• Sonuç bulunamadı

1.2. Edebi Kişiliği

1.2.3. Romanları ve Romancılığı

Tanrı’yı oynama, Tanrı’dan rol çalma isteği olarak da tanımlanan sanat vadisinde, sözü güzelleştirme sanatı olan edebiyatla boy gösteren, her eseri “insan ve

toplum adına bir çığlık gibi yükselen” (Taş, 2001:16) Bekir Yıldız’ın; Darbe isimli romanında edebiyatın genel tanımlarından birini ve edebiyatçıların tarihi sorumlulukları ile ruh dünyalarını, düşünme biçimlerini güncellediğini, hatırladığını, hatırlattığını, bilinçaltını deşifre ettiğini görürüz: “Anlat bildiklerini gelecek kuşaklara. … Sen aslında

küçük bir Tanrı sayılırsın. … Ölüm seni alıp götürmeden önce, sana kötülük edenlerin, dünyaya kötülük edenlerin canına okuyabilirsin. Onlara karşı hem savcı hem de yargıç olabilirsin.” (DR, 2006:112)

Sanat, bahusus edebiyat; içinde Tanrısal öz taşıyan insanın, Tanrılaşma içgüdüleri ile yarattığı sanatsal birikimin ve tanıklıkları ile bezeli tarihsel kayıtların toplamıdır. Tanrı’nın yarattığı dünyaya öykünerek, özenerek yeni ve benzer bir dünya yaratan, bu dünyanın avı, avcısı, savcısı, yargıcı, hülasa her şeyi olan yazar; dünyasına kattığı herkesin, bütün karakterlerin kaderi, gerçeklerin doğası üzerinde oynayabilecek iktidardaki yegane dokunulmaz Tanrısıdır. Yazı; insanı, içindeki Tanrı ya da melek olma içgüdüsü ile buluştururken, ruhlara da ölümsüzlük üfleyecek gizli bir güçtür. Yazarlar bu gücü büyük insanlık ülküsünün emrine veren bilgelerdir. “Hiçbir şey hayat

kadar şaşırtıcı değildir, yazı hariç…”

İçinde ölümü yenme, ölümsüz olma arzusu taşıyan her yazar gibi, açıklaması güç, bilinçaltı itkileriyle edebiyatın dünyasına giren Bekir Yıldız’ın ilk romanı, dört yıl işçi olarak çalıştığı Almanya izlenimlerini içeren Türkler Almanyada romanıdır:

“…1966 yılında Türkiye’ye döndüğümde ilk kitabımı bu yıl yazdım. Kapışılacağını sanıyordum yayımlanır yayımlanmaz.” (YZİ, 2006:64; Özkırımlı, 1984:7)

Yazarın ilk ciddi yazın denemesi olan bu roman, türünün özelliklerini taşımaktan çok uzaktır. Yarı belgesel, yarı anı türleri arasında gidip gelen; yavan ve sıradan bir üsluba yaslanan, satırlarından amatör ruhun fışkırdığı bu roman, hem okunmaz, hem satılmaz ve hiç yeni baskı yapmaz. Almanya’ya işçi göçünü anlatan ilk, yol açıcı ve öncü olma rolünü üstlenen roman, Türklerin Almanya’ya göçünü anlatan romanlar arasında ismen anılmanın ötesinde, Bekir Yıldız’ı, titretip kendine getirir, edebiyat sanatının sınırlarını sorgulaması gereğine, kendini yetiştirmesi, kat edecek fersah fersah yolu olduğu gerçeğine hazırlar.

Bu romanda Yıldız, kendisi gibi, Almanya’ya giden, gitmek zorunda kalan işçilerimizi, bakamadıkları çocuklarını evlatlık veren aileler gibi, Türk devletinin Alman devletine evlatlık verdiğini söyleyerek, anlatımına yer yer, işçilerimizin ruhsal çözümlemelerini de serpiştirir. Almanya’ya giden işçiler, kendilerini, su yerine bira içilen, domuz eti yenen, kiliseleri, çanları, rahipleri, rahibeleri olan ve anlamadıkları bir dilin konuşulduğu bir ülkede bulurlar. Göç izleğini, Doğu - Batı, Müslümanlık / Hıristiyanlık eksenli kültür çatışmaları ve uyum güçlükleri takip eder. Roman duyulan değil görülen, seyredilen değil yaşanan olaylar çıkış noktası alınarak yazıldığı için, sıcak, içten, inandırıcı bir üslupla okuru kuşatır ve kendi gerçeğine dahil eder. Edebiyat sanatı adına olmasa da insan gerçeği adına yine de çok şey bulurlar okurlar, önyargısız olarak bu romanı okumayı başarabilirlerse…

Bir aile dramı ve evlilik yergisi olan, sevgisizliğin doğurduğu ikiyüzlülüğü ve sevginin çırpınışını anlatan, 1980 yılında ilk baskısı yapılan, toplamda sekiz baskıya ulaşan Halkalı Köle, Bekir Yıldız’ın yazarlık kariyerinin ikinci ama ilk dikkat çeken ve en çok tartışılan romanıdır: “Bekir Yıldız’ın el attığı önemli bir tema da evlilik

kurumudur. Zaman zaman özyaşamından yararlanarak sorgulamaya çalıştığı evlilik kurumu, en azından bu alanda bir tartışma yaratmıştır ki, bu da azımsanacak bir şey değildir.” (Güngör, 1998:11) Halkalı Köle, sevginin aranışını, boşanma arifesindeki bir ailenin savruluşlarını ve çırpınışlarını, daha çok erkek, kısmen de kadın ve çocukların dünyasından anlatır ve çok okunup çok tartışılan bir roman olur.

Halkalı Köle’nin esaslı ve etraflıca tartışılmasının en önemli nedenlerinden biri de romanda, fotoğraf realizmi denebilecek bir sadakatle Bekir Yıldız’ın gerçek hayatını anlatması, bir anı / otobiyografik roman yazmasıdır. Evlilik ve aile kurumu üzerine yorum arıyorsanız Halkalı Köle ile Evlilik Şirketi’ni okuyabilirsiniz diyen Doğan Hızlan, yazarın eserlerinde işlediği konuları kendi hayatından aldığını şöyle ifade eder:

“Yıldız’ın bütün eserleri, kendi hayatının izdüşümüdür. Bu bakımdan o, yazmakla yaşamak arasındaki kan bağının yazarıdır.” (Hızlan, 1998:19)

Romanda encamı şiddetli geçimsizliğe dayanan bir evliliğin, karı, koca, çocuklar, kayınvalide, eş - dost, akrabalar arasında çoğalan ve dağılan sorunları; kocanın başka bir kadınla sevgili hayatı yaşaması, yine kocanın boşanmak istemeyen karısından yana olan hukuk ve toplum düzeni ile çatışması, evlilik kurumu, kadın erkek ilişkileri, bireysel ve toplumsal yapının Marksist estetiğe göre de yorumlanarak eleştirilmesi ön plana çıkar.

“Evliliğe değil, evlilik kurumuna karşıyım.” (Güler, 1982:42), diyen Bekir Yıldız’ın; Halkalı Köle romanının karakterler, olay örgüsü, zaman, mekan, otobiyografik anlatım vb. birlikteliklerle devamı olarak kaleme aldığı üçüncü romanı Aile Savaşları’dır. İlk baskısı 1984 yılında yapılan roman, toplamda yedi baskıya ulaşarak, görece çok okunan romanlardan olmuştur. Karı koca ilişkisini savaş olarak nitelemeyi tercih eden Bekir Yıldız; bireyselin içinde toplumsal olanı da barındırdığı gerçeğinden yola çıkmış, bireyden aileye, aileden topluma ve yeryüzüne doğru genişleme potansiyeli barındıran bir izleğe ve onun gölgelerine yaslanmayı denemiştir. Bekir Yıldız’ın kişisel beyanları da bu doğrultudadır:

“Aile Savaşları’nda toplumdan aileye, bireye yönelmedim, bireyden aileye ve topluma ulaşmaya çalıştım. Gördüm ki birey olarak yetersiz, hatta ikiyüzlülüğe varan bir içe dönüklüğümüz var. İki insanın oluşturduğu çekirdek ailede bireyler tek tek irdelendiğinde, bireyin kendine yetmezliği önemli bir sorun olarak göründü bana. Kitapta kendimin, ailemin anlatılması zorunluluğu, aslında eleştiriye kapalı bir toplum olduğumuzdandır. Başkalarını eleştirmek yerine, önce kendimi, sonra çevremdekileri eleştirmeyi yeğledim…” (Şüyün, 1984:14) Bekir Yıldız, ibadetin de kabahatin de gizli olduğu, her şeyin bir sır gibi görüldüğü ve yaşandığı Doğu toplumlarında, doğrudan aile mahremiyetini teşhir cesareti göstererek, iğneyi kendine batırmış, çuvaldızı başkalarına batırabilme imtiyazı / ayrıcalıkları kazanmıştır.

Bu “evliliğe değil evlilik kurumuna karşı olma” paradoksu, tarih ve toplum süreğinde, mitik ve kutsal bir ögeye dönüşen, pek çok ayinle kültürel bir motif, folklorik zenginlik kazanan evlilik kurumunu en hafifinden gözden düşürme, devamında ise yok sayma ve ortadan kaldırma niyetini önceler. Bu kuruma amansızca ve acımasızca saldıran yazar, kökeni tarih öncesine giden bir geleneğin direnci ile karşılaşır: “Evlilik

ayinlerinin de bir ilahi modeli vardır ve insanların evliliği kutsal evliliği (hierogamie), özellikle gök ve yer arasındaki birleşmeyi yeniden üretmektedir. ‘Ben Gökyüzüyüm’, der koca, ‘sen de Yeryüzü’ (dyaur aham, pritivi tvam Brhadaran yaka Upanişad, VI, 4, 20). Vedalar döneminde bile karı-koca gökyüzü ve yeryüzüne benzetilmektedir. ... Dido Aeneas ile yaptığı evliliği şiddetli bir fırtınanın ortasında kutlar (Vergilius, Aeneas, VI, 160); birleşmeleri elementlerin birleşmesine denk düşmektedir; gökyüzü gelinini kucaklar, toprağı dölleyen yağmurunu yağdırır.” (Eliade, 1994:37)

Gökyüzü, yeryüzü, yağmur sözcükleri; erkek, kadın, sperm sözcükleri ile iç içe geçerek, evliliğin arkaik, mitolojik arka planını ve ulaştığı sonsuzluk ile kutsallığı imler.

Bu denli köklü ve önemli bir kurumu aşındırmak belki ama yıkmak ve yok etmek olası değildir. Gelenek ne kadar zamanda oluştuysa, yıkılıp yok olmak için de o kadar zamana gereksinim duyar. Yazar, bu gerçeğin farkındadır ama kendi bireysel ve kötü deneyiminin, boşanamayışının faturasını; bencillik ve yansıtma ile evliliği merkeze yerleştirdiği bu eserleri üzerinden evlilik kurumuna ödetmek, kendince öç almak istemektedir. Yelin kayadan götürebildiği kadarı ile yetinmek durumunda ve zorunda kalır yazar. Kutsala ve yerleşik düzene açılan savaş, yazarca yeni cephelere de yayılarak sürdürülmüştür.

