• Sonuç bulunamadı

Modern Hareketin Kökeni

Belgede Gelenek ve kimlik ilişkisi (sayfa 187-195)

BÖLÜM 2: MODERN DÖNEM VE GELENEK ANLAYIŞI

2.1. Modern Hareketin Kökeni

Barbar Avrupa kavimlerinin kavimler göçü ile bir araya gelmeleri, daha sonra devam eden süreçte gerçekleşenler, günümüz Avrupa’sının oluşumunda önemli rol oynayan süreçlerdir. On asırdan daha fazla bir zamanı kapsayan bu gelişim süreci sonunda modern denen dönem meydana gelmiş ve belki de bu dönemin başlamasına hazırlık olarak ilk hareketler Kavimler göçü ile başlamıştır. Kavimler göçüne sebep olan devlet bir Türk devleti olan Hun Devletidir. “Hunlar, tarih sahnesine çıkmadan önce, Güney Rusya'da epey bir süre kalmışlardır. Bu sebeple Doğu Cermenleri, yani Got1ar ile sıkı ilişkiler kurmuşlar ve yerli kültürlerinden de, birçok şeyler almışlardı. Fakat Orta Asya'dan gelen, yeni Hun göçleri, Hunların sayısını arttırmıştı. 395 yıllarında Hunlar, Got Krallığı'na son vermiş ve Cermenleri kendi idareleri altına almışlardı. Az sonra Anado1u'ya ve Urfa'ya bile, inmişlerdi. Hunlardan korkup kaçan kavimler ise, Avrupa içlerine doğru dağılmışlardı. Böylece Avrupa'daki kavimler göçü de, başlamış oldu” (Ögel, 2001:80). Barbar diye ifade edilen antik dönemin pagan kültürüne sahip olan

Gotlar, Cermenler, Vikingler, Vizigotlar, Saksonlar ve diğerleri, Hunların neden oldukları baskıdan dolayı, Batı’ya doğru ilerleyerek Roma devleti ile yakınlaşmış ve daha sonra da çatışma sürecinde bu devleti parçalayarak, Avrupa’da Feodal düzenin kurulmasına neden olmuşlardır. “Đlk bakışta bu antik kültürleri, barbar kültürleri olarak göstermenin yanlış bir düşünce şekli olduğu sanılabilir. Oysa barbarizm, bizim kullandığımız manasıyla vahşilikle aynı değildir. Barbar ve barbarlık kelimeleri, şehir veya bölgeye ait bir devletin kuruluşlarını ihtiva etmeyen her türlü sosyal merhaledeki toplumlar ve bunların yaşayışları, kısacası, kavim veya kabile hayatlarının şehir hayat ve kültürü karşısındaki yerlerini tespit etmek için kullanılabilir” (Dawson, 1997:80). Yani barbarlık sadece şehirli bir hayatı benimsememek, göçebe bir hayat sürmek olarak tanımlanmaktadır. Avrupa’nın bu dönemdeki, serbest ortamının belki de ön önemli nedeni, daha sonraları kurulacak olan Feodal düzenin egemenlik anlayışındaki zayıflıklardan kaynaklanmaktadır. Ancak siyasi olarak gelişen bu hadiseler modern dönemin araştırmacıları tarafından üzerinde durulan gelişmelerdir. Modern dönemin oluşumunda da kısmen de olsa etken olabilecek tarihi hadiselerdir. Faka modern araştırmacılar için, asıl önemli köken entelektüel boyutta gerçekleşen tarihi hadiselerdir.

Modern hareketin kökenine inmek isteyen araştırmacıların görmek istemeden geçtikleri bir dönem vardır ki o da Avrupa’nın karanlık çağ olarak isimlendirdiği Orta Çağdır. Modern dönemlere belki ilk çağ, ya da antik dönemler kaynaklık edebilir bu görüşe göre, ama Orta Çağ, modern düşünürlerin gözünde ancak engel olmuş bulunmaktadır. Orta Çağdan önceki zamanlarda Batı için önemli olaylar; Helen medeniyetinin kazandırdıkları, Roma devletinin kurulması ve ilk şehir yaşamının Avrupa’da uygulanışı ile antik felsefenin yaygınlaşması şeklinde sayılabilir.

Roma dönemi, vatandaşlık kavramının oluşturulması ise modern dönemin ulus-devlet geleneğindeki vatandaşlık unsurunun yaratıcısı olarak görülür olmuştur. Çünkü bu dönemde bireyin kendisini devletin bir üyesi olarak görmesi amacıyla Roma devlet organlarının uygulamaları ile ulus-devletin 21. asırdaki uygulamaları benzerlikler gösterebilmektedir. Mesela herhangi bir Romalı vatandaşa göre devlet, Roma

Đmparatorluğu değil de sadece o kişinin doğmuş olduğu memleketi olarak nitelendirilmesine Roma devlet bürokrasisi engel olmuştur. “Böylelikle, eski şehir yapısındaki çöküş, Roma Đmparatorluğu vatandaşlığının kazanılması sebebiyle,

önlenemeyen bir kötü şans olarak nitelendirilmekten kurtulmuştur. III. Yüzyıl boyunca yalnız merkezleştirilmiş bürokrat bir devletin doğuşu değil, aynı zamanda genişletilmiş ve eyaletlere kadar uzanmış bir Roma vatandaşlığı hakkının tanınışı ve Roma hukukunun yalnızca belirli sınıflara uygulanan bir hukuk olmaktan çıkıp genelleştirilmiş, ortak bir hukuk oluşu da takip edilmiştir” (Dawson, 1997:38). Roma devleti, bu manada siyasi alandaki gerçekleştirdiği atılımlar ile dönemine ve ileride kurulacak olan ulus-devlet yapılanmalarına damgasını vurmuş bir devlettir. Helenizm ise bu süreçte Roma’nın askeri ve bürokratik yapılanmasının organizeliği karşısında dayanamamış ancak entelektüel bir alana çekilerek varlığını sürdürmeye devam etmiştir.

Helenizm kültürü ve felsefesi, Avrupa’da 15. asır ile başlayacak olan modern devirlerin ilk kaynakları olması bakımından ayrı bir öneme sahiptir. Gelenekçi bir yazar olan Guenon da bu görüşü doğrulamakta ve şöyle demektedir: “Modern dünyanın kaynaklarından bazılarını "klasik" Antikitede aramak uygun olur. Modern dünya kendi kökeni konusunda Yunan Latin uygarlığını gösterirken ve kendisinin onun bir devamı olduğunu iddia ederken, büsbütün haksız değildir” (Guenon, 2005: 45). Guenon, modern geleneğin antik dönem Helen ve pagan kültürüne kadar inen izlerinin mevcut olduğu düşüncesini kabul etmektedir ancak yine de şu saptamayı da yapmadan duramaz. Buna göre, Guenon, bu antik dönemin ruh ve entelektüel olarak devamına modern dönemde rastlanamadığı saptamasını yapmaktadır. U. Beck, N. Göle, R. Dawson ve M. Aysoy’un daha teferruata kaçan açıklamaları olsa da, fikirlerinin temerküz ettiği nihai mertebe bu fikri desteklemektedir.

Ancak Dawson bu konuda diğerlerine göre daha kararlıdır ve Helen unsuruna çok ehemmiyetle yaklaşır. Şöyle demektedir: “Helenizmi bir yana bırakacak olursak, ne Avrupa medeniyeti ve hatta ne de Avrupa insanı düşüncesinin doğması imkânsız olur-du” (Dawson, 1997:22). Helenizmin her ne kadar Doğu coğrafyasına daha yakın olsa da, üreticilerinin Batı kökenli olması, buradan doğacak olan fikirlerin de istikametini göstermesi bakımından önemlidir. Helenizm, Yunan medeniyetinin bir ürünüdür ancak Yunan medeniyeti coğrafi yönden Avrupalı olmaktan çok uzaktır. Helenizmin doğuş alanı Doğu Akdeniz'in sınırlarıyla çevrilidir. Hatta tam yeri Anadolu’dur ve Büyük

Đskender’in ünlü Doğu seferi sonucunda Đyon-Yunan medeniyetini; Çin, Mısır, Đran ve Hint medeniyetleri ile tanıştırması sonucunda, Helenizmin doğmasına neden olmuştur.

Aslında Antik dönem diye tabir edilen dönemin Yunan felsefesi de, bu kültürel etkileşimlerden oluşmaktadır.

Antik Çağ Felsefesi M.Ö. 700 ile M.S. 500 yılları arasında cereyan etmiş olan Antik Yunan, Roma ve Helen felsefelerinin bütününü kapsar. Birçok felsefe okulu açılmış ve değişik konular üzerinde derinlemesine felsefi faaliyetlerde bulunulmuştur. Bertrand Russell felsefenin ilk ortaya çıkışını M.Ö. 585 yılına Tales’e kadar indirerek bu tarihten başlatmaktadır(Russell, 2002a:123). Russell, Antik dönemde yükselen Grek uygarlığının varlığından bahsederek devam eder. Gerek medeniyetinin yükselişinde Mezepotomya ve Mısır medeniyetinin etkisi olduğu görüşündedir. Aynı zamanda Russell, bilimin başlangıç tarihini de felsefenin başlangıç tarihi ile aynı zamanda başlatmaktadır. Çünkü Antik Çağ felsefesi astronomi, matematik, geometri, tarih, coğrafya ve yaradılış gibi konuların merkezinde çalışmalarını sürdüren bir felsefedir.

Klasik eğitim de zaten bu dönemin felsefe okullarının uyguladığı bir eğitim şeklidir. Modern Avrupa medeniyetinin entelektüel dayanağı olarak da kabul edilen klasik gelenek, Đyon yani Helen medeniyeti döneminin felsefi-ilmi örgün eğitim şeklidir. Felsefe okullarında yürütülen bir eğitim türüdür. Avrupa’nın tarihi sürecinde, klasik gelenek ve ona bağlı eğitim sistemi, modern düşünürlere göre Batı ilminin ve Batı düşüncesinin değişmez ana temellerinden birini oluşturmuştur.

“Klasik geleneğin ilk defa Batı'da yayılışı, Roma Đmparatorluğu'nun karmaşık kültürü sayesindedir. Kendisini Roma'nın çöküşünden sonra da aynı canlılıkla koruyabilmiş ve bütün Ortaçağ boyunca Hıristiyan kilisesinin terekesindeki entellektüel olgular arasındaki bütünleşmiş yerini sürdürmüştür. Bundan sonra, Rönesans döneminde de yeniden parlayarak hem yeni Avrupa edebiyatına, hem de din dışı doktrinlere canlılık veren bir model olmuştur. Böylelikle, yaklaşık olarak iki bin yıl boyunca Avrupa, aynı çeşit okullarda ve aynı çeşit eğiticiler tarafından eğitildiğinden, XIX. yüzyılın okul çocukları veya üniversite öğrencileri de hâlâ bin sekiz yüz yıl önce Romalı atalarının okumuş oldukları kitapları okumuşlardır” (Dawson, 1997:60).

Avrupa kendisini yaratan üç unsurdan bahsederken ya da kendisinin üç önemli tarihsel kökenine değinirken Roma, Hıristiyanlık ve Helen medeniyetini göstermektedir. Roma

Đmparatorluğu'na, Avrupa’nın borçlu olduğu şeyler; devlet, siyaset ve şehir yaşamının ilk sağlam temellerini Roma’nın atmasındandır. Hıristiyanlık ise Avrupa’da bir din birliğinin kurulmasında etkili olmuştur. Helenizm ise Avrupa’nın entelektüel var

oluşunun en eski temsilcisi durumundadır. Bu entelektüel kültürü de Avrupa’da oluşturan, klasik eğitim geleneğinin ta kendisidir.

O dönemlerde klasik eğitimde bilgi, üzerinde en çok durulan felsefe konusudur. Bilginin kaynağı olarak akıl gösterilmiş ve usavurum Antik Çağ felsefesinin belirleyici özelliği olmuştur. Bu nedenle de 18. asrın modern felsefesi, kendisini direk Antik Çağ felsefesi ile üretme gereği görmüş, Orta Çağın metafizik-dini felsefesinden uzak kalmıştır.

Orta Çağ, Avrupa için skolâstik düşüncenin egemen olduğu bir çağdır. Skolâstik düşünce “Orta Çağ Avrupa’sında egemen olan Aristo metafiziği ile Hıristiyan teolojisinin sentezinden oluşan düşünce tarzı” (Demir ve Acar, 2002:369). Şeklinde tanımlanmaktadır. Hıristiyanlığın egemenliğini skolâstik düşünce boyutunda baskıcı ve otoriter olarak kurduğu dönemlerdense modern dönemin araştırmacıları Helen ve Roma dönemini daha kayda değer dönemler olarak görmektedirler. Çünkü bu dönemlerde akıl ve felsefe ön plandadır.

Hıristiyanlık dini her ne kadar baskıcı otoritesini kiliseler ile kurarak bir klerikalist yapıya dönüşmüş olsa da, pagan ve Helen geleneklerini tamamen silmemiş ve hatta bazı hususlarda birleşerek kültürel zenginliğe dönüştürmüştür. Bu bakımdan kilisenin de modern döneme faydaları olmamış değildir. VI. Asırda Avrupa mahalli gelenekleri (Barbar gelenekleri) ile Hıristiyan kültürünün birleşmesi manastır hareketinin bir sonucudur. Manastır hareketini ise Batı Hıristiyanlığına kazandıranlar, Doğu’dan gelen papaz ve rahiplerdir. Bu papaz ve rahipler Doğu ile Batı kiliselerinin birleşmesi ile sahip oldukları Helen ve Doğu kültürü ile sentezlenmiş din anlayışlarını, Batı kilisesine sunmuşlardır. Đşte bu aşamada Helen ve pagan gelenekler ile Hıristiyanlık, manastır geleneği altında birleşerek bir senteze gitmişlerdir. “Böylelikle barbar kültürü birdenbire yıkılmamış veya diğer bir deyişle barbarlık devri gelenekleriyle kilise kültürü gelenekleri diğer yerlerde olduğu gibi bir birlerini yok etmeye çalışmak yerine Batı Avrupa'da hiç eşi görülmedik şekilde birleşmişlerdir” (Dawson, 1997:196-7). Bu hiç eşi görülmedik diye bahsedilen birleşme süreci aslında doğal bir süreçtir. Kültürel etkilenim yolu ile eski unsurların yaşamaya devam ettiğine dair örnekler tarihte olabildiğince yaygındır.

Klerikalist1 anlayışın hatası bilim yönünde engeller koymasından kaynaklanmaktadır. Antik dönemde bilim canlıdır ve önünde dini bir taassup bulunmamaktadır. Bilimsel manada bu dönemde, yanlış saptamalar ve buluşlar yapılmış olsa da, bilimin etkinlik olarak egemen olması, modern dönemin dikkatini çeken bir özelliktir. Antik dönemde, Yunan felsefesinin gelmiş olduğu nokta, şüphecilik ve bilginin değeri üzerinde yürütülen antik felsefe hareketleri Rönesans döneminde tekrar canlandırılacak felsefi etkinliklerdir. Hatta bu dönemde eski yazma eserler tekrar çevrilerek yoğun bir tartışma ve inceleme dönemi de yaşanacaktır (Coşkun, 1997). Aklın ve bilginin ön plana çıkmaya başladığı bu dönemlerde Avrupa, ileriki birkaç asırda yaşayacağı büyük değişimlere hazırlanıyor gibidir.

Batının günümüz medeniyeti nasıl ki ilk çağ uygarlığı olan Helen-Đyon medeniyetine kadar inilerek başlatılabildiği gibi aynı başlangıca örnek olarak gösterilen bir diğer tarih ise M.S. XI. asırdır. Aslında XI. asır, tarihi dönem olarak Avrupa’nın karanlık çağlar olarak ifade ettiği Orta Çağa denk düşmektedir. Ancak bu dönemde ticarette,

şehirleşmede ve ekonomik ilişkilerde meydana gelmeye başlayan değişimler, sonraki asırlara doğru herhangi bir duraksamaya uğramadan devam ettiğinden dolayı, modern döneme dair bir başlangıç tarihi de bu tarih verilebilmektedir. Ticarette gerçekleştirilen ilerlemeler, tarım devriminin gerçekleşmesi, Batı insanının modern dönemdeki kazandığı bireyselliğin ilk uygulanış şekilleri olması bakımından önemli görüldü. Tabii ki bu da diğerleri gibi farklı bir tarihsel süreç içerisinde gerçekleşmiştir.

Feodal düzenin yıkılması ve merkezi otoritelerin güçlenmeye başlaması ile Avrupa topraklarında güvenin hâkimiyeti gerçekleşmeye başladı. Artık ticaret ile uğraşanlar haydutlardan ya da korsanlardan gelebilecek saldırılara karşı devletler tarafından korunmaya başlamıştı. “Avrupa'da, göreli de olsa, yerel güvenliğin sağlanmasının çok önemli sonuçları oldu. O zamana kadar Avrupa'daki yerleşik toplulukların karabasanı haline gelen, karada haydut saldırıları ile deniz ve kıyılarda korsanlık, çekici meslekler olmaktan çıkmaya başladı. Yerel güvenliğin sağlamasıyla, değer verilen maddelerin ele geçirilmesinde zora başvurma geçerli yol olmaktan çıkınca, bunların ticaretle sağlanması seçeneğine başvuruldu. Böylece etkili yerel savunmanın gelişmesiyle, korsan gemileri yerini ticaret gemilerine, haydutlar da tüccarlara bıraktı. Hatta çoğu

haydut ve korsan, meslek değiştirerek, tüccar oldular” (Sander, 1997:55). Eskinin işe yaramaz tabakası olarak görülen köylü sınıfı, ileride güçlü bir sınıfı oluşturacak olan burjuvaların ataları durumuna geldi. Köylüler ekonomik ve ticari faaliyetlerle uğraştıkça, kendi lordlarını işe yaramaz aylaklar olarak görmeye başladılar. Çalışkanlık, dönemin en önemli soylu değeri olarak kabul edilmiştir. Aslında Protestan zihniyetin de kökeninde bu düşünce vardır. Katolik inancında övülen fakirlik ve manastır (dünyadan el-etek çekme anlayışı)hayatına mukabil, Protestanlarda çalışkanlık ve zenginlik övülmüştür.

Kapitalizme giden yolun da açılışı bu tarihi kökene ve Protestan zihniyetinin1 egemen olmasına dayanmaktadır. Bu süreç sonunda Avrupa-merkezli burjuva ideolojisi, devamlı ilerleme ve büyüme fikri ile kapitalist ekonomi anlayışını geliştirecektir. “Kapitalist üretim tarzının ilk defa kendini dayattığı dönemden bu yana sistemin çevresiyle merkezi arasındaki zenginlik farkının sürekli büyümesi, sistemin bu kutuplaştırıcı, hiyerarşi yaratan niteliğinin ve dinamiğinin sonucudur. Gezegenin doğal ve beşeri kaynaklarının dar bir küresel elit (kapitalist sınıf ve çevresi densin) tarafından yağmalanması, üstelik bunun da büyük bir başarı, ilerleme, kalkınma olarak sunulması, doğrudan Avrupa-merkezli burjuva ideolojisinin marifetidir” (Başkaya, 2004:209). Ve kapitalizmin ilk faydaları merkezlere olan göçü ve ticareti kuvvetlendirmesi olacaktır.

