• Sonuç bulunamadı

Dünyaya sosyalizmin, edebiyata Marksist estetiğin gözünden bakan Bekir Yıldız; ırk, din, kültür gibi değerlerden değil, sınıfsal temelden hareket etmeyi tercih eder ve eserlerinde bu tercihini saklamak şöyle dursun okurlarına, gizli açık telkinlerle dayatır: “Son otuz yıllık sürecin yazınsal yansımaları noktasında, Yıldız’ın sınıfsal

yaklaşımı öne alması, üzerinde durulması gereken bir özelliktir. Sınıfsal bilinç, anılan dönemin belirleyici niteliklerindendir. Budunsal yaklaşım, sınıfsal bilinci parçalayacağından, reddedilir. Değersiz bulunur.” (Güner, 2011) Yine de Almanya görmüş ve öteki - beriki kavramları arasında gidip gelmiş bir yazar olarak Bekir Yıldız’da bir üst kimlik bilinci vardır.

Bu değerlendirme paralelinde İyilik Yargılanıyor adlı otobiyografik karakterli öyküsünde yazar, Almanya’da bir hapishanenin önünden geçerken içerde iki de Türk’ün olduğunu öğrenir ve sonrası şöyle gelişir: “Hapishanenin penceresiz, yüksek

duvarlarına, soydaşımı görebilecekmişim gibi, bakıyorum bir süre…” (AE, 2006:54)

Türk kimliği üzerinden bir soydaş bilinci vardır Bekir Yıldız’da ve Almanya deneyimleri bu bilinci keskinleştirmiştir.

Yıldız’ın hayata ve sanata bakışını çok katı bir tutuma dönüşen siyasal tavrı benimser. Bekir Yıldız’a göre sosyalizm bir siyasal teori ve pratik değil bizzat varoluş nedenidir. Adeta yazar, doğmadan önce sosyalisttir ve öldükten sonra da sosyalist kalacaktır. Kendisiyle yapılan bir röportajda, sosyalizmle kurduğu ilişkiyi ve sosyalizmi algılayış biçimini şu cümlelerle ifade eder:

“Ben sosyalizmi başkaları gibi sonradan seçmiş biri değilim. Ben antiemperyalist olduğum için sosyalizmi seçtim. Benim için sosyalizm, daha Marks olmasaydı, Lenin gelmeseydi, 17 Ekim Devrimi yapılmasaydı, yüz yıl önce, bin yıl önce de ben yaşamış olsaydım, o zamanki baskı düzenine karşı bir alternatif arardım. Ama ben bugünde yaşıyorum. Fabrikalarda çalıştım. Şunu gördüm ki, emperyalizm var olduğu sürece dünya yok oluyor. Ben onun karşısında bir alternatif aramak zorundayım, bu alternatif sosyalizmdir. Sovyetler Birliği’ndeki sosyalizm beni hiç ilgilendirmiyor. Sosyalizm yaratılmamış bile olsa, ben bunu yapmak isterim. Çünkü ben antiemperyalistim.” (Sezer, 1998:2)

Dünya görüşü ile hayat tecrübeleri ve kişiliği arasında ilişkiler kuran, siyasetin içinde değil tam göbeğinde yer alan yazarın, yukarıdaki sözleri, Marks’ın manifestosundan ilhamla söylersek, kişisel ve siyasal bildirisidir. Tevfik Fikret’in Haluk’un Amentüsü adlı şiirinden ilhamla söylersek de bu sözler Bekir Yıldız’ın “Amentüsü”dür.

Öfkeli, isyankar ve hepsinden önemlisi haksızlığa tahammülü olmayan bir karaktere sahip olan Yıldız’ın eserlerine de yansıyan bu bakış açısını ve siyasi görüşü benimsemesinde kişilik özelliğinin de önemli bir payı vardır. Ayriyeten, köylü ve işçilerden oluşan alt sınıfı korumaya odaklanan, ekmek, grev, özgürlük, zengine isyan, sermayeye çalım gibi vaatleri olan, yoksulluğun panzehiri, sömürüye dur demenin afili seçeneği kabul edilen sosyalizm; Bekir Yıldız’ın içinden çıktığı sınıfın can simidi gibidir. Yoksul bir aile ortamında geçen çocukluk ve gençlik yıllarına, Türkiye ve Almanya’da işçi olarak çalıştığı yılların eklenmesi, yazarı tek yol devrim ve sosyalizm gerçeğinin kucağına itmiştir:

“İster Türkiye’de ister Almanya’da olsun, işçilerin paylaştıkları kader aynıdır. Sömürülmek. Geri bırakılmış toplumlarda sömürü, en doğal yaşama biçiminin bile elde edilemeyişiyle daha somut görülebilir. Almanya’ya çalışmaya gidiliyorsa, her işçi sınıfının dramını da beraberinde götürüyor demektir. Çünkü gittiği ülkenin işçileri de sömürülmektedir.” (Yeni a D., 1972:10) Bu eğilimlerin ve tercihlerin toplamı olarak Bekir Yıldız; eserlerinin çoğunu siyasi görüşünün ışığında yazmış, toplumsal içerikli eserler vermiş, toplumcu edebiyatın gönüllü kalemşörü olmuştur.

Alman filozof Heidegger; “Kültürler, milletlerin dinlerinin vücut bulmuş

şeklidir.” der. Din, kültürler üzerinde çok baskılayıcı ve belirleyici bir öge olduğu için,

insanların dünya hayatlarına, söylemlerine, eylemlerine, eserlerine, inançlarından gölgeler düşer. Bekir Yıldız’ın eserlerine bu gözle baktığımızda, yazarın, özellikle namazlarını aksatmayan, tespihli, seccadeli annesi; sürekli kutsal / dini kitaplar okuyan ablası ekseninde düşünüldüğünde, Türk İslam kültüründen çıkmasına rağmen, sonradan benimsediği Marksist dünya görüşünden gelen telkinlerle olsa gerek, dine soğuk ve mesafeli bir tutum takındığı söylenebilir.

İnsanların topluca yaşadıkları, başkalarıyla paylaştıkları mekanları düzenlerken; önceliklerini, gereksinimleri ve kültürel kodları belirler. Müslüman Mahallesi ise yaşanan alan, illaki bir caminin varlığı, Hıristiyan mahallesi ise kilisenin varlığı olmazsa olmazlardandır. Darbe romanında Müslümanların çoğunluk teşkil ettiği bir ülkede ve

büyük olasılıkla mahallede yaşayan ama güçlü otobiyografik etkileşim ile Bekir Yıldız’la iç içe geçen başkarakter; sitenin hemen yanı başındaki camiden yükselen, son derece güçlü gelen ve berbat sesli bir müezzin tarafından okunan ezana kızgınlık duyar. Felçli olduğu için her zaman yaptığı gibi kulaklarını kapatamaz. Bu güçlü ve cırtlak sese katlanmak zorunda kalır: “Ali’yi çıldırtan ezan değildi. Hoparlörden güç alan bu

cırtlak sese, kimsenin ses çıkarmaması, hatta bu konunun konuşulmamasıydı. Katlanmak, dedi içinden. Zorbalığa katlanmak ne acı.” (DR, 2006:45)

Eğer bir Hıristiyan mahallesinde yaşasaydı yazar, ezan sesinin yerini çan sesleri alacaktı. Bu durumu zorbalık olarak değil, insanların inandıkları gibi yaşama isteklerinin ortaya çıkardığı bir toplumsal düzen anlayışı olarak değerlendirmek daha doğru olurdu. Elbette ezanın güzel sesli insanlarca, makamla okunması fikrini onaylamamak mümkün değildir. İlaveten cami hoparlörlerinin ses seviyeleri gözden geçirilebilir ama bu durumu zorbalığa bağlamak, kesin ve peşin bir önyargının varlığına işaret eder.

Bu bahsi bu eleştiriyle kapatmayan başkarakter, gündüzleri yorucu iş saatleri boyunca çok çalışan karısının, uykusuz kalmasına yol açan bir geleneği de topa tutar. Yatak odalarının az ötesinde çalan ramazan davulunun gürültüsü içinde uyumak olanaklı değildir: “Tokmak, davulun gerilmiş derisi üzerine değil de, sanki karısının

gözkapakları üzerine bir iniyor, bir kalkıyordu. Nasıl bir toplum, diyordu Ali, öfkeyle…” (DR, 2006:46)

Birlikte yaşamanın özveri gerektirdiği herkesçe bilinen bir gerçektir. Ali’nin daha anlayışlı / mütehammil olması, binlerce yıl içinde kurulan bu toplumsal düzeni tam benimsemese de hoşgörüyle sineye çekmesi gerekirdi. Diğer yandan, alarmlı saatlerin, telefonların, teknolojik aygıtların bol olduğu, laiklik ilkesinin alanının genişletilmeye çalışıldığı günümüzde, davul çalma adetinden vazgeçilmesi hiç de yanlış olmaz.