160 sayfadan oluşan Halkalı Köle ile 144 sayfadan oluşan Aile Savaşları hacimsel olarak romandan ziyade uzun hikayeye daha yakındırlar ve tek bir roman olarak yayınlanmaları daha isabetli olabilirdi. Üstelik -her iki roman için de geçerli olmak üzere- sık sık tekrarlara, ödünçlemelere, telmihlere ve abartılı bölümlemelere başvurularak metnin bilinçli şişirmelerle zorlandığı duygusuyla okunan romanlar, tek roman olarak yayınlansalardı bile yine de roman olmaklığı tartışılabilirdi. Yazarlık kariyerine hikayelerle başlayan ve bu kariyeri hikayelerle perçinleyen yazarımızın nefesi roman yazmaya yetmemektedir. Zamanın ruhunun çocuğu olan ve altı sözcükten bile oluşabilen küçürek öykü örneklerine rastladığımız günümüzde, geniş bir çıkarımla, Bekir Yıldız’ın romanlarına da küçürek romanlar ya da yerleşik kalıpla uzun hikayeler dememiz yerinde ve daha doğru olur.

Hacimsel zayıflığı ve tıkanıklığı bir kenara bırakır ve içeriğe bakarsak evliliğin ve evlilik kurumunun; dört yıllık çetin bir savaşımdan sonra eski karısından boşanıp hemen akabinde sevgilisi ile çelişki sayılabilecek bir tutumla ve hızla ikinci evliliğini yapan başkarakterin gözünden irdelendiği ve eleştiri bombardımanına tutulmaya devam edildiği Aile Savaşları romanı; bencil, devrimci, fevri ve hatta yarı deli bir kişiliğin sayıklamalarına doğru genişler: “… yazarın, evliliğe, nikaha karşı aşırı nefretiyle

yazdığı şeyler olarak da düşünülebilir. Halkın asırlar boyu geliştirdiği ‘ırz’ ve ‘namus’ konuları üzerinde sosyolojik bir inceleme yapılmayan ülkemizde, roman yazmak suretiyle toplumu düzeltmeye kalkmak… Beş bin yılın birikimini saklayan Türkiye halkı üzerinde, Afrika’daki gibi töre keşfine çıkmak da yanlıştır.” (Kabaklı, 1992:7)

Yazarın özyaşamöyküsünden yola çıkarak yazdığını itirafları ve belgeleri ile ortaya koyabileceğimiz bu anı-romanlardan geriye, okurun zihninde birtakım kılçıklar da kalır. Meşhur-ı cihandır ki söz her zaman gerçeği söylemek için kullanılmaz, bazen gerçeği gizlemek için de kullanılır: “Yılanlar nasıl taşların ve kayaların altındaki gölge

yerlerden hoşlanırlarsa, yalanlar da daha çok, görünüşte kahramanca olan, acıklı, büyük itirafların gölgesine sığınırlar. Hatıralarda, bu hatıraları anlatan kişinin kendisini açığa vurduğu ve kendine en cesur, en şaşırtıcı bir şekilde saldırdığı parçalara güvenmekten dikkatle kaçınmalıyız. Bu çeşit sert ve gürültülü itiraflar, belki de derin bir sırrı gizlemeye çalışmaktadır.” (Zweig, 1995:XXXIII) Türk ve Dünya edebiyatı, ihtiyatlı okurların bu türden şüphelerini gerçeğe dönüştürecek sayısız örnekle doludur. Bu romanlar otobiyografik karakterli olmalarına karşın, bir yazarın belleğinden ve sansüründen süzüldükten, müdahaleye uğradıktan sonra yazılmışlardır.