Bu asırlarda yani 11.-13. asırlar arasında, Doğu ülkelerinin tüccarları ise Batı’nın tüccarlarından farklı bir yapı içerisinde çalışmaktaydılar. Batı’nın önce korsan sonra tüccar ya da önce köylü sonra tüccar olan insanları, ticaretten güvenliğe kadar bütün her

şeylerini kendileri sağlayarak, şahsi teşebbüslerinin sağladığı olanaklar çerçevesinde çalışıyorlardı. Doğu’da ise durum farklıdır. Batı’daki gibi bir serbestiyet söz konusu değildir. Devletin izni dâhilinde gerçekleştirilen ticaretle, daha çok yüksek tabakanın uğraştığı görülmektedir. Devlet görevlileri, toprak sahipleri ve yöneticiler tüccar

1

“Alman sosyologu Max Weber'in 1904-1905 yıllarında ve 1906 yılında yazdığı makalelerde öne sürdüğü, modern kapitalizmin doğuşunda ve gelişmesinde protestanlığın etkili bir rol oynadığı görüşü uzun tartışmaların yapılmasına sebep olmuştur. Makalelerden birisi Protestan Ahlâkı ve Kapitalizm Ruhu (Die protestantische Ethik und der Geist des Kapitalismus), diğeri ise Protestan Mezhepleri ve Kapitalizm Ruhu (Die protestantische Sekten und der Geist des Kapitalismus) başlığını taşımıştır. Düşünürler bu konuda Weber'in tezini kabul edenler ve reddedenler olmak üzere âdeta iki ayrı kampa ayrılmışlardır. Weber'in tezini açıklamasından sonra sözü geçen sorunla ilgili olarak yapılan araştırmalar özellikle Reform devresi Avrupa toplumunun sosyal ve ekonomik bünyesinin daha iyi incelenmesi ve anlaşılması hususunda yardımcı olmuştur. Bununla beraber tartışmanın tazeliğini ve canlılığını hâlâ muhafaza ettiğini bu fırsattan yararlanarak belirtmek gerekir”(Güriz, 1968:258-9).

sınıfının büyük çoğunluğunu oluşturur. Savunmaları ve daha pek çok diğer ihtiyaçları devlet tarafından karşılanır. Batı’nın korsan kökenli tüccarlarına göre olabildiğince bürokratik bir yapıları vardır.

Zamanla güçlenen ve sayıları daha da artan Batı tüccar toplulukları, özellikle gemi ticaretiyle uğraşmalarından dolayı bazı güvenli bölgeleri liman kentine çevirdiler. Bu kentler ticarete uygun ve savunulması kolay yerler olduğu için seçilmiş yerlerdir. Batı ve Kuzey Avrupa'nın kentlerinin pek çoğunun doğuşuna neden olan süreç böylelikle yani ticaretle kazanılmış bir süreçtir. Bu kentlerde zamanla nüfusun artması sonucunda temel ihtiyaç maddelerine de gereksinim eskisinden daha fazla oranda arttı. Lordların toprağını işlemekle sorumlu olan köylülerin, ticaretle uğraşmaya başlamasının nedeni de buradan kaynaklanır. Ürettikleri ürünleri bu yeni oluşmaya başlayan şehirlerde satarak para kazanmaya başladılar. Lordların daha fazla toprak parçalarını ekime açmak zorunda kalmaları, şehirlerden en ücra köylere kadar yoların yapılması, devam edecek olan diğer gelişmelerdir.

Para kazanarak güçlenen köylüler ileride, lordlarından ayrılarak serflik kimliğini terk edecek ve tüccar kimlikleri ile yaşamaya başlayacaklardır. Bütün bu gelişmeler doğal bir süreç içerisinde gerçekleşmiştir. Ama bu süreç ileriki bir aşamadır. O günün

şartlarında ise serflik hâlâ geçerlidir. Fakat lordlar daha fazla para kazanmak uğrunda köylülere özgürlüklerini de vaat etmekten çekinmediler ki bu durum serflik geleneğinin de sonu olacak bir durumdur.

