• Sonuç bulunamadı

Fırka desiselerinden mütevellid şüpheler o kadar içimize işlemiş ki, en katı hakikatlere bile pek az inanıyoruz. Dört senedir aldatılan ve aldanan kalemler birden bire uyandı. Fakat hala o yalancı rüyanın sarhoşluğu baki!

Şimdi, bütün maddi ihtiraslardan uzak olan mukaddes sanat müessesesinde bile karanlık müteaffin köşeler aranılıyor.

Daha dün, Hadisat Gazetesi’ nde, Buhud İsrafil Efendi, hiç de tetkik ve tetebbu etmeden yazdığı birkaç keyfi satırla, yalnız bedia bir imanın mahsulü olan son edebi cereyana hücum ediyor, onda mevhum düşünceler, gizli maksadlar arıyordu.

Bugün ise, biraz mizaha, biraz da ciddiyete yaklaşan bir ifade ile muhterem refikimiz “Akşam” aynı bahsi kurcalıyor.

Altında imza yerine “üç yıldız” taşıyan bu makalenin sahibi –eğer zannımda yanılmıyorsam- mecmuamızın yoluna hiç de yabancı olmayan bir risalenin en kıymetli bir nasiriydi.

Dün, kendisiyle el ele yürüdüğü bir amel arkadaşının vaziyetini amenin nazarında şüpheli göstermek herhalde büyük bir kahramanlık ve dostluk değildir.

Daha dün, Necmettin Sadık, Falih Rıfkı, Kazım Şinasi Beyler hep aynı bedia gaye uğrunda çalışan Yeni Mecmua’nın en kıymetli muharrirlerindendi.Hakikat bu kadar açık ve yakın iken, şimdi kendi gazetelerinin sahifelerini, işi şakaya boğarak – bilmem ki ne söylesem- biraz samimiyetsizliğe hasr etmeleri oldukça garip ve acı!

Edebiyat, hiçbir vakit propagandacıların vasıtası olmaz. Hakiki sanatkarlar daima lâbedia hadiselere yabancı kalmış, daima muzır şahsiyetlerin telkinlerinden sanatını uzak tutmuştur.

Aşk sahibi bir bestekar hiçbir vakit başkasının keyfi için sazını değiştirmez!

Aksini ispat etmek için hayattan canlı misaller göstermeye kalkarsanız yanılırsınız.

Hececilikle aruzculuk arasında çalkanarak, sırasına göre kah o tarafa, kah bu tarafa geçen şahsiyetsizler, esasen sanatla alakası olmayan zavallılardır.

“Aruzun” isterlerse muhalif partilerin alkışçıları olsunlar. Biz bu nev’i tezahürata karşı lakaydız. Hakiki sanatkarlar yalnız güzelliğin aşığıdır

BUGÜNKÜ EDEBİYAT

Eski gazel edebiyatının uzun zamanlar aleyhinde bulunan eski bir arkadaşım, bunun sebebini izah için bir gün bana şu küçük masalı anlatmıştı:

- Dedelerimiz ne zevksiz adamlarmış! Hepsi yüzlerce sene aynı güzeli sevmişler ve aynı hislerle sevmişler.

Galiba o dilber huzurun çeşmesinden bir katrecik tatmış olacak ki yıllarca hüsnüne bir halel gelmemiş. Selvi kameti, keman kaşları, ahu gözleriyle bütün harabat erenlerinin aklını yağmalamış.

Hiçbiri anlamamış ki, hala cinsiyetini bile öğrenemedikleri bu akıl alıcı his maskesi altında, yedi köyün evvelki dedelerini ağlatan acuze sırıtıyor. Nihayet, Frenk diyarında asıl güzelliğin ne olduğunu öğrenen birkaç cesaretli genç gelip bu maskeyi kaldırmışlar. Altından korkunç bir acuze mumyası çıkmamış mı? O vakit bu mumyalaşmış simanın hayaline ağlayanların gözlerindeki yaşlar kurumuş, kimi şaşırmış, kimi acınmış. Hatta kimisi de senelerden beri döktüğü yaşlara gülmüş.

Tanzimat dediğimiz büyük devirden sonra Şinasi, Kemal ve Hamit’ in İstanbul’ un bilmediğimiz bir köşesine gömdükleri bu acuze, eskiden hiç de çirkin değildi… Maddenin esiriyle birleştiği uzak çöllerde doğduktan sonra, daha pek çocukken İran’ a gelmiş, orada bir dehkanın evinde büyümüştü. hulyalarında hala cemşid bezmini yaşayan bu dehkan bütün hikayelerini anlattı. Kıyafetini Samati saraylarının zevkine göre tanzim etti. Artık bu yüksek,mağrur bir Kisrâ kızıydı.

“..Gidenlerin dönmediği uzak bozkırlar diyarından altın hasalı al atına koyularak aynen mağrur bakışlı genç hakan, Persepolis harabeleri üstünde ihtiyar dehkanın bütün tükenmez hikayelerini dinleyen Kisrâ kızını genç barbara kaptırmak istemeyen kıskanç dehkan onu aldı.Kimsenin bilmediği,tılsımlı, bir ateş-gedeye kapadı. Pehlevi bülbülünün ateş mabuduna söylediği ilâhîlerin manasını anlamayanlar artık onu göremeyeceklerdi…

“…Çin’de, Bizans’ta okumuş ak sakallı hekimler birçok çalıştılar,uğraştılar;hakan ayıldı.Lakin kendine gelen genç barbar harabeler üstünde bir ilahe gibi gördüğü Kisrâ kızını mutlaka istiyordu.Hakanın taşan gazabı karşısında İran büyükleri titreştiler.Nihayet,hiç çare kalmadığını görerek ihtiyar dehkanı zorla hükümdarın karşısına çıkardılar ve dediler ki:

-Kisrâ kızını bulsa bulsa bu adam bulabilir!

“Dehkan,altın tavuslar üzerine kurulmuş tahtında hiddet ve endişeden sararan genç hakanın karşısında dokuz kere eğilip yere serilmiş ipek halıyı öptü.

-Hürmüz yardımcın olsun hakanım,dedi.Mademki emrediyorsun,emrini yerine getirmeyen yüz bin şerrine uğrasın.Yalnız Kisrâ kızı tılsımlıdır,yüzündeki nikabı açınca ölür. İhtiyar dehkan yüzü nikablı kızı getirdi.Acaba bu gelen hakikaten Kisrâ kızı mıydı? Yoksa kıskanç dehkan başka bir kadın mı getirmişti? