• Sonuç bulunamadı

1.2. Edebi Kişiliği

1.2.7. Aldığı Ödüller ve Beyazperdeye Gölgesi Düşenler

Türk Edebiyatında öykü, roman ve röportaj türlerinde çeşitli eserler veren Bekir Yıldız, bu türlerde çeşitli ödüller de almıştır. Yayımlanmamış öykülerden meydana gelen “Kara Vagon”la 1969’da öykü dalında May Edebiyat Ödülü’nü alır. “Kaçakçı Şahan” adlı öykü ile 1971 Sait Faik Hikâye Armağanı’nı Bilge Karasu ile paylaşır. “Darbe” adlı romanı, 1990 Milliyet Yayınları Roman Yarışması’nda birincilik ödülünü almıştır. “Allah’ın Gölgesinde Koşanlar” adlı röportajı 1991 Yunus Nadi Röportaj Ödülü’nü almıştır.

Kaçakçı Şahan adlı hikaye bir filme de ilham kaynağı ve malzeme olur ancak yazarı ve eseri anılmaz. Bekir Yıldız’ın ağzından hadisenin aslı şudur: “Beni üzen

Yılmaz Güney’in Yol filminde Kaçakçı Şahan’ın ve Bedrana’nın izinsizce kullanılmış olmasıdır. O zaman Yılmaz Güney yurt dışındaydı. Şimdi de öldü. Ama senaryo çalışmasında bulunanlar, hikayemi çalanlar hayatta.” (Sezer, 1998:2) Henüz miri malı olmamış bu eserlerin izinsiz ve atıfsız kullanılması önce fikir ve sanat eserleri ile ilgili yasalarla sonrasında insanlıkla bağdaşmaz.

Sahipsizler adlı hikaye kitabında yer alan Üç Yoldaş adlı hikaye bir filme, bir tarafından esin kaynağı ve malzeme olmuştur: “Yeri gelmişken Yılmaz Güney’in Baba

isimli filminin o unutulmaz ilk 20 dakikasının ‘Üç Yoldaş’tan ayarlanmış olduğunu belirtelim.” (Ergün, 1975:68)

Darbe adlı roman aynı adla beyaz perdeye de uyarlanmıştır. 1990 yılında çekilen, “12 Eylül döneminde yüzünü plastik bir ameliyatla değiştirip 'pişmanlık'

yasasından yararlanan bir itirafçının öyküsü.” cümleleri ile konusu özetlenen filmin

senarize edilmesine Haşmet Zeybek katkıda bulunmuş, yönetmenliğini Ümit Efekan üstlenmiş; oyuncular kadrosunu Bülent Bilgiç, Nilgün Akçaoğlu, Nergis Cansevdi, Metin Serezli, Kadir İnanır oluşturmuştur. Drama türüne dahil edilen filmin yapımcı firması ise Tuğçe Film’dir.

Yine Halkalı Köle romanı 1986 yılında Ümit Efekan tarafından sinemaya da uyarlanmıştır. Karısı (Zuhal Olcay) ve sevgilisi (Melike Zobu) arasında bocalayan bir yazarın (Tarık Akan) öyküsü olarak özetlenen filmin senarize edilmesini Haşmet Zeybek ve Ümit Efekan üstlenmiştir. Halis Şenol’un yapımcı olduğu filmin müzikleri Cahit Berkay tarafından yapılmıştır. Filmin belirgin karakterlerini Tarık Akan, Zuhal Olcay, Menderes Samancılar, Melike Zobu, Ferdi Altuner canlandırmıştır. Sinemanın büyülü elinin de değdiği bu roman, sergüzeştinden anlaşıldığı kadarıyla bugün için olmasa bile yazıldığı ve revaçta olduğu zamanlar için bir fenomen haline gelmiştir.

Vedat Türkali tarafından senarize edilen ve konusu “Yaşadığı çevrenin

geleneklerine uyup intihar etmek zorunda bırakılan bir köy kızının aşk öyküsü...”

cümlesiyle tanıtılan Bekir Yıldız’ın Bedrana adlı hikayesi, aynı adla, Süreyya Duru’nun yönetmenliğinde; İhsan Yüce, Perihan Savaş, Aytaç Arman, Sırrı Elitaş, Tuncer Necmioğlu, Talat Gözbak, Sabahat Işık, Esin Karakaya’dan oluşan oyuncu kadrosuyla, 1974’te sinemaya uyarlanmıştır. Bedrana filmi, Çekoslovakya’da Karlovy Vary Uluslararası Film Şenliği’nde “1974 CIDALAC Ödülü”nü kazanmış, aynı yıl Antalya Film Şenliği’nde “Gümüş Portakal” almıştır.

Yine Vedat Türkali tarafından senarize edilen ve konusu “Anadolu’nun başlıca

sorunlarından olan ağalık ve kaçakçılık üzerine yapılmış Türk sinemasının yüz akı filmlerinden bir tanesi...” cümlesiyle tanıtılan Bekir Yıldız’ın Kara Çarşaflı Gelin adlı

hikayesi; aynı adla, Süreyya Duru’nun yönetmenliğinde; İhsan Yüce, Menderes Samancılar, Aliye Rona, Aytaç Arman, Hüseyin Peyda, Sırrı Elitaş, Semra Özdamar, Hakan Balamir, Sabahat Işık, Zülfikar Divani, Rengin Arda’dan oluşan oyuncu

kadrosuyla, 1976 yılında sinemaya uyarlanmış, 14. Antalya Film Festivali’nde En İyi Film Ödülü’nü almıştır.

Bütün bu eserleri oluştururken Yıldız; konuşma dilinden, devrik cümlelerden, samimi seslenme biçimlerinden, deyimlerden, atasözlerinden, ikilemelerden, yöresel sözlerden, az olmakla birlikte uydurma sözcüklerden, argodan, küfür ve ayıp sözlerden, basmakalıp ifadelerden, yazım ve noktalama ile kelime ve ifade sapmalarından, ödünçlemelerden, kısa ve akıcı cümlelerden, yer yer şiirsel anlatımlardan yararlanır. Yazarın üslubu; avam, bilinç akımı, dramatik, düşünce, eleştirel ve yalın üsluplar arasında gel gitlerle bir yer arar kendine. Üzerinden zaman geçen trajediye komedi denirmiş. Biz geçen zamanı görmezlenerek söylersek, bir hakim renge, baskın karaktere çekmek gerektiğinde, Bekir Yıldız’ın üslubunu yalın ve trajik üsluba dahil etmek olasıdır.

Yıldız, bütün bu eserlerini çalatuş yazarken; yazarların karşısına çıkan iki yol olan özyaşamöyküsüne dayanan somut / iç gerçeklik ile kurmaca dünya denen soyut / dış gerçeklik arasından sürekli birincisine meyleder: “Bir romancının kendi yaşadığı

olayları, hayat hikayesini, çocukluk, gençlik, yaşlılık yıllarını, ailesini, eşini dostunu, yaptığı işleri, iş ve meslek çevresini, görüp geçirdiklerini roman kurgusu içinde sunduğu romanlara” (Çetin, 2007:236) özyaşamöyküsel / otobiyografik / anı roman denir.

Yıldız, istisna olan az sayıdaki anlatısını dışarıda tutarak söylersek, karanlıkta kalan gizemli beni deşmek yerine, malumu ilam etmek kabilinden özyaşamöyküsünü öncelemeyi, didiklemeyi ve irdelemeyi önemser ve önceler.

Yazarın, Bekir Yıldız’ın sözleriyle bir kuyuya benzetilen sanatsal mirasa bakarsak, büyükle küçüğün birbirine karışacağı göreceli bir dünyanın içine düşeriz:

“Evrensel, özgün, ölümsüz sanat, bir sabır kuyusudur. Pek çok sanatçının attığı taşlarla dolabilir ancak. Ama dolduğunda da ne kuyunun son sahibi böbürlenmeli, ne de kuyudaki en küçük taşçık küçümsenmelidir…” (Türk Dili, 1981:167) Bu sözlere bir küçük zeyl yaparsak, kinaye yoluyla sanatın bir kuyu olduğunu ama dipsiz bir kuyu, doruksuz bir gökyüzü, sonsuz uzay boşluğu ve gezegenler dünyası olduğunu ifade ve itiraf etmek, içine atılan, boşluğa fırlatılan taşın büyüklüğü ya da küçüklüğünden ziyade varlığını önemsemek çok daha doğrudur. Önemli olan Yıldız’ın sanat kuyusuna çakıl taşları kabilinden de olsa atabildikleridir.

“Saman alevi” tamlaması Yıldız’ın edebi kişiliğini tanımlayan ve tamamlayan bir içeriğe sahiptir. Edebiyat dünyasına bir yıldırımın yeryüzüne düşmesi gibi

gürültüyle, ışıkla ve pozitif elektrik yüküyle düşen Bekir Yıldız’ın alevi, bir küme çok okunan eser yazdıktan sonra neredeyse aynı hızla da söner. Yazamaması, küstü diye izaha çalışılan köşesine çekilmesi aslında bir tükenme ve tıkanma halidir ve bu halin işaret fişeği bizzat yazarın kendi ağzından “Nasıl yazıyorsunuz?” sorusuna verdiği bir yanıtta ateşlenir: “Neden pek çoğumuz durup durup da yıllar sonra ardı ardına kitaplar

yazarız da sonraları ya ‘tekrar’a düşeriz ya da uzun bir suskunluk dönemine gireriz? Nedeni çok açık: Önceleri ardı ardına yazılanlar, genellikle çocukluk yıllarının mayalanmış bilinçaltı ürünleri olur. Bu birikim tükendiğinde…” (Yıldız, 1981a:15) yazarın da tükenişi ve tıkanışı baş gösterir. Yazarlığı bir birikim ve bu birikimin tüketilmesi olarak açıklayan Yıldız, kendi “saman alevi” yazarlığını, tekrara düşmesini, suskunluğunu vs. itiraf ve izah etmiş olur.

“Usta bir yazar olarak bir dönemin en çok okunan kitaplarına imza atan…”

(Nar, 1998:3) Bekir Yıldız, bir dönemin en çok okunan yazarları arasında olmasına rağmen edebiyat çevrelerinde her dönem ve yeterince kabul görmüş bir yazar değildir. Türk öykücülüğünde ve romancılığında önemli, önemli olmasa bile görmezden gelinemeyecek bir yere sahip olan Yıldız; Cumhuriyet’in 75., 80. vs. yılıyla ilgili edebiyat değerlendirmelerinde, muhtelif edebiyat seçkilerinde, Türk romanı ve hikayeciliği üzerine genel değerlendirmeler içeren bilimsel makalelerde, bir kilometre taşı kabilinden bile olsa, bir iki istisna dışında yer almamış, bugünün Türk edebiyatıyla yakından ilgilenen, hatta bu işi meslek edinen kesimlerince bilinmeyen, bu dönemin adı hemen hiç anılmayan yazarı olarak, her devrin değil bir devrin yazarı olmak talihsizliğine yenik düşmüştür.

Bugünün yaşayan yazarlarının çoğunluğu, edebi birikimlerini gözden geçirdikleri edebiyat söyleşilerinde kendilerini etkileyen yazarlar arasında Yıldız’ın ismini anmazlar: “İnci Aral … öyküleriyle kendisine yol gösterenler arasında Mübeccel

İzmirli, Erdal Öz, Saadet Timur, Tarık Dursun K., Nezihe Meriç, Selçuk Baran, Tomris Uyar ve Fürûzan gibi değerli kalem ustalarından bahseder.” (Örnek, 2007:9) Nedense bugünün yazarları arasında Bekir Yıldız’dan etkilendiklerini söyleyenlerin ya da herhangi bir ilgiyle yazarın adını ananların sayısı bir elin parmaklarını geçmez. Şu dünya bataklığında, yitik kanatları ile mitik ölümsüzlüğü arayan özelde Yıldız’ın, genelde yazarların ölümüdür, unutuluş…

Yazarların adını yaşatan eserleri iken hatırlatan ise adlarına düzenlenen ve gelenekselleşen edebiyat ödülleridir. Bekir Yıldız’ın da ödül aldığı Sait Faik başta

olmak üzere, Ahmet Hamdi Tanpınar, Ahmet Arif, Avni Dilligil, Aziz Nesin, Haldun Taner, Dursun Akçam, Cemal Süreya vs. gibi pek çok, bilinen, az bilinen isim adına, deneme, şiir, hikaye, roman, tiyatro gibi dallarda yarışmalar düzenlenmesine ve ödüller dağıtılmasına rağmen Bekir Yıldız adına yapılan bir yarışma yoktur. Oysa Yıldız’ın yakın arkadaşı, aynı dergilerde yazdıkları, benzer dünya ve sanat görüşünü savundukları Erdal Öz adına bile bir yarışma düzenlenmektedir. Örneğin 2012’nin Erdal Öz ödülü, Murathan Mungan’a verildi. Yazarlar adına bu türden yarışmaların tanzim edilmesi, ismin ölümsüzleşmesi, sürekli hatırlanması, yazarın büyüklüğünün ve kalıcılığının tescillenmesi olarak görülebilir ve yorumlanabilir. Bekir Yıldız’ın hatırası, hak etmesine rağmen böyle bir onurdan yoksundur.

Bekir Yıldız, nev-i şahsına münhasır konuları, özgün üslubu, Kaçakçı Şahan, Bedrana, Reşo Ağa gibi tiplemeleri; Almanya’ya göçü anlatan ilk romanı, Güneydoğu’yu ilk kez edebiyata taşıyan hikayeleri, bugünkü küçürek öykünün Türk edebiyatındaki ilk işaret fişeği olan hikaye - röportaj türü denemeleri ile Türk edebiyatının ve sinemasının 1970’li yıllarına damgasını vurmuş, geçmişte ışıl ışıl yanan, bugün hala ışığı belli belirsiz de olsa yanıp sönen, gölgelenen bir “yıldız”ıdır.

İKİNCİ BÖLÜM