Sonuçta, “Bir iki saatlik mesafede halkının özgür olduğu bir köy varken, belli bir köyün lordunun kendi köylüsünü serflik içinde tutması, giderek zorlaştı. Üstelik şimdi köylüler ürettiklerinin bir kısmını kentlerde satarak biraz para da kazanıyorlardı. Ayrıca, kentler paranın satın alabileceği mallar üretmeye başladığından, lordların da paraya ihtiyacı doğmuştu. Böylece, lorda yıllık olarak verdiği para karşılığında kişisel özgürlüklerini kazanan ve kendi topraklarına sahip olan köylüler hızla artmağa başladı” (Sander, 1997:56-7). Batı toplumlarına has olan bireyselleşme ve özerkleşmenin tarihi ve ekonomik süreci böylelikle başlamış oldu ve Batı’nın evrimlere dayalı tarihsel gelişimi de bu dönemler bu şekilde gelişti. 15. Asırlara gelindiğinde Feodal düzenden geriye bir

şey kalmaması bütün bu süreçlerin bir sonucudur. Modern birey özgür olan bireydir. Devletten ya da diğer bütün otoriter güçlerden özgür olmuş, kendi kararlarını kendisi

alan ve uygulayan bireydir. Dünya’yı modernite ile tanıştıran ve bütün okları bu yöne meylettiren Avrupa’nın özellikle son 10 asırlık tarihsel gelişimi ve değişimi önemlidir. Her ne kadar modern dönemin başlangıcı 18. ve 19. asırlar olarak belirtilmekte olsa da, sürecin ilk belirtileri daha da öncelere yani 11. asırlara kadar inebildiği bir gerçektir. Bütün bu tarihi süreç içerisine kilisenin de geçirmiş olduğu değişim katılırsa eğer, Batı dünyasının 11. Yüzyıl ile 16. Yüzyıl arasındaki yaşamış olduğu değişim, daha dikkat çekici bir hal alacaktır. Bu dönemde, Avrupa ulusları üzerinde kuvvetli etkiye sahip olan Papa’nın da gücü kırılmış ve bireyler tıpkı devlet yöneticilerinin de kazandığı gibi kendi vicdanlarının da özgürlüğünü kazanmışlardır. Ünlü Protestan hareketi Reform hareketleri olarak tarihe damgasını vurmuş ve gelenekçi, statükocu ve baskıcı kilisenin etkisini ortadan kaldırmıştır.

Ekonominin ve ticaretin kazanmış olduğu akıl almaz ivmenin etkisi ise ayrı bir etken olarak devam etmiştir. Batı dünyası, günümüz modern yapısının kökenlerini, nasıl ki fikri temelleri olan Helen dönemine kadar indirebiliyorsa, ekonominin ve ticaretin de hız kazandığı XI. asır önemli bir tarihi köken olarak karşımızda durmaktadır.

“Ticaret ve değişik bir kent yaşamının ortaya çıkışının, Avrupa uygarlık ve üstünlüğünün doğuşundaki payı gerçekten çok büyüktür. O kadar ki, eğer Avrupa'da böyle canlı bir ticaret doğmamış ve bağımsız özelliklere sahip kentler kurulmamış olsaydı, 15. yüzyılın Rönesans’ı ya gerçekleşemez ya da en azından çağımızın temellerini oluşturacak yenilikleri etkisiz ve kısa süreli kalırdı. Ticaret ve kentleşme, belki de, dünya tarihinin iki en önemli dönüm noktası olan tarım ve endüstri devrimleri arasındaki uzun zaman dilimi içindeki "basamak taşı"nı oluşturmuş ve insanların, birinden ötekine geçmelerini sağlamıştır. Belki de, dünya tarihinin en az onlar kadar önemli bir olayıdır. Đngiltere'nin 19. yüzyılda bir endüstri devi olmasından çok önce büyük bir ticaret devleti haline geldiği unutulmamalıdır” (Sander, 1997:

Belgede Gelenek ve kimlik ilişkisi (sayfa 187-195)