Yazarın dördüncü romanı, ilk kez 1986 yılında okurla buluşan, toplamda beş baskı yapan Ve Zalim Ve İnanmış Ve Kerbela adlı romanıdır. Bu romanın atom çekirdeği şeklindeki nüvesi yazarın belleğine çocukluğunda düşmüştür. “Ablam dini

bütün bir kadındı, geceler boyu, dini romanları, anneme okurdu. Birkaç kez dinlediğim, unutmadığım ‘Kerbela Vakası’ buna örnektir.” (Demirtepe, 1984:93) Çağdaş bir destan denemesi olarak da okunabilecek, konusunu tarihten, daha tafsilata girerek söylersek İslam tarihinde yaşanan ve insanlığın, İslamlığın hafızasında derin ve kalıcı izler bırakan bir İslam trajedisinden, Kerbela olayından alan roman, öncelikle İslam tarihinin de edebi eserlere kaynaklık edebileceğinin güncel bir örneği ve ispatı olmasıyla edebiyat dünyasında dikkat çekmiş ve konuşulmuştur:

“Konu bakımından romanın en büyük yeniliği, başarısı, İslam mitolojisinin modern bir romana kaynaklık edebileceğini kanıtlamış olmasıdır… Bu, çeşitli bakımlardan çok büyük bir başarıdır, yazınımız için büyük bir ufuktur… ‘Ve Zalim Ve İnanmış Ve Kerbela’ ile İslam mitolojisi, ilerici, modern, çağdaş yazınımız için bir tabu olmaktan çıkmakta; tersine dönüp bakılması, incelenmesi, üstünde düşünülmesi gereken bir kaynak niteliği kazanmaktadır.” (Behramoğlu, 1987) Devamında eleştirmen, Batı yazın ve sanatında Hıristiyan kültürünün ve kaynaklarının çok zengin bir konu ve esin kaynağı olarak kullanıldığını da belirtir ve bizim bu alandaki eksiğimizi ve İslam mitolojisini tabu olarak görme eğilimindeki sakat zihniyetimizi iğneler.

Siyasal ve mezhepsel kamplaşmanın ayyuka çıktığı 12 Eylül öncesi ve sonrasının birikimiyle ısınmış Türkiye ortamına düşen bu romanın yazılış amacı, Alevi - Sünni çatışmasını körüklemek, Aleviliği ihya etmek / diriltmek ya da yüceltmek değildir. Yazarın romanı yazış amaçlarından biri, askeri darbenin estirdiği idam, yıkım, kıyım, bunalım, tedhiş, çalkantı ortamı ile Kerbela olayının yaşandığı tarihsel sürecin, insan gerçeği noktasından kesişmelerini ve benzerliklerini simgesel ve ironik bir

anlatımla eşleştirmektir. Yüzyıllar öncesi ve sonrasında yaşanan olaylarda değişen sadece yüzler ve isimlerdir, insanların karakterleri ve yaşanan olayların içeriği, niteliği değişmez. Tarih, içeriği birbirine benzeyen senaryolar yazar, öyküler üretir durmadan… Bu gerçeği çıkış noktası alan Bekir Yıldız’ın, romanın sadece tarihsel bir olay değil, tarihler üstü bir olay olarak okunması isteği ile yaptığı bir açıklama bu doğrultudadır:

“Kerbela olayı ne Alevilerin, ne İslam dünyasının değil, insanlığın yarattığı bir destandır. Bu olayda, dünya var oldukça güncelliğini koruyacak ‘hayatın kanunları’ gizlidir. Zalimlerin, inanmışların, güçsüzlere karşı güçlülerin yanı sıra, halkların da tutum ve davranışlarını, beklenmedik biçimde açığa çıkaran, hala ders almamız gereken gerçekleri içermektedir. Hz. Hüseyin’i yardıma çağıran Kufe halkının, Hz. Hüseyin Kufe önlerine geldiğinde, kendisine nasıl sırt çevirdiklerini, çoğunluğun haklıdan yana değil de, güçlüden yana olduklarını anlatan bölümlerin 12 Eylül öncesi ve sonrası ile nasıl benzerlikler gösterdiğini kavramamak olası mı?” (Cem D., 1991)

Romanın insan gerçeği ve kitle psikolojisi ekseninde açığa çıkardığı gerçekler, yazarın ifadesiyle hayatın kanunları, içeriğin sadece 12 Eylül ile değil, tüm çağlar ve coğrafyalar üstü gerçekler ve olaylarla örtüşmesi ve uzlaşması anlamına gelerek evrensel boyutu yakaladığını ve yeni okumalara ve yeni anlamlara müsait olduğunu gösterir.

Bekir Yıldız’ın kendi hayatını anlattığı önceki romanlarındaki savruklukların, acemiliklerin, tematik dağınıklığın giderildiği VZVİVK romanı, ismiyle de özdeş olan zalim ile inanmış / mazlum arasındaki karşıtlık sorunsalından yola çıkarak, tarihi ve dini bir olayı roman türünün olanakları ile yoğurur ve izlek haritasını zenginleştirir. Romanda çok keskin ve belirgin olan temel karşıtlık ve çatışma unsurlarına bağlı olarak biçimlenen baçlıca temalar, baş eğmeme ve erdemleri, güçlü görünen zalimin güçsüzlüğü ve inanmışın / mazlumun yenilmezliği, iyilik ile kötülüğün ezeli ve ebedi savaşı ve nihai zaferidir.

Yazarın beşinci roman denemesi, ilk kez 1989 yılında okurla buluşan, toplamda dört baskı yapan Darbe adlı romanıdır. “Kahrolsun emperyalizm, yaşasın sosyalizm.” (DR, 2006:130) diyen bir başkaraktere yaslanan, çarpık dünya düzenini ve bu düzenin çarkları arasında tüketilen ömürleri, yoksullaşan ülkeleri, işkence gören insanları anlatmayı öncelediği Darbe romanında Bekir Yıldız; Türk karakterler üzerinden ve Türkiye’deki 12 Eylül askeri darbesinden başlattığı ufuk turunda, projeksiyonu ile bütün dünyayı tarar, sömürgecileri teşhir eder ve azarlar, emperyalizmin yıkıntıları arasında,

sosyalist bir düzenin özlemini duyar, bir hesaplaşma çabası içinde ve yazarlık borcunu ifa kaygıları ile yakın tarihe, tanıklıklarından aldığı ilhamla dipnotlar düşer:

“Savunmam çok kısa olacak, dedi sonunda. 12 Eylül sola karşı değil de, sağa karşı tezgahlanmış bir darbe olsaydı, hukuku hangi yolda kullanırdınız acaba?” (DR, 2006:88) Darbelerin hukuku ile birleşen hukukun darbesinden dem vurulan bu satırlarda ve devamında yazarın nesnel olmakta zorlandığı, öznel davranarak darbe döneminde, yine yazarın kelimeleri ile söylersek solcular kadar sağcıların da her şekilde mağdur edildiğini ıskaladığını, görmezlendiğini söyleyebiliriz. İdeolojik körlük yazarda böyle bir yanılsamaya yol açmış olmalıdır. Roman boyunca askeri darbe yazarın “sol” dediği camianın penceresinden görülmüş ve gösterilmiştir. Keza kafasını kaldırıp dünyaya, büyük resme baktığı anlarda bile yazar; emperyalist emellerini komünizm ile perdeleyen Rusya ve Çin’in yayılmacı siyasetini ıska geçer. Emperyalist, kapitalist dünyanın liderlerini sürekli hedef tahtasında tutan yazar; dünyanın en büyük soykırımlarının, sürgünlerinin, hukuksuzlukların, en acımasız sömürünün yaşandığı bu coğrafyaları ve bölgenin liderlerini, ima yoluyla dahi bir kez bile anmaz yahut suçlamaz.

