• Sonuç bulunamadı

Gelenekçilik ile Ortaya Çıkan Durum

Belgede Gelenek ve kimlik ilişkisi (sayfa 127-149)

1.5. Geleneğin Kaynağı

1.5.1. Geleneğin Kaynağından Kopması ve Gelenekçiliğe Dönüşmesi

1.5.1.1. Gelenekçilik ile Ortaya Çıkan Durum

Geleneğin din algısı ya da değerler sistemi açısından "kutsal" ve "hikmet" anlam-landırması önemlidir. Ancak geleneği modernlik karşısında tanımlamada başlı başına kutsal boyutunu öne çıkaran bazı modern yaklaşımlar daha doğrusu öğretiler söz konusudur ki bu modern öğretilere göre geleneğin kutsallığı, onun geri kalmışlığının bir sembolüdür. Modern dönem ile sonlandırılan geleneksel hikmet anlayışı, modern dönem ile birlikte bilimden ve teknolojiden gelecek olan faydadan beklenir duruma gelmiştir. Gelenek için son derece yıkıcı olan bu modern tavra, modernin gelenekçi tavrının da eklenmesi ile yıkıcılık iki yönden ilerlemeye başlamıştır.

Gelenekçilik, geleneklerin aslî kaynaklarından kopmasıyla meydana gelebildiği gibi modern dönemin geleneksel dünyanın getirilerini kesinkes reddetmesiyle de meydana gelebilmektedir. Bu modern reddiye, karşısında geleneksel bir tepkiyi ve geleneksel bir kesimi de meydana getirmiştir. Modern dönemdeki gelenekçi yapılanmaların neredeyse tamamında bu savunmacı pozisyonun izleri görülebilmektedir. Buna göre gelenekçilik Seyyar tarafından şu şekilde tanımlanmaktadır: “Siyasi, ahlaki, sosyal, kültürel ve dini teamülleri ve gelenekleri muhafaza etmek gerektiğini müdafaa eden felsefi doktrindir. Pratik bir davranış olarak teamüllere, ananelere ve düne ait olan fikirlere bağlılıktır. Geçmişe ait özlemin bir ifadesi olarak eski ve-fakat doğru kabul edilen değerlerin benimsenmesi, muhafazası, yaygınlaştırılması ve ona uygun bir yaşayış modelinin sürdürülmesi gerektiğini savunan görüştür” (Seyyar, 2007:337). Gelenekçi kavramı görüldüğü gibi daha çok geleneğin dünyasını yaşamaya çalışan kesimlerin, bu yaşam tarzını koruma tavrı için kullanılmaktadır. Bu tavır bir toplumun, gelenekli bir toplum

olarak kalması için ve toz yığınlarına dönüşerek parçalanmaması için faydalı bir tavırdır. Bu sayede gelenekli olan toplumlar, dışarıdan ve içeriden gelebilecek bozucuve yıkıcı faaliyetlerin etkilerini en aza indirerek bütünlüklerini koruyabilmektedirler. Görüldüğü gibi aslî geleneğin korunması hususundaki gelenekçi tavır, faydalı olan bir tavırdır.

Ancak biz bu çalışmada gelenekçi tanımlamasını daha farklı anlamlarda da kullanabilmekteyiz. Bize göre, aslî geleneğin hedeflediği hakikat ve hikmetten çok geleneğin kendisine odaklanarak zamanla geleneğe ve değerler sistemine zarar verir hale gelen kesimler, ilerlemelere karşı ne olursa olsun engel olan kesimler ve akla mantığa sığmayacak uygulamaları sürdürmeye devam eden kesimler de gelenekçi olarak adlandırılması gereken kesimlerdir. Ya da en azından gelenekçiliğin bir diğer tanımlaması da böylece yapılmalıdır.

Gelenekçiliğin ortaya çıktığı süreçten bahsetmek gerekirse, bu sürecin birkaç şekilde meydana gelebildiğinden bahsedilebilmektedir. Mesela gelenekteki kutsal güç algısı, zamanla tâbileri tarafından abartılabilmektedir ki bu da sonunda geleneğin doğal seyrini bozabilen bir süreçtir. Hatta gelenekteki bu kutsal güç algısı bazen hakikat ve hikmet algılarının dahi üstüne çıkartılabilmektedir ki, işte bu süreç, bireyleri zamanla gelenekçiliğe götüren bir süreçtir. Çünkü geleneğin hakikat kodunun muğlâklaşması sonucunda geleneğin kendisi, bireyler tarafından amaç haline getirilecektir ve geleneğin hedef aldığı hakikat ile hikmet bu toz bulutu ortamında silinip gidecektir.

Oysaki gelenekler kendilerine tâbi olan toplumları, hakikat olarak inandıkları bir menzile ulaştırmak için oluşmuş olan ara yapılardır. Gelenek, hakikat menziline göre bir alt kademedir. Sosyal norm olan gelenekte de ulaşılmak istenen hedef aslında aynıdır. Bireyin ve toplumun düzeni ve refahı menzil olarak belirlenir ve bu menzile ulaşmak için kullanılan bütün araç, gereç, davranış ve düşünüş şekilleri genel çerçeveyi oluşturur ki bu genel çerçeve geleneğin kendisidir. Bu da aslında geleneğin bir ara yapıyı oluşturduğunu ama asla amaç olmadığını gösterir.

Değerler sistemi ya da zaman-üstü bir bilgelik olarak değerlendiren geleneklerde de durum bundan farklı değildir. Erdemli birey, bilge kişilik ya da kâmil insan, hedeflenen insan tipidir. Aynı şekilde erdemli ve olgun toplum da değerler sistemi olan geleneğin ulaşmak istediği hedefler arasındadır. Geleneğin bu mezkûr hedeflerine ulaşmak için

kendisini hiç durmadan üreteceği kaynağı ise aslî kaynağıdır. Gelenekçilik işte bu aslî kaynaktan kopulması sonrasında ortaya çıkacak olan bir diğer durumu ifade etmektedir. Geleneğin hedeflediği ve onun uğrunda öğretisini kurguladığı hakikat ve kemâlât noktasındansa, bireyin sadece özlenen bir geçmişi amaçlaması ve hakikat ile kemâlâtın unutulması, gelenekçilik diye tabir edilen sorunların çıkmasına neden olmaktadır.

Bundan dolayı modern dönemin ilerlemeci görüşü, geleneğin kendisinden çok gelenekçiliği ile ilgilenerek bütün yapıyı eleştirme çabasına girmektedir. Bu ilerlemeci görüşe göre gelenek, gelişmelere, ilerlemelere ve bilimin önündeki bütün alanlara engel koyan bir yapı olarak kabul edilmiştir. Edward Shils bu ilerlemeci görüşü benimseyen eleştirmeler için şöyle demektedir: “Bilimin son ilerici eleştirmenleri, bu ilerici gündeme bir başka kalemi daha eklediler, onlar yüzlerini bilimden başka tarafa çevirdiklerinde, yalnızca dogmatik ve keyfi otoriteden özgürleşmeye değil, aynı zamanda bütün sınırlamalardan özgürleşmeye de methiyeler yağdırdılar. Keza onlar, eski yandaşlarına göründüğü üzere kendilerine de iğrenç olarak görünen gelenekle ilgili hiçbir şeye kulak vermeyeceklerdir” (Shils, 2003:105). Shils’in işaret ettiği durum aslında modernlerdeki gelenekçi tavra gösterilmesi gereken bir durumken, bu tavır, bütün gelenekleri kapsayacak şekilde genişletilmiş ve bir mantık hatasına düşülmüştür. Aslî gelenek, bu marazlı, modernleştirici ve aslında kısmen de gelenekçi hale dönüşmüş modern anlayışın saldırısında zarara uğratılan gelenektir. Modern eleştirmenler bilimin dışındaki bütün alanları dogmatik, çağ dışı ve geri kabul ederek, aslî gelenekleri görmek istememeleri, modern geleneğin bir gelenekçi tavrı haline gelmiştir.

