• Sonuç bulunamadı

Bekir Yıldız’ın Yola Çıkışı, Yörüngesini Arayışı ve Sanat Anlayışı

1.2. Edebi Kişiliği

1.2.1. Bekir Yıldız’ın Yola Çıkışı, Yörüngesini Arayışı ve Sanat Anlayışı

tutulur, gözle görülür” (Taş, 2001:11) kılma uğraşı olan edebiyatla Bekir Yıldız’ın fiilen yolunun kesiştiği tarihi saptamak zordur ama resmen edebiyatla yolunun kesiştiği tarih 1951 yılıdır. İlk öyküsü bu tarihte Resimli Tomurcuk adlı çocuk dergisinde yayımlanan Bekir Yıldız, yazarlığa erken sayılabilecek yaşta başlamış ama uzun soluklu bir ara vermek zorunda kalmıştır. Yıldız, bu dönemlerini, kendisindeki yazma eğilimi ve yazarlığa başlama serüvenini şu cümlelerle açıklar: “Bu ara ilk aşkıma tutuldum.

Yoksulluk, kalbimdeki sıcaklığa dolu gibi yağıyordu. Sanıyorum ilk öykülerimi bu yıllarda yazdım (1950-1951). Birkaçı yayınlandı da. Fakat ekmek savaşı bu arzumu bir yana dürmemi gerektirdi.” (Yıldız, 1970:46-47) Yazar ilk romanını yazacağı 1966 yılına kadar on beş yıl yazmaya ara verecektir.

Yıldız’ın edebiyata ilgi duyduğu ve amatör olarak edebiyatla uğraştığı yılları, arkadaşı Güngör Gencay şu şekilde anlatır: “1954 yılında çoğunlukla öğle tatilinde,

Cağaloğlu ve Çemberlitaş semtlerindeki kahvelerden birine oturur, ürünlerimizi okur ve dertleşirdik. Bekir Yıldız, Demir Anadol ve ben. Bekir Yıldız, o zaman çocuk öyküleri yazardı. Zamanın elverdiği oranda, bir ya da birkaç öyküsünü okur, üzerinde

tartışırdık. Kalınca bir öykü dosyasıyla gezinirdi her zaman. Bekir’in bebekleriydi çünkü onlar. Günün birinde öğle sohbetini:

‘Sabahsız gecelerim, Ne zaman nurlanacak? Ne zaman

Şeytan girmeyecek rüyalarıma? Nerede?

Bir mucize doğacak.

Ümitsizlikten kanımın kuruduğu yerde mi? Nasıl, nerde?

Parça parça hayallerim Parça parça

Hangi geceleri bekleyeceğim.... Bilmem ki? Bendeki derde.”,

dizeleriyle örüp “Beklediğim” adını verdiği şiirle renklendirdi Bekir. Ben de o zaman, bir şiir antolojisi hazırlıyordum. Bu şiiri kendisinden aldım ve iç resimlerini, linol oyma olarak Demir Anadol’un yaptığı ‘Genç Şairler Antolojisi’nde aynı yıl yayımladım. Son yıllarda yazmadıysa Bekir Yıldız’ın tek şiiri budur.” (Gencay, 1998)

Bekir Yıldız mektepli değil alaylı bir yazardır. Yoksulluk içinde geçen çocukluğu, sanat okullarıyla sınırlı eğitimi, çalışarak hayatını kazanma mecburiyeti ile işçi sınıfına intisabı, Bekir Yıldız’ı kelimenin tam anlamıyla alaylı bir yazar yapar. Yoksulluğu iyi eğitim almasını engellediği gibi hayatını kazanmak, ekmeğini taştan çıkarmak zorunda olması ve kalması ile örneğin Nişantaşı’ndaki evine kapanıp bir mirasyedi rahatlığı ve çalışmak zorunda olmayıştan gelen geniş zaman tasavvurları ile romancı olan ve belki de olabilen Orhan Pamuk’un aksine yazarımız, yazma eylemini hayatının öznesi yapabilecek olanak ve ortamlardan yoksun yetişmiş ve yaşamıştır.

Bekir Yıldız’ın kitaplarla tanışıklığı, iyi okuyucular olduklarını ifade ettiği abisi ve ablası aracılığı ile çocukluğuna; matbaacı olarak, mürettip olarak çalıştığı yıllar aracılığıyla ilk gençlik ve işçilik yıllarına dayanır. Bekir Yıldız, kitapla “yazan” olarak değil “dizen” olarak tanışmış; (Demirtepe, 1984:93) bu tanışıklık daha sonra yazma hevesi ile beslenip sıkı dostluğa, hayat tarzına dönüşmüştür. Bekir Yıldız’ın daktilosunun başına geçtiği yıllar, Marksizm’in, dünyanın Türkiye dahil, değişik coğrafyalarında rüzgar gibi, fırtına gibi estiği yıllardır. Marksizm’in edebiyattaki karşılığı olan toplumcu

edebiyat, Mahmut Makal’ın “Bizim Köy” romanı ile yönünü köye, Sadri Ertem’in “Çıkrıklar Durunca” romanı ile yönünü işçilere, işçilerle birikte sanayi toplumuna çevirmiş; edebiyatımız yine bilindik iki kola, sanatı sanat için yapan bireycilerle, sanatı toplum için yapan toplumsalcılar arasında, kimilerince küçük, kimilerince büyük bir farkla paylaşılmıştır. Bu fark toplumsal edebiyat ile toplumcu edebiyat arasındaki farka karşılık gelir. İlki toplumu, faydacılık ilkesinin aynasından, diğeri Marksizm’in penceresinden görerek ve göstererek edebiyatla uzlaştırır.

Toplumcu edebiyatının, hikaye, roman, şiir gibi türlerinde eserler vererek hem çok yönlü hem de en güçlü kalemlerinden biri olan Sabahattin Ali’nin toplumcu / proleter sanat anlayışını; Sait Faik’in fazla bireyci / burjuva sanat anlayışına tercih eden Bekir Yıldız; daktilosunun başına toplumcu edebiyatçıların sesi olmak için oturur ve bu tercihinin nedenlerini şöyle açıklar: “Yıllardan beri gerek çevremin, gerekse toplumun

bir bunalım içinde olduğunu sezinliyordum. Önce kendi bunalımlarımın nedenlerini çözmekle işe koyuldum. Bu arada her dürttüğüm, her kurcaladığım neden, beni toplumsal sorunların içine attı. Bu gerçekliği kavradıktan sonra suçluyu evde değil, dışarıda aramaya başladım. Savaşım bireysel değil, toplumsal oldu. Böylece yazmaya iten zorunluluk, edebiyatın süsüne bulaştırmadı beni.”(Kurdakul, 1998) Bekir Yıldız’a göre bireysel sorunların kaynağında toplumsal yapının işlemeyişi yatmakta, bireyle içinde yaşadığı toplumların yolları gibi kaderleri de sıklıkla kesişmektedir.

Bu bağlamda ve bir anlamda bireysel olanda toplumsal, toplumsal olanda bireysel olanın ve alanın gizlendiğini fark eden, keşfeden Bekir Yıldız; durduğu yeri bu kesişim, kavşak noktası olarak işaretler: “Çoğu kez yazacağım bir insanla yüz binleri

anlatmak istemişimdir. Üstelik toplumsal olayın, olayların içinde olmalıdır bu insan, toplumun dışında değil. Çünkü sürekli olarak toplumsal olayların etkisindedir birey. Dolayısıyla, bireysel olanla, toplumsal olanın sıkı bir bileşkesi olmalıdır anlatılan. Ancak o zaman mümkündür anlatılanın dirilik, yoğunluk, hatta evrensellik kazanabilmesi. İnsanımıza yaklaşırken, üzerinde durulması gerekli bir husus da; anlatım özelliğidir kuşkusuz. Gerek soyut biçimcilikten, gerekse kaba doğalcılıktan kurtulmakla mümkündür bu da. Sorun, insanımızı kendi koşulları içinde yakalamak, yerli öz, toplumsal içerik ve yetkin biçimle kaynaştırmaktır.” (Yıldız, 1977a) Bu sözleri ile bireyselden ulusala, buradan evrensele geçişin sınırlarını arayan ve zorlayan bir yazar olarak karşımıza çıkan Bekir Yıldız’ın; ne anlattığı kadar nasıl anlattığı sorusuna da yanıtlar aradığı, sürekli bir arayış içinde olduğu da gözden kaçmaz.

Yine de, son tahlilde esas, usulden önce gelir, Bekir Yıldız’da… Yıldız’a göre; Batı yazarları gibi, temel toplumsal sorunlarını çözümlemiş, tuzu kuru olan ülkelerin yazarları, edebiyatta daha keyfi bir tutum takınabilir, söylenmişe yeni bir şey katabilmek için yeni, şifreli yahut soyut bir anlatıma ya da marazi tipleri, uç ve aykırı konuları yazmaya yönelebilirler. Bu nedenle, henüz ilkel cemaat yapılarından mükemmel cemiyet yapısına, geri bıraktırılmış ülkeler liginden müreffeh ülkeler ligine yükselemeyen bir ülkenin yazarları, Türk yazarları için, nasıl anlattıkları, ne anlattıklarının önüne geçemez. Türk sanatçısı, aydın olma bilinciyle, Türk toplumunda kangrene dönüşmesine rağmen henüz ele alınmamış ve ivedilikle çözüm bekleyen konuları, onlarca değil tonlarca sorunu gündemine almalıdır. Bu gerekçelere ve gerçeklere rağmen, toplumcu çizgiden kopup da bireysel konuları ve bunalımları işlemek, Bekir Yıldız’a göre hem lüks hem duyarsızlık hem de edebi hatta tarihi bir yanılgı olur. (Yakut, 2006:40)