Sömürgeci ve bu yüzden gelişmiş devletlerce hazırlanıp, sömürülen ve bu yüzden geri kalmış ülkelere pazarlanan askeri darbeler, yukarıdaki özetten sezilebildiği gibi sayısız trajediler doğurmuştur hatta izleri günümüze geldiği, örnekleri günümüzde de yaşandığı için doğurmaya da devam eder. Bir tarih ve yüzyıl gerçeğidir darbeler ve çok geniş bir dünya coğrafyasını hallaç pamuğu gibi atar. Gencecik insanlar; “Göğ ekini

biçmiş gibi”, siyasal çatışmalar, cinayetler ve işkenceler, insanlık dışı muameleler

arasında canlarından olur, kalanların “içi yanar, özü göynür.” Bekir Yıldız kalanlardandır ama aklı gidenlerde kalmış, kalbi gidenler, giderken bir muştu olanlar için atmaktadır. “Antiemparyalistim, o yüzden sosyalistim.” (Sezer, 1998a:2) diyen yazar, bağlantılı / angaje edebiyata bulaştığını saklamaz, aksine haykırır ve roman yer yer insan ve sanat gerçeğinden uzaklaşarak, didaktik içerik kazanır ve bir sosyalist bildirgeye, propagandaya bile dönüşür.

Roman; sanatsal, edebi, klasik bir eser yaratma amacından çok, içini dökmenin ve düzen ya da sistemle hesaplaşmanın, hesaplaşması yarım kalanlarla helalleşmenin bir aracına dönüştürülür. Araç olarak görülmesinin doğal sonucu olarak roman “istifçi” bir anlayışla, tercihle yazılmış, tür olarak özellikleri yer yer hatta sık sık görmezden gelinmiştir: “Bekir Yıldız, aynı alegorik usulü, (Kerbela romanında uyguladığı usul)

‘düşle gerçek’ arası, realist ile sürrealist, somut ve soyut karışığı üslupla son yayınlanan romanı ‘Darbe’de (1989) de sürdürmüştür. Karışık, kâbuslu, dağınık (moderne yatkın) bir anlatım içinde solcu öğretici üstatlar, vurucu, öldürücü eylemciler, mahkemeler, işkenceciler, darbeciler, itirafçılar tıka basa yer almışlardır.” (Kabaklı, 1992:6)

Muhalif duruş, eleştirel tavır, ironi, yazarlığın argo tabirle raconudur. Bu roman, özelde Bekir Yıldız, genelde yazar takımının, olmazsa olmaz duruşundan yola çıkılarak kaleme alınan düzen eleştirisi, değiştirme teklif ve telkinleri içinden tematik içerik ve zenginlik kazanır.

Bekir Yıldız’ın isteği, muradı, satırlarına sığıştırdığı haykırışlarının özü, insan onuruna yakışır bir düzen kurmaya matuf bir özlem ve ülküdür. Bekir Yıldız’da; sınırları hassas ölçümlerle çizilmiş bireysel özgürlüklerin alabildiğine yaşandığı, insanın insanı ezip yok edemeyeceği, güçlünün güçsüzü sömüremeyeceği, zalimin mazlumları kan gölünde boğamayacağı, böylelikle egemenliğini sürdüremeyeceği düzen özlemi söz konusudur. Bekir Yıldız’ın hemen her eserinde üzerinde durduğu bu düzen sorunu, yapıtlarında ısrarla ön plana çıkarılmıştır.

Nitekim onun şu ifadeleri, düzenle, iktidarla sürekli bir çatışma içersinde olduğunu, düzeni sorguladığını ve değiştirme hakkını saklı tuttuğunu net olarak gösteriyor: “Ölmeden hiç olmazsa son bir kitap yazıp hesaplaşmak istiyorum. Adını bile

koydum. ‘Devlet ve Ben’ … Devletle, iktidarla, dünyayla hesaplaşacağım.” (Sezer, 1998a) Bu eserin roman olarak yazılma olasılığını ve gereğini gözeterek söylersek, Bekir Yıldız’ın; yazılması düşünülen ama yazıl-a-mayan ve yayınlanmayan son eseri / romanı budur.