ya sunmuştur. Kuvvetli üslubunun da yardımıyla eserindeki fikrini, okuyucuya kabul ettirecek derecede ikna edici hale getirmiştir. Ancak Guenon’un kutsal gelenek ile ilgili bu düşünceleri, gerçekleri ne kadar yansıttığı tartışma konusudur. Ya da Guenon’un düşünceleri ne kadar gerçekçidir?

Modern geleneğe geçişin üçüncü asrını yaşayan bir dünya için, beş asırlık bir geri dönüşün kurtuluş olabileceği fikri, en azından günümüz hayatında kabul edilemez görünmektedir. Ancak değerler sistemi olan geleneğin muhteviyatının, Guenon’un tespiti ile günümüz değerleri ile yeniden inşa edilmesi hususu, belki de uygulanabilecek bir projedir. Çünkü gelenek dogmatik değerler sistemini barındıran bir kapsamlı yapıya da sahiptir ki, bu dogmatizm genellikle dindir. Din geleneklerinin günümüz insan hayatında şamil kılınması suretiyle, Guenon’un düşlediği geleneksel yaşamın tekrar yaşanabilme ihtimali kuvvetlenebilir.

Bugün birçok Doğu toplumu hâlâ din kökenli gelenekleri üzerine kurguladıkları dünyalarda yaşamaya devam etmektedirler. Modern dünyanın sosyologları bu durum

karşısında modern düşünüş tarzını işleterek Doğu toplumlarının geleneklerini tahlile çalışmışlardır. Bu işlem için Batı dışı toplumların çözümlenmesi diye bir de üslup kullanılmaktadır. Ancak kullanılan metotlarda hatalı yaklaşımlar sergilenmekte ve bu nedenle de gelenek mevzusu modern sosyal bilimcilerce yerinde tahlil edilememektedir. “Batı-dışı toplumların çözümlenmesinde gelenek, sosyolojik anlamda kendi başına bir olgu olarak değerlendirilmemiş, bunun yerine din bağlamında bir çözümlemeye gidilmiştir, Batı-dışı toplumların bu biçimde değerlendirilmesini belirleyen ise, bizatihi modernliğin kendisidir” (Aysoy, 2003:70). Modernlik, geleneksel toplumların

Belgede Gelenek ve kimlik ilişkisi (sayfa 69-90)