Sanat görüşlerini bu minvalde toparlayan, yerleştiği yörüngeyi bu türevden sözlerle özetleyen Bekir Yıldız; düşüncelerinden sanatına gidiyor / gitmiş gibi gözükse de aslında sanatından ve karakterinden bu düşüncelere gelmiştir. Yazarın biri hariç, bütün romanlarının ve çoğu hikayelerinin otobiyografik karakterli olması, yaşadıklarını yazması / yazabilmesi, hayatından birçok hayat çıkaramaması, hayal gücünün zayıflığıyla ilişkilendirilebilir. Bu durum yazarımızın sosyal gerçekçi olmasını ve bütün sosyal gerçekçi yazarların edebi duruşlarını da bir şekilde açıklayabilecek derecede ve değerde bir saptamadır. Tanpınar’ın deyimiyle “romancı muhayyilesi” ile doğmayan yazarlardan olan Bekir Yıldız, bu açığı kapatabilecek eğitim ve bu yolla edinilen birikimden, yazarlık imkanlarından da yoksundur. İyi bir eğitim alamayan, alaylı yazar Bekir Yıldız; yaşamış, yaşadıklarını yazmış, hayata sanatın değil siyasetin gözlüklerinden bakmış, daha sonra yazdıklarını çeşitli söyleşilerde bir sanatsal çerçeveye oturtmuştur. Estetiğini el yordamıyla kuran yazarlardandır Bekir Yıldız, diğer pek çok yazar gibi…

İlk karısından boşanan, çok sevdiği eserlerinin bir kısmının telif haklarını, boşanma nafakası karşılığı ilk karısına bırakmak zorunda kalan Bekir Yıldız, otobiyografik içerikli bir romanında, sözünü emanet ettiği başkarakteri aracılığıyla bu eserleri ile helalleşirken, vedalaşırken özetleme tekniği ile eserlerinin oluşum maceralarını hatırlar: “Oysa onları ben nasıl da güç koşullarda yaratmıştım. Geceler

bozkırından, Berlin bulvarlarından, sıla zindanlarından çağırırdım masama… Kimi gözyaşı dökerdi. Dökülen yaşlar, yazılanların mürekkebi olurdu. Kimi gülümserdi yarınlara. Gülümseyişleri beyaz güvercinin kanadı olurdu.” (AS, 2006:43)

Bekir Yıldız’a göre de sanat, yaratıcılık işidir. Sanatta yaratmanın güçlüğünü ve Tanrısallığını anlatmak için ekseriya doğum örneğinden yararlanılır. Kadın rahmi, içine düşen tohuma can vererek, kadını yarı Tanrı bir varlığa dönüştürür. Bir embriyonun, canlının gelişimi ve doğumundaki sancılar ise bu yaratıcılığın bedelidir. Aile Savaşları’nda Bekir Yıldız eserlerinin ortaya çıkış süreci ile ilişkili benzer bir yaklaşımı benimser ve günceller: “Gelin, hepiniz toplaşın çevremde. Hepiniz benim

çocuklarımsınız. Yaratıldığınız günleri, geceleri anımsayın. Yarattıktan sonra, loğusa kadınlar gibi hasta olduğumu anımsayın.” (AS, 2006:53) Bir bedene can veren kadınının, çıktığı zorlu sürecin sonrasında kendine geldiği, kendini topladığı dönemdir, nekahet dönemidir lohusalık dönemi.

Sanatın, bahusus genelde yaratıcılığın bir doğuma, doğurmaya benzetilmesi eski ve yerleşik bir kalıptır: “Sokrates’in annesinin ebe olduğu ve Sokrates’in konuşma

sanatını ebelerin ‘doğurma sanatına’ benzettiği söylenir. Çocuğu doğuran kişi ebe değildir. Ebe yalnızca doğum sırasında hazır bulunup doğuma yardımcı olur. Sokrates de kendine düşen şeyin insanların doğruyu ‘doğurmasına’ yardımcı olmak olduğuna inanıyordu. Çünkü gerçek kavrayış insanın içinden gelir. Başkaları tarafından öğretilemez. İnsanın içinde kavradığı şeydir gerçek ‘bilgi’.” (Gaarder, 1997:77) Bekir Yıldız da özelde bu genelde ise tüm eserlerinin ortaya çıkışını bir doğuma, ifadeyi biraz daha iyileştirirsek, bütün evreleri benzeşen kutlu ama sancılı bir doğuma benzetir.

Bekir Yıldız, hayatı ile sanatı arasındaki ilişkilerin de görmezden gelinmesini istemez ve eserlerini kendi cümleleri ile yaşantısına, yaşadıklarından öğrendiklerine bağlar: “Berlin’i tanımasaydım Harran’ı yazamazdım belki de.” (Oral, 1973:3) Kendi teklifleri ve telkinleri doğrultusunda Bekir Yıldız’ın eserleri, özel hayatından ve özel hayatı ile atbaşı giden zeitgeisttan / zamanın ruhundan, sosyal ve politik devirden bağımsız okunamaz. Arkadaşı Ataol Behramoğlu’nun “Yaşadıklarımdan öğrendiğim

bir şey var.” dizesi, “yaşadıklarımdan öğrendiğim birçok şey var”a çevrilirse, Bekir