İstanbul’da Bir Yarasa adlı kısa hikaye - röportajda, aile zoruyla ergenliğe girmeden çarşafa sokulan, ayıp olur diye gece kimsenin olmadığı saatlerde gidip parkta salıncağa binen komşu kızını, yarasaya benzeten otobiyografik karakterli hikayenin başkarakteri ile Bekir Yıldız arasındaki kinaye mesafesi yok denecek kadar azdır. Çarşaflıların; karanlıklarda yaşayan, geceleri avlanan, kan içen, filmlerde vampirlerle özdeşleştirilen yarasaya benzetilmesi, bilinçaltındaki önyargılar ile ilişkilidir. “Din bir afyondur.” diyen, dinsiz, sınıfsız ve milliyetsiz bir toplum yaratma ütopyasıyla yaşayan

Marks’ın fikirlerinden, cenneti bu dünyada arayan, yaratmak için savaşan Bekir Yıldız’ın etkilendiği açıktır.

Yine de toplamda Ve Zalim Ve İnanmış Ve Kerbela romanını kaleme Alan Bekir Yıldız’ın güçlü dini telkinler aldığı bir aile ortamından çıktığı, terekesinde İslami düşünce sisteminden bir birikim taşıdığı ve özelde İslam genelde dinler kültürüne ve inanç evrenine yakın durduğu ayan beyan görünür haldedir. Gerçekte de din olgusu, yerini başka bir gerçekliğin alamayacağı ve dolduramayacağı bir boşluktur: “Kanta

göre deneyimin ve usun yetersiz kaldığı noktada oluşan boşluğu ancak dinsel inanç doldurabilir. Düşünürün “Königsberg’deki mezarındaki mezar taşında en ünlü sözleri yer alır. İki şeyin ruhunu hayranlık ve saygıyla kapladığı yazılıdır burada. Bunlar ‘üzerimdeki gökyüzü ve içimdeki ahlak yasası’dır. İşte, Kant’ı ve felsefesini yola çıkaran büyük gizem.” (Gaarder, 1997:376)

Üzerindeki gökyüzünden ilham alan, içindeki ahlak yasalarına uyan yazarımızın eserlerinden de süzdüğümüz inanç haritasının ucu ateizme değil olsa olsa agnostisizme çıkar zira agnostisizm, ateizm ile aynı şey değildir. Ateizm, Tanrının var olmadığını veya var olamayacağını savunurken, agnostisizm Tanrının var olup olmadığının bilinmediğini veya asla bilinemeyeceğini savunur. Agnostisizm, Tanrı kavramına karşı bir çeşit tarafsızlık tavrı takınmadır, nötr olma halidir.

Son tahlilde; “Benim Güneydoğu’da doğmuş olmam, babamın polis olması

yüzünden, Anadolu’nun çeşitli yörelerinde yaşamam, yazacaklarıma önemli bir birikim sağlamıştır. En önemlisi, unutulmuş bir yörede, Güneydoğu’da doğmuş olmam. Elbet, orada doğmak, çocukluk birikimi yetmez. Otuz yaşımda Almanya’ya işçi olarak gittim. Kapitalist düzeni, sömürüyü tanıdım; ne tanıması yaşadım. Ezildikçe patlamalar oldu içimde. Derken, Türkiye’de yaşananlar, 27 Mayıs, sonra 1961 Anayasası.” (Başaran, 1998:22), cümleleriyle hayatını ve tanıklıklarını özetleyen Bekir Yıldız, zamanın

ruhunun çocuğudur. Yazarların doğdukları ve yaşadıkları çevre ile iletişim / ilişki kurdukları insanlar önemlidir hele Bekir Yıldız gibi yazdıklarını yaşadıklarından öğrenen ve süzen yazarların çevreleri ve içine düştükleri sosyal politik devir iki kere önemlidir.

Hayalle işim yoktur, ne yazdıysam görüp yazmışımdır diyen Akif gibi Bekir Yıldız’ın da otobiyografik karakterli eserleri hayatıyla ve yaşadığı zamanla güçlü bağlar kurar. Eserler hayattan yansılarla vücut bulur. Yazarın romanlarını ve hikayelerini okuyanlar en geniş anlamda yaşam öyküsünü de okumuş olurlar.