• Sonuç bulunamadı

Kutsal Bilim Olarak Gelenek

Belgede Gelenek ve kimlik ilişkisi (sayfa 149-153)

Modern dönemlerin başlatıldığı XVII. asırlara kadar insanoğlunun yeryüzünde sürdürmekte olduğu geleneksel hayatlarında, tatbike devam ettikleri gelenekleri hep kutsal gelenekler olarak kabul edilmiştir. Bu bağlamda kilise ya da cami kutsaldır. Dini liderler de kutsaldırlar. Kral ve sultanlar da kutsaldırlar. Hatta bazı dağlar, ovalar, ağaç türleri, hayvanlar, bazı günler, mevsimler de kutsal kabul edilirler. Eski dönem de denmekte olan modern öncesi dönemin, aslında kutsal olmayan pek fazla bir yanı yoktur desek daha doğru olacaktır. Çünkü bu dönemlerde devletlerin kurulması, yönetilmesi ve sosyal düzenin sağlanması hep bu kutsal geleneğin sağladığı meşruiyetle gerçekleştirilmekteydi. Kralların elinden şifa görüleceğine dair inanç ve onların birer seçilmiş kutsal insan olmaları duygusu ile bireyler devletlerine bağlı kalabildiler. Ya da devletler bu dönemde bireyin gözündeki meşruiyetlerini ancak bu kutsalın gücün yardımıyla kazanabilmekteydiler. Eski geleneklere kutsallıklarını kazandıran en önemli güç, din gücüdür. Özellikle ilahi dinlerin gücü, geleneğe doğrudan etki etmiştir. Bundan dolayı eski dönemlerde devletler de kutsal devlet ve ayrıca krallar da rahip kral gibi unvanlarla anılmak istemişlerdir.

Geleneklerin sahip oldukları bu manevî otorite, geleneğe din dışında sahip olduğu kültür kökenlerinden de gelmektedir. Mistik ve metafizik inanma pratikleri sonucunda da gelenekler, kutsallık ile temasa geçebilmektedirler. Şamanizm, Budizm, Manihaizm ve bunun gibi mistik yapılı geleneklerde de kutsallık duygusu bundan ötürü mevcuttur. Kutsal gelenekler ile insanoğlu bütün doğayı manevî bir otoritenin gücüne teslim ederek, ona bağlı kaldılar.

O manevî otoritenin temsilcileri olan aristokratlar ve seçilmiş devlet adamları ise yeryüzünde geleneğin tedarikçisi ve koruyucusu durumundaydılar. Ancak aynı kutsal geleneğe karşı onlar da sorumluydular. Gelenekçi yazarlardan geleneği kutsal bir bilim olarak gören sadece Guenon değildir. Nasr’ın, gelenekçi yazarlar arasında, neredeyse her şeyi kutsal bir bilim olarak görmesi, geleneğe yüklediği aşırı misyonu görmemiz

açısından önemlidir. Edward Shils de geleneği kutsal bir bilim olarak düşünmesine rağmen Nasr kadar ileri gitmemektedir. Nasr, neredeyse bütün eserlerinde geleneği aynı muhteva ve değerler sistemini ifade edecek şekilde tanımlamaktadır.“Öyle ki, bir kısım eserlerinde alanı iyice genişleterek bütün ilimleri kutsal olarak görmekte ve aynı geo-metrik yaklaşımla tasavvufu ve ilimleri açıklamaya çalışmaktadır” (Vural, 2003:167). Weber ise geleneğin kutsal değerler sistemine sahip olmasından çok bu kutsal değerler sistemi ile kurmuş olduğu iradenin kendisi ile ilgilenmektedir. Weber’e göre gelenek kutsal bir iradedir, irrasyoneldir.“Weber, geleneği "ezeli geçmişin iktidarı" olarak ifade ederken, toplumun hatırlanamayacak kadar eski uyma ve kabul etme alışkanlıklarının kutsallaştırdığı göreneklerden bahseder. Weber, gelenekten anlamamız gereken şeyi; alışılmış günlük hayattaki psişik bir tutumlar zinciri ve günlük çalışmanın ihlal edilemez bir davranış normu olduğu inancı ve buna, yani öteden beri var olduğu bilinen ya da sanılan bir şeye inanışa dayanan bir egemenlik, yani gelenekselliğin meşruiyeti ve otoritesi olarak belirtir” (Çetin, 2003:18). Weber bir din sosyoloğudur ve konuya da bu bakımdan yaklaşır. Đlkel kavimlerin kutsal anlayış temelindeki görüşleri, değerler sistemi olan ve ilahi din kökenine dayanan din geleneklerini de kapsayacak şekilde genişletilmemelidir. Kutsal duygusu belki de ilkel kavimlerin dönemlerinden sonra aslî

şeklini yani hakikat kavramını ihtiva edecek şeklini almış olduğundan bu ikililik Weber’de görülmektedir.

Hakikat ise bu olgunluk düzeyini, kutsalı terk ederek almaz. Kutsal ile hakikatin bir sentezi söz konusudur ki bu da gelenek çatısı altında birleşilerek kazanılan bir sentezdir. Kutsallık geleneklerdeki aslî güçtür ve genellikle de dayandıkları otoritelerden gelirler. Kutsal duygusu, mutlak otoriteye karşı duyulan korku ve sevginin bir bireşiminden ortaya çıkmaktadır. “Hakikat ise, din ve kutsallık şeklinde olmak üzere iki şekilde tezâhür eder. Din ve kutsallık dinin başlangıç safhasında henüz aynıdır, fakat din, Schuon'un deyişiyle gelenek halini alınca kutsal olanla dini olan gelenek çatısı altında birleşirler” (Vural, 2003:165). Đster ebedi bilgelik sistemi olarak gelenek olsun isterse de sosyal norm olarak gelenek olsun, bütün gelenekler bu kutsallık duygusuna sahiptirler.

Geleneği salt bir sosyal norm olarak izah etmek yeterince sorunun üzerine eğilmek anlamına gelmeyecektir. Gelenek kavramının ihtiva ettiği anlamlar çok buutlu bir yapıya işaret eder ve bu serencamda gelenek karşımıza bir fenomen olarak çıkar. Kendi

içerisinde olağanüstülükleri barındıran bir kavramsal yapıya sahip bir kutsal fenomendir gelenek. Giriftlik onun kolay bir şekilde anlamlandırılamamasına neden olur. Manevî dünyanın yanında madde dünyası ile kurabildiği ilişkiden dolayı asırlara ve devirlere varan hâkimiyeti kâh azalmış kâh artmıştır ama ortadan kalkmamıştır. Seyyid Hüseyin Nasr ve Rene Guenon gibi gelenekselci yazarların gözünde kavram, bu nedenlerle fenomik bir mahiyette tezahür etmektedir. Din ile geleneğin ilişkisine atıflar dikkat çeker ve geleneğin sahip olduğu kutsallık, kendisinde var olduğu öne sürülen ilahi temastan kaynaklandığı, bu gelenekçi yazarlar tarafından da belirtilmektedir.

Aslında gelenek, ihtiva ettiği salt değerler itibari ile dünyanın değişik coğrafyalarında benzer değerleri gösterebilmektedir. Bu bağlamda Mustafa Armağan, geleneğin evrensel tanımı olarak Seyyid Hüseyin Nasr’ın tanımlamasına yer vermektedir: “En evrensel anlamda geleneğin insanı ilahi olana bağlayan ilkeleri yani dini içerdiği düşünülebilir; öte yandan ve başka bir açıdan din, esas anlamıyla gökten indirilen ve insanı kaynağına bağlayan ilkeler olarak düşünülebilir. Bu durumda gelenek daha sınırlı bir anlamda bu ilkelerin uygulanması şeklinde görülebilir... Gelenek, çekip çıkartılamaz bir biçimde dine ve vahye, kutsallığa, ortodoksi kavramına, otoriteye, sürekliliğe ve zahirî ve batıni hakikatin düzenli biçimde aktarılmasına bağlıdır. Gelenek Batı düşüncesindeki sophia perennis, Hindulardaki sanatana darma ve Müslümanlardaki hikmet-i hâlide, yani ebedi bilgelik kavramlarıyla çok yakından ilişkilidir” (Armağan, 1998:71-2).

Bu bağlamda sorulması gerek bazı sorular vardır. “Dini hakikati kim ya da ne tayin eder; geleneğin saflığını, düzenliliğini ve daimiliğini garanti eden kim ya da nedir?... Bazı gelenekler ilahi bir ilhama sahip olduğu iddiasında bir otoriteye sahiptir; diğeriyse, saflığı ve mesajın devamlılığını garanti eden bir kutsal cemaate sahiptir” (Nasr,1995:58). Yani bir ilahi din kutsallığın kaynağı olabildiği gibi Nasr’a göre bir cemaat de kutsallığın kaynağı olabilmektedir. Mesela günümüz dini cemaatleri bazı durumlarda dinin dahi dışına çıkarak hüküm verebilmektedirler. Bu da onların kutsala olan bağlılıklarından çok kendilerine bağlanmış olan bir kutsalın varlığını göstermektedir. Modern geleneğin değerler sistemi olan kutsal geleneklere saldırısında kullandığı en önemli bahanelerin de başında bu uydurulmuş kutsallıklar gelmektedir.

Aslında modernite bu türden bahanelere muhtaç da değildir. Çünkü modern bilimler gelenek stoku içerisinde kutsallık kalmayacak şekilde parçalamalara ve farklılaştırmalara gitmektedir. Shils’e göre çağdaş-ilerici sosyal bilimciler, gelenek stokunu parçalara ayırarak, bu parçaları kimliksizleştirdiler. Shils’e göre: “Geleneğin yoğun etkisi göz ardı edilemeyecek kadar büyüktür. Sosyal bilimciler, biyolojik organizmanın, sıradan insanın üzerinde taşıdığı yoğun bilgi ve hüner stokunu doğuramayacağını, bu stokun kazanılmasının, yetişkinlerin eylemlerini açıkladıkları "çıkarların" bir araya gelmesiyle ya da "iktidar arzusu"yla açıklanamayacağını çok iyi bilirler. Sosyal psikologlar ve sosyologlar "dil hünerlerinin kazanılmasını" ve sosyalizasyonu, "asimilasyonu", antropologların "kültürü" inceledikleri gibi incelerler” (Shils, 2003:107). Gelenek stokunun birer parçası sayılabilecek bu türden sosyalleşme olguları, modern mantık tarafından ana kütleden kopartılarak tamamen bilimsel bir konu gibi maddî bir anlayışla tahlile tabi tutulmaktadır. Bireyin doğumundan ölümüne kadar devam eden gelenek etkisi, moder bilimlerce dönemlere ayrılarak ayrı ayrı bilim disiplinleri, bilim konuları haline getirilerek gelenek stoku görülmek istenmemiştir. Bu maddeci ve tahlilci yaklaşımından dolayı modern Batı, hâlâ kültür kavramına bile tam bir tanımlama getirememiştir. Kültür için günümüzde belki de 300’ü aşan tanım yapılmıştır ama hâlâ da kültürü tanımlama gayreti son bulmamıştır.

Bu mantık çerçevesinde geleneğin dünyasını yaşayan insanoğlu, sergilediği davranışlar nedeniyle, modern sosyal bilimciler tarafından biyolojik ve genetik bir varlıkmış gibi tahlile tabi tutulmaktadır. Uygulamalardaki kutsallıklar ve geleneksel çizgiler silinir ve bir toplumun geleneksel yaşamı, modern sosyal bilimciler tarafından yeme, içme ve üreme pratiklerine kadar indirgenerek tanımlanmaya çalışılır. Modern bilimler bu bakımdan geleneğin kutsallığını görmek istemezler. Salt maddî bir yapı olarak ele alınan gelenek, yine maddeci bir bakış açısıyla tahlile tabi tutulur. Üzücü olan şudur ki bu metot ile incelenen toplum ve birey davranışları, bilimsel olarak geçerli sonuçlara ulaştırılamamaktadır. Madalyonun her iki yüzünün görülebilmesi için toplumun ve bireyin davranışlarını etkileyen maddî ve manevî değerler incelenip ona göre sonuçlar çıkarılmalıdır.

Belgede Gelenek ve kimlik ilişkisi (sayfa 149-153)