• Sonuç bulunamadı

Bekir Yıldız’ın Sanatında Ortak Paydalar / Hakim Temayüller

1.2. Edebi Kişiliği

1.2.2. Bekir Yıldız’ın Sanatında Ortak Paydalar / Hakim Temayüller

“Şahsi yaşantılar sadece şahsî yaşantı olarak kaldıkları takdirde sosyal bir mana ifâde etmeyebilirler. Hüner onlarda müşterek ve beşerî olanı bulmaktır.” (Kaplan, 1990:193) tavsiye ve telkininden yola çıkarak yazarımıza baktığımızda “Roman yol boyunca gezdirilen aynadır.” düstur-ı kemaliyle açıklanan realizmi, fotoğraf realizmine,

yer yer natüralizmin (Çetişli, 1998:69-81) sınırlarına kadar sündü-ren, sürdüren ve sürükleyen Bekir Yıldız; çoğunu yaşam öyküsünden devşirdiği ve uyarladığı anlatılarında hem korkunç, acı ve çirkin gerçeğe hem de monografi yazdığını düşündürecek kadar hayatına yer vermiş, üslubu da bir amaç değil bir araç olarak, süse ve özentiye kaçmadan kullanmıştır: “Eğer öykülerim ilgi görmüşse, nedeni süte su katmamış olmamdır. Fazla laf etmekten, dolambaçlı ve yapışık anlatımdan

kaçınmamdır. Bir de, ele aldığım konuların bugüne dek işlenmemiş konular olmasını düşünmeliyiz. Bizim Urfa köyleri hakkında, hatta bölge olarak Anadolu’nun Güneydoğusu hakkında pek eser yoktur. … Konularımı yaşamış olmam, gerçeğin içinden gelmem de azımsanmaz herhalde.” (Makal, 1969:9)

Yahya Kemal’in duygusal ve kültürel kimliğinin inşasında doğduğu ve çocukluğunu geçirdiği Üsküp, mektep olarak telakki ettiği Paris ve rüya şehir İstanbul’dan müteşekkil üç şehrin çok önemli olduğu bilinir ve edebiyat çevrelerince de dillendirilir. Bekir Yıldız’ın kültürel kimliğinin şekillenmesinde de üç şehrin / ülkenin önemli olduğunu söyleyebiliriz. Doğduğu ve çocukluğunu geçirdiği Urfa / Harran; mektep olarak, şok niteliğinde bir aydınlanma ve uyanış geçirdiği ülke olarak telakki edebileceğimiz Almanya / Münih - Leimen ve kent kültürünün beşiği, matbuat dünyasının kalbinin attığı şehir İstanbul… Bu üç mekan, Bekir Yıldız anlatılarının anahtar mekanlarıdır.

Durum ve olay öyküsü diye iki koldan akan bir nehir gibi yol alan hikaye türünde Bekir Yıldız; olay öykülerine daha yakın durur. Bir soruşturmada etkilendiğiniz isimler var mı sorusuna; “Söylediğim gibi, insanlardan çok, olaylar

etkiledi beni. Urfalı oluşum. Almanya’ya gidişim. İlk evliliğim. 12 Eylül ve sonrası olaylar. Halkalı Köle ve Aile Savaşları’nın yazılmasına neden olan şimdiki eşim…”

(Özkırımlı, 1984:11) yanıtını veren Bekir Yıldız’ın sanat hayatının çıkış noktası olaylardır. Dış dünyanın ve insanların iç dünyasının yuvarlak ifadelerle geçiştirildiği hikayelerde ayrıntılı ruhsal çözümlemelere, geniş tasvirlere rastlanmaz. Bir ressam, plastik sanatların temsilcileri kadar olmasa bile her insanın bir parça da gözleriyle

yaşadığı; renklere, şekillere alıcı gözle baktığı gerçeği, Bekir Yıldız tasvirleri için geçerli değildir. Belki de çocukluk yıllarında geçirdiği ve sık sık nükseden trahom hastalığı ve gözlerini jiletle kazıtarak görebildiği yıllardan kalma bir alışkanlıktır, bu seyrek ve bir iki cümlelik yuvarlak betimlemelerle yetinmek... Keza belki de hayatını düşünmek değil kazanmak, hayata yoksulluğa rağmen tutunmak zorunda kalan bir geçmişin yazarı olarak Bekir Yıldız, düşün-e-meden yaşayan bir kültürün içinden çıkmış, dış dünyanın aman vermez meşguliyetleri, yoğun bedensel çalışmaların bakiyesi yorgunluklar, iç dünyaya ayıracak, odaklanacak zaman bırakmamıştır.

Olay öyküleri; yazar yaşlandıkça, anıları ve konuları, hülasa yazarlık serveti tükendikçe, uzun siyasi söylevlere dönüşen, düşünce ögesinin sentezleyici olduğu, zor okunan, kimi bir makale havasına bürünen öykülerle yer değiştirir, durum öykülerine benzemeye başlarlar. Yunus’un “Her dem yeniden doğarız / Bizden kim usanası” deyişindeki gibi her dem yeniden doğamayan, sürekli kendini anlatan, sık sık kendini tekrar eden, hikayelerinde anlattıklarını romanlarına, romanlarında yazdıklarını hikayelerine yediren, kendi mirasını tüketen bir mirasyediye dönüşen Bekir Yıldız; tasvir, iç çözümleme vs. gibi tekniklerden ziyade en çok ve müsrifçe montaj tekniğine başvurmuş, bu tekniğin sınırlarını zorlamış, ödünçleme yapmadan yazamamıştır.

Toplumcu edebiyatın açmazı Bekir Yıldız’ın da açmazı olmuştur: “Sovyetlerde

toplumcu gerçekçiliğin tıkandığı noktalardan biri de sadece proleter – emekçi sınıfın anlayabileceği nitelikte basit bir edebiyat yaratma faaliyeti olmuştur. Bu da birbirinin aynı yüzlerce eserin yazılmasına sebebiyet vermiştir.” (Kolcu, 2008:78) Fotokopi ile çoğaltılmışçasına birbirine benzeyen eserler yazma zorunluluğu, toplumcu sanata kendini adayan yazarların durmadan aleyhine işleyen bir süreci başlatmıştır.

Bu tıkanma hali okurun dikkatinden kaçmamış, Bekir Yıldız’ın özgün olabildiği zamanlarda hızla parlayan Yıldız’ı, kendini tekrar etmeye ve zorlanmaya başlayınca aynı hızla sönmüştür. İlaveten odağını, konumlandığı yeri, bakış açısını hiç değiştirmeyen yazar, estetik körlüğe, yön körlüğüne de duçar olmuştur. “İnsanlar hangi

dünyaya kulak kesilmişse öbürüne sağır.” diyen şairin kastı gibi, belli bir çevreye

hapsolmuş, sadece ait oldukları dünyanın insanları ile oturup kalkan, farklı düşüncelere, fikirlere kapalı insanların, hareketlerin, kurumların, partilerin bir hastalığı olan estetik körlük / yön körlüğü, tek yönlü beslenmenin getirdiği ciddi bir rahatsızlık ve sanatsal yoksullaşma nedenidir. Sanatçıyı hızla tükenişe ve dibe doğru çeken bu zafiyet aynı zamanda, her dönemin değil bir dönemin yazarı olanların aşamadığı bir tıkanma halidir.

Bu sorunun farkına varır Bekir Yıldız ama üstüne gidecek, telafi edecek, zaman, enerji ya da iktidar bulamaz: “Toplumcu edebiyatın sindirildiği politik bir ortamda,

bireyci sanatın alabildiğine öne çıkarılabilmesi hüznünden, hatta bir özeleştiriyle, bu koşullarda, biz sanatçıların ayrı ayrı kümeleşmeleri yerine, bir bütün olmamızın kaçınılmaz olduğunu, salt toplumcu bir içeriğin özgün sanata yetmeyeceği, estetiğin, fantezinin kaçınılmaz olduğunu ve buna karşılık salt estetiğin, bireyciliğin, fantezinin de özgün sanatı boynu bükük bırakacağını, bu sanat anlayışının da toplumsal içeriğe yönelmesinin kaçınılmaz olduğunu söylemeye çalıştım.” (Yıldız, 1981:76.) Bekir Yıldız’ın, kendi sanat tercihinin de, karşıt sanat algısının da tek başına bir çıkmaz olduğunu, bir bireşime / senteze ulaşmanın, altın ortayı bulmanın ve tutturmanın kaçınılmazlığına vurgu yaptığını görürüz.

Mutluluğu yakalamanın, yaşamanın dengelerini gözeterek gerçekleşebilece-ğini düşünen Aristo, felsefe tarihine bir dipnot mahiyetinde “altın orta”yı tutturmaktan bahseder: “İnsanlarla ilişkilerimizde de ‘altın orta’yı tutmaktan sözeder. Aristoteles: Ne

korkak ne çılgınca atılgan, sadece cesur olacağız. (Cesaretin azı korkaklık, çoğu çılgınlıktır.) Ne cimri ne savurgan, sadece bonkör olacağız. (Aşırı bonkörlük savurganlık, az bonkörlük cimriliktir.) (Gaarder, 1997:132) Tıpkı hayat gibi sanat muazzam bir bireşimdir. Onu büyük ve büyüleyici kılan, her çiçekten bal almasıdır, her gerçeklikten altın oranda yaptığı sentezdir. Bu açıklamadan hareketle Bekir Yıldız’ın kendini de eleştirdiğini, özeleştiri yaptığını ve yetersizliğini itiraf ettiğini söyleyebiliriz.

Konumumuzu ve bakış açımızı değiştirdiğimizde, birkaç şiir denemesi yaptığından bahsettiğimiz, “Önemli olan, şiveye yaslanmadan, şiveden yararlanmaktır.” (Oral, 1973:3) diyen Bekir Yıldız, ince tartımlarla yerel şiveyi, kaba, argo, küfürlü ve yer yer müstehcenliğe varan fütursuz ifadeleri, edebi sanatları, folklor çeşnisini hatta avukat yerine savunucu, katil yerine öldürücü gibi yeni kelimeleri teklif ettiği ve kullandığı üslubunda; yer yer güçlü ve şiirsel anlatımlara, yoğunlaştırılmış ifadelere de ulaşır ve bir düzey tutturarak, üslup sahibi yazarlar arasına dahil olur. Bizim toplumumuzdan ve insanımızdan seçtiği kesitlerle, sorunlarımızı, duygu, düşünce, ruh, hayal dünyamızı, hüznümüzü, acımızı teşhis, teşhir eden yazar, geri planda olası çözümler ve daha yaşanabilir bir ülke ile dünya hayalini sezdirmeyi başarır; iyi, güzel, temiz, asil olanı teklif ve telkin eder.

Özünde / etimon spritüalinde Bekir Yıldız’ın özlemi, herkes için daha yaşanabilir bir dünya düzenidir ve sanatını bu amacın emrine tahsis etmiş, “kendisine

bağışlanan ömrün diyetini ödemek için” (Taş, 2001:9) hem beden işçisi, hem beyin işçisi olarak çok çalışmıştır. Feodalizm’i, faşizmi, Vandalizm’i, Nazizm’i, kapitalizmi, pragmatizmi vs. reddeden, telin eden Bekir Yıldız, bunların yerine hümanizmi, sosyalizmi ikame etmek ister.

Sistem, sistemler bize eski insanı dayatmaktadır... Konuşmayan, düşünmeyen, araştırmayan, ezberci, cemaatçi, yalnızca verileni yerine getiren, gözlerimi kaparım vazifemi yaparım diyen insan modeli... Aydınlanma mücadelesi ise yeni insan ile eskinin mücadelesidir. Eski insan, egemen dünyanın tüm gerici güçlerini arkasına almış, yeni insanın oluşumunu engellemeye odaklanmıştır. Aydınlanma sürecinin başarısı için yeni insana gereksinim vardır. Bu da bilim öncülüğündeki estetik bilinç ve insani bakışla olasıdır. Bekir Yıldız; içindeki öfkeli, isyankar kişilik ve devrimci bilinç ile cenneti öbür dünyada değil bu dünyada aramak, bulmak ve kurmak isteyen yeni insan tipidir ve bu insan tipini yaratmak ister.

Bekir Yıldız’ın; etkilendiği yazarlar olarak ilk akla gelenler içinde Sabahattin Ali, Orhan Kemal, Nazım Hikmet, Türkiye’nin ilk işçi ve sosyalist kadın şairi, Yaşar Nezihe Hanım’ı sayabileceğimiz gibi etkilediği yazarlar da vardır: “Sabahattin Ali ve

Orhan Kemal’in duyarlılığından beslenen bir hikaye yazma heveslisi olarak Bekir Yıldız’ın ilk üç kitabından (Reşo Ağa, Kara Vagon, Kaçakçı Şahan) etkilenmediğimi söylersem yalan olur… Aynı etkilenme Kırmızı Yel’in yazarı Osman Şahin için de geçerli değil mi?” Osman Şahin ile Bekir Yıldız arasında etkilenmeyi aşan bir bağ

daha vardır: “Bir gün, bir kucak kitapla gelmişti okula Osman Şahin. Parası olan

parayla, olmayanlar bedava alabiliyordu. Kitabın adı Türkler Almanya’da; yazarı Bekir Yıldız… O zaman öğrenecektik Bekir Yıldız’la Osman Şahin’in bacanak

olduklarını.” (Güngör, 1998:10) Necati Güngör ve Osman Şahin, yazarın çekim alanına

giren, girdiklerini beyan eden ne ilk ne son isimlerdir.

“Bekir Yıldız’ın ‘Evlilik Şirketi’ni okuduğumda on beş yaşındaydım. Kemalettin Tuğcu romanlarından, ergenlik öykülerine onunla çıkmıştım ve kitaptaki fırtınalı onuncu yıl gecesi ile “Evlilik Şirketi”nin ‘halkalı köleleri’ yıllar yılı çıkmamıştı aklımdan.” (Dündar, 1998:2) diyen Can Dündar; “Reşo Ağa öyküsünü okuduğum gece,

sabahlara kadar uyuyamamıştım.” (Tanilli, 1998:4) diyen Server Tanilli; yazarın eserlerini okuduktan sonra uzun süre unutamadıklarını, uyuyamadıklarını, etkilendiklerini, beğendiklerini söylemektedir. Liste uzar gider…

Adını dergilerden ziyade ilk öykü kitabı olan “Reşo Ağa”yı yayımlayarak duyuran yazar, öykülerini daha çok kitaplaştırarak yayımlamıştır. Ayrıca edebiyat ve sanatla ilgili görüşlerini ve bazı öykülerini Yeditepe, May, Halkın Dostları, Yeni a, Yazko Edebiyat, Militan, Varlık, Hürriyet Gösteri gibi kimi zamanın hızlı sosyalistlerinin yayın organları da olan dergilerde yayımlamıştır.

Sanat hayatının başlangıcında, elinde tuttuğu aynaya yansıyanları dolaysız ve yansız sunduğu için, yazdıkları Yansıtma Kuramı’na göre okunmaya elverişli olan Bekir Yıldız; sonraları dolaylı ve taraflı bir anlatımı öne çıkardığı için, dikkati tuttuğu aynadan kendine çekmiş, eserleri Anlatımcı Kuram’la okunmaya elverişli hale gelmiştir. Psikanalitik kuram, Feminist kuram, Marksist kuram, Yeni Tarihselci kuram vb. Bekir Yıldız’ın eserlerini farklı okumalara tabi tutmak isteyenlere teklif edilebilecek diğer kuramlardır.

Sürekli kendini anlatan yazarların en büyük zafiyeti olan özdeşim (empati) kurma / kuramama sıkıntısı Yıldız’ın en büyük handikapıdır: “Zweig’ın biyografi

alanındaki ustalığında rol oynayan önemli etkenlerden biri de, başkasını anlama konusunda kuvvetli bir empathy yeteneğine sahip oluşudur: Yani kendisini başkasının yerine koyabilme, başkasının duygularını kendi içinde duyabilme ve başkası ile aynîleşebilme yeteneği. Bütün yazarlarda ve sanatçılarda var olması gereken bu yeteneğin Zweig’da çok kuvvetli, aynı zamanda çok yaygın olduğunu görüyoruz. .... Zweig’ın bu derece değişik tiplerin anlatımında bu derece başarılı olmasını sağlayan ve empathy yeteneğine sıkı sıkıya bağlı olan başka bir özelliği daha vardır: Başkasının acısını kendi içersinde hissetme ve başkası ile birlikte acı çekme yeteneği; Fransızcada ve İngilizcede compassion kelimesi ile karşılanan bir acıma duygusu; bizi başkalarının acıları karşısında duyarlı kılan, onlarla birlikte acı çekmemize yol açan bir acıma duygusu.” (Zweig, 1995:XVIII-XIX) Bütün yazar ve sanatçılarda olması gereken güçlü özdeşim yeteneğinden yoksun olan yazarımızda, tam bir ters orantı ile acıma duygusu (compassion) had safhadadır.

Bekir Yıldız, kelimenin içerdiği en geniş anlam ile büyük bir yazar, bir devrin değil her devrin yazarı değildir ama nasıl coğrafya silme büyük dağlardan değil, büyüklü küçüklü sıradağlardan oluşuyorsa, edebiyat dünyası da büyüklü küçüklü yıldızların karmasından oluşur. Tanpınar’ın deyimiyle, “Bu büyük konserde büyük

veya küçük diye bir şey yoktur. Herkes ve her şey vardır. Dünya hayatı denen konser bu büyük uyumdan doğar.”