Guenon, Schunon ve Nasr gibi gelenekselci (traditionalist) yazarların şikâyet ettikleri husus ve eserlerinde olgunlaşan gelenek anlayışı da genelde bu yöndedir. Gelenekçi yazarlar, modernin bilim dışında her hangi bir dünyanın varlığını kabul etmeyen tavırlarını hep eleştiren kesimler olarak kalmışlardır. En azından geleneksel öğretilerin değerinin anlaşılarak sosyal ve kültürel hayatta hak ettiği yeri almasının gerekliliği, gelenekçi yazarlar tarafından sıklıkla vurgulanan bir konudur. Bu geleneksel öğreti içerisinde gelenek; Đslam'da Hakikat-i Muhammediyye, Hıristiyanlıkta Kutsal Ruh, Yahudilikte Talmut ve Kabbala olarak adlandırılan ve hedef gösterilen hakikate eklemlenerek kendisini onun bir alt dalı olarak konumlandıran gelenektir. Yani Hakikat-i MuhammedHakikat-iyye denHakikat-ilen hedefe ulaşmada, bHakikat-ireyHakikat-in kullanacağı vasıta, değerler sHakikat-istemHakikat-i

olan geleneğin kendisidir. Bu manada gelenek, hakikatten daha aşağı bir seviyeyi işaret eder ancak bu durum onu seviyesiz yapmaz çünkü gelenek, hakikate giden bir yoldur. Bir alt birim bir ara yapıdır gelenek. Tıpkı klasik felsefe döneminde, felsefenin hikmete ulaşılması esnasında kullanılan bir vasıta olması gibi bir ara yapıdır. Geleneğin uyması gereken kural ve kaideler ya da başka bir değişle değerler sistemi, bu üst yapı tarafından denetleneceği için geleneğin aslî kaynağından kopması da mümkün olmayacaktır. Tehlikeli bir olasılık olarak ise gelenekler, aslî kaynaklarını terk ederlerse, hak ile batılın konumlarında kaymalar gerçekleşebilmektedir.

Geleneğin zaman içerisinde gelenekçiliğe dönüşmesi bu silsiledeki bir yer değiştirme ya da anlam kaymasından kaynaklanmaktadır. Daha önceleri bireyin hakikate ya da erdeme, hikmete ve kemâlâta ulaşmakta faydalandığı değerler sistemi olan gelenek, gelenekçi tavır içerisinde, zamanla kendisini bu üst seviyeye çıkararak, hakikatin, erdemin ve kemalatın kendisi olduğunu iddia eder. Bu aynı zamanda hakikati bir alt kademeye geriletme işlevidir ve hakikati bir alt seviyeye indirme işlemi gelenekçiliğin kendisini şekillendirir. Daha önceleri bireyi ve toplumu hakikate ulaştırmaya emek harcayan gelenek, artık gelenekçi anlayışta hakikatin kendisi olmuştur. Klasik felsefede akıl ile hikmetin yer değiştirmesi ve artık felsefenin akıl için yapılır hale gelmesi buna örnek bir diğer durumdur. Böylelikle aslî kaynağından kopan ve kendisi için var olmaya başlayan gelenek, kendi kurallarını ve kendi otoritesini kendisi belirleyecek, bir üst kademenin, aslî kaynağının, sevk ve idaresinden çıkacaktır.

Bu bağlamda ortaya çıkan gelenekçilik, değişime ve değişim getirecek bütün yeniliklere karşı ön yargılıdır. Gelenekçi hale gelen yaklaşımda geçmiş, sadece sahip olduğu atalar yadigârı olma özelliği ile bile gelenekçiliğin en güçlü silahı olabilmektedir. Gelenekçiliğin bu yaklaşımından dolayı bir diğer tanımı da şöyle yapılabilmektedir: “Sosyal kurumları ve inançları, sadece geçmişten süregeldikleri için benimseyen, destekleyen ve yeni kültür unsurlarını değersiz sayan tutum veya doktrindir. Sosyal ve iktisadi münasebetlerde yavaş yavaş oluşan dengeleri-eğilimleri, mümkün olduğu ölçüde muhafaza etme ve değişme eğilimlerini engelleme ve herhangi bir değişme çıktığı takdirde, tekrar eski dengeye dönmek üzere değişmeyi ortadan kaldırma iradesinin hâkim olmasıdır” (Seyyar, 2007:337). Gelenekçi tavrın aşırı koruma ve muhafaza etme refleksi bu düşünüş biçiminden gelmektedir. Ve geleneğin donuklaşarak

katı, hareketsiz ve ihtiyaca cevap vermeme durumunu ortaya çıkaran süreç bu şekilde işlemektedir. Çünkü aslî kaynağına hizmet etmeyen ve ondan hareketle kendisini yenilemeyen gelenek, zamana yenik düşmeye mahkûmdur.

Gelenekler toplum değerleri ile çakışmayan, toplum ve birey ahlakına ters düşmeyen değişmelere ve yenilenmelere karşı değildir. Bu nedenle geleneğin değerler sistemini elinde tutan otoritesi, toplumsal hareketliliği ve yeni oluşumları dikkatle takip eder, ya onları kendi bünyesinde yeniden anlamlandırarak onaylar ya da tamamen reddederek toplumu koruma refleksini gösterir. Bu yaklaşıma göre gelenekler, kendi öğretileri doğrultusunda gerçekleşen yenilikleri teşvik de ederler. Ancak gelenekçi otoritenin her türlü ilerlemeyi ve gelişmeyi reddeden refleksi ile geleneğin aslî ve faydacı refleksi bu noktada birbirine karıştırılmamalıdır. Çünkü gelenekçi refleks, toplum ve birey açısından faydalı olan yenilikleri ve ilerlemeleri de reddetme eğilimde olan bir reflekstir. Böyle bir katılaşma ve zamana hizmet edememe durumuna geleneklerin düşürülmemesi için, geleneğin otoritesi sayılabilecek olan aristokratların ve yöneticilerin dikkatli olmaları ve kendilerini geleneğin aslî değerlerine göre yenileyerek, öz kaynaktan kopmamaları gerekmektedir.

Geleneklerin bu gelenekçi tavra kapılmaları ile ilgili olarak tarihte birçok örnek mevcuttur. Batı dünyasının tarihi süreçte yaşamış olduğu gelenekçi eğilimleri ile ilgili daha önceki konularda yeterinde açıklamalara ve örneklemelere gitmiş olduğumuzdan dolayı, şimdi farklı bir gelenek dünyasından örnekler ele alacağız. O örnekler de Đslam dini dairesinde şekillenen Arap-Türk geleneklerine ait örnekler olacaktır. Bu örneklerden ilk akla gelen Đslamcılık hareketidir ki Araplarda IX. asır ile başladığı kabul edilebilecek bu gelenekçilik türü, Osmanlılarda ise modernleşme denen dönemlerin başlamasından hemen önce ortaya çıkmaya başlamıştır. Ancak Đslamcılık diye tabir edilen gelenekçilik türü üzerinde, genelde modern dönemlerde çıktığı yönünde bir ortak fikir de mevcuttur.

U. Beck “Siyasallığın Đcadı” adlı eserinde karşı-modernlik diye bir kavramdan bahsetmektedir. Nilüfer Göle ve Mehmet Aysoy’un da aynı kavram paralelinde fikirler yürüttüklerini yazmış olduklarından anlamış bulunuyoruz. Bu karşı-modernlik kavramı, ismi zikredilen araştırmacılar tarafından acaba hangi mahiyette kullanılmıştır? Özellikle Beck, karşı-modernlik kavramının modernleşme projelerinden sonra dindar kesim

tarafından üretildiğini ve bunun da adının Đslamcılık olduğunu söylemektedir. Beck, tezini desteklemek için de “Đslam Sosyolojisi, Bilginin Đslamileşmesi” gibi çalışmaların belli bir kesim tarafından yürütülmeye başlanmasını, Đslamcılığı, özde bir modernlik iddiası olarak örnek göstermekte ve Đslamcılığın modernliğe bir cevabının olup olmadığı sorusunu gündeme getirmektedir. Yani tam ifade emek gerekirse, Đslamcılık, onlara göre, mevcut durumda modern dünyayı algılamaya çalışan ve adapte olma uğrunda kendi dinamiklerini ortaya koyan bir sürecin adıdır. Ya da gerçekten de öğle midir? Đslam dini kendisini Đslamcılık kisvesine girerek savunma gereğini modern döneme kadar tam olarak neden duymamıştır da modern dönemle birlikte Đslamcı kimlik ve geleneği icat edilmeye çalışılmıştır. Bu bize daha çok, Đslam dininin kendisini modern geleneğin zararlı etkilerinden korumak için girişmiş olduğu bir savunma mekanizmasındansa, Đslamcı kimliği ile zamana ve sisteme kendisini adapte edemeyen bazı kesimlerin aldıkları gelenekçi tavırdan kaynaklanıyor gibi gelmektedir. Çünkü bu kesimlerin değişen dünya şartları karşısında söyleyebilecekleri bir şeyleri yoktur ya da söyleyebilecek bir şeyler bulamamaktadırlar. Bundan dolayı da eskiye ve eskinin görkemli haline sıkı sıkıya tutunmuş bir kesim olarak ortaya çıkmakta ve yeniye dair ne varsa reddederek korunma refleksini canlandırmaktadırlar.

Öncelikle Đslam dini, ilahi bir din olarak kadim bir geleneğin de kendisidir. Đslam bir bakış açısı, hayatı yorumlama ve mümkün mertebede de hayata adapte olma-etme meselesidir. Đslam, ayrıca kutsal bir bilgi geleneğidir. “Kutsal bir bakıma, hakikat gibi, gerçeklik gibi, ya da varlık gibi türler ve özel farklılıklar vasıtasıyla evrenseli tanımanın mantıki tarzında sınırlama yapmak için gereğinden fazla önemli ve gereğinden fazla bir

şekilde esasa aittir. Kutsal, gerçeğin tabiatında bulunur ve normal insan, gerçeklik duygusu için olduğu gibi (kişi doğal olarak gerçek olmayanı ayırabilir) bu kutsal duygusuna sahiptir” (Aysoy, 2003:68). Gelenek kutsaldan hareketle her dönem ve devirde kendisini ürettiği oranda hayatiyetini ve devamlılığını sağlayabilir. Đslam geleneği ise bu kutsallığı doğrudan yaratıcısından ve onun resulünden alan bir gelenek olarak, aslî kaynağına bağlıdır.

Đslamcılığın ortaya çıktığı modern dönemlerde, ortaya çıkan farklı Đslamcılık türlerinin ne oranda aslî kaynaktan ve kutsal öğretiden üretilmekte olduğu ise sorgulanması gereken önemli bir husustur. Çünkü günümüzde pek çok Đslami akım ve eğilim,

yorumladıkları ve hayata geçirdikleri Đslami yaşamdan dolayı devamlı eleştirilmektedir. Hatta hayat çizgileri itibariyle tamamen Đslam dışında kalan akım sahipleri bile kendilerini asıl Đslami geleneği yaşıyor addedebilmektedirler. Görüldüğü gibi Đslamcılık zannedildiğinin aksine sadece bir geleneği yaşayan kesimi ifade etmemekte, farklı bir gelenekçiliğin de doğuşu anlamına gelebilmektedir.

Đslam’ın XXI. asra gelene kadarki izlediği süreç manidardır. Çünkü Đslam bir din olarak yeryüzüne inmiş, daha sonra birkaç asır içerisinde gelenekleşerek toplumlarla ve toplumların değerleriyle bütünleşmiş ve son süreçte de sahip olduğu muhtevaya rağmen kendisine tabi olan inananlar tarafından farklı hakikat tanımlamaları ile gelenekçi hale getirilerek günümüze kadar gelmiştir. Bir anlamda Đslam dinini anlamada ve yorumlamada insanlar günümüz şartlarında sıkıntılar çekmektedir. Gelenekçi hale gelmiş yorumlama pratikleri zihinleri sarmış ve toplumları da tek tip bir modele mecbur etmiştir. Birçok bozucu etkinin taarruzuna rağmen, Đslam, kendisini aslî şekliyle korumakta muktedir olmuştur olmasına ancak, dünya üzerindeki Müslüman toplumların son durumları geleneğin beklediği düzeyde değildir. Modern dönemlerin yaşanmakta olduğu asrımızda, Đslam bir şey anlatmaktadır ancak Müslümanların anladıkları şeyler daha başkadır. Bu marazlı durumun nedenlerinden biri, gelenekçi tavrın Đslami bünyeye de girmiş olmasından kaynaklanmaktadır. Müslüman birey, akıl ve mantık birlikteliğini sağlayarak yenilenmelere ve yenilenen dünya şartlarına kendisini adapte etmek zorunluluğunda olan bireydir. Bunu gerçekleştirirken de alacağı kaynak dinin aslî öğretileri ve bu öğretilerin zamanın şartlarına göre en güzel yorumlanmış şekilleridir. Daha sonradan türeyen ve taassubu zerk ederek, her türlü gelişmeyi reddeden düşünceler değildir.

Bu taassubun ortaya çıkışı aynı zamanda Đslamcı denen gelenekçi türün de ortaya çıkışı anlamına gelmiştir ve Đslam tarihinde çok eski dönemlere kadar inebilmektedir. Önce Arap dünyasını egemenliğine alan bu taassup, daha sonra ki asırlarda Türkleri de kapsayarak, Đslam’ın güçlü kalelerini zayıflatmış ve günümüzün tablosunu

şekillendirmiştir. Bu duraksamanın ve hantallaşmanın birçok nedenleri vardır ki burada sadece isimlerini zikretmekle kifayet edeceğiz; bunlar ekonomik, siyasi, toplumsal, bilimsel ve kültürel duraksamalardır. Bu duraksamalarda başat rolü üstlenenler, IX. asırlarda kültürel, XVII. asırlarda ise ekonomik alanda gerçekleşen duraksamalar

olmuştur. IX. Asırlarda Đslam medeniyetinin ilmi camiasında gerçekleşen felsefe hareketleri sonucunda, Đslam geleneğinin tarihi süreçteki ahengi büyük yara görmüştür. Bu tarih aynı zamanda büyük parçalanmaların ve kargaşaların da tarihidir. Đslam geleneğindeki ikinci duraksama ise modern dönemler ile başladığı varsayılan ve Osmanlı’nın son dönemlerine damgasını vuran Đslamcı gelenekçilik türüdür ve en fazla ekonominin bozulması sonucunda ortaya çıkmış bir gelenekçilik türüdür. Bu süreçte Coğrafi Keşiflerle dünyaya açılan Batı dünyasının bu yolla kazandıkları şeyler, Osmanlı devlet yöneticileri ve âlimleri için hep meçhul olarak kalmıştır. Đleride dünyanın güç dengelerini Batı lehine çevirecek olan bu kıta hareketi, dönemin dünya imparatorluğu iddiasındaki bir devletin görmesi gereken bir hareketti ancak Osmanlı bu gelişmeleri takip etmedi ve konumunu buna göre yenilemedi.

Hâlbuki Türkler daha eski dönemlerden itibaren ticarete ve ticaret yollarına önem veren bir milletti ve konumlarını da bu ticari gelişmelere göre devamlı olarak yenilemekteydi. Ticaretin gelişmesi, şehir hayatına geçilmesi ve Türklerin (Türgeş) ilk parayı basması da yenilenmeye verilen önem sonucunda Türklerin kazandıklarıdır. “Ticari hayatın gelişmesi, şehirlerin doğmasına vesile olduğu gibi, “para”nın da Türkler arasında görülmesine sebep olmuştur. Türk ülkelerinde önceleri Çin, Roma, Bizans paraları geçerli iken VII. yüzyıldan sonra Türkler kendileri de para basmaya başladılar. Türgeş'ler Çin modelinde ilk Türk parasını basmışlardır. VIII. yüzyıldan sonra, özellikle Türkler Müslüman olduktan sonraları artık paralar Đslam modeline göre kesilmiştir” (Baykara,2005:149-50). Ticaretin Türkler açısından bir diğer kazancı ise Đslam dini ile olan münasebetlerin kurulmasıdır. Türklerin dünyayı daha geniş bir perspektiften görmelerini sağlayan din, bu zamanda Đslam dini olmuştur. Türklerin bir araya gelerek güçlü devletler kurmalarında da Đslam dininin güçlü etkisi olmuştur. Ticaretin önemi Türkler için Osmanlılar döneminde de ön sıradadır ki Osmanlı hükümdarları ilk iş olarak ticaret yollarının kontrolünü sağlayacak yerleri fethetme ile uğraşmışlardır. Bütün bu çalışmalar ile kontrolü sağlanan ticaret yollarının büyük gelirlerini toplayan Osmanlı devleti, gücünü ve egemenliğini uzun asırlar boyunca idare edebilmiştir. Ancak ticaretin kontrolden çıktığı coğrafi keşifler, Türklerin ekonomik üstünlüğüne zarar veren keşifler olmuştur. Görüldüğü gibi Doğu ile Batı arasındaki ticarette başrolü oynamaya talip olmuş olan bir millet, zamanın bu türden değişimine ayak uydurabilmiş

iken, sonraki asırlarda ortaya çıkan coğrafi keşiflerin değerini anlayamaması ise hayret vericidir.

Peki, coğrafi keşiflerle Osmanlı ve dolaylı olarak da Đslam dünyası neleri kaybetmiştir? Öncelikle Osmanlı devletinin, ekonomik üstünlüğünü Batı karşısında kaybetmeye başladığını söyleyerek işe başlayabiliriz ki bu ayrıca en önemli kayıptır. Çünkü Osmanlı aynı zamanda Batı karşısında büyük bir ekonomik güce de sahipti. Bu nedenle daha güçlü orduları, daha zengin bilimsel faaliyetleri ve daha güçlü devlet yapılanması vardı. Ancak coğrafi keşiflerin Osmanlı’nın can damarları olan Đpek ve Baharat ticaret yolarını bitirmesi, zaman içerisinde Osmanlı’yı da bitirecek olan şeydi. Mesela coğrafi keşifler sonrasında, Đngiltere’nin liman kenti olan Liverpool, deniz ticareti ile XVIII. asırda 1 milyonu aşan bir nüfusa sahip olmuştur. Bu tarihlerde cihan imparatorluğunu sürdürdüğünü düşünen Osmanlı başkentinin nüfusu ise dört yüz bin civarındadır. Batı dünyası deniz ticaretini kolaylaştıracak ve hızlandıracak bütün icatları da durduk yerde yapmamış, doğal bir ortamda hayatı kolaylaştırmak amacıyla bu icatlar yapılmıştır. Yani bu ve buna benzer bütün yeni buluşlar, Batı dünyasının kazanmış olduğu dinamizm içerisinde, hayatı kolaylaştırmak ve daha çok kazanmak adına

Belgede Gelenek ve kimlik ilişkisi (sayfa 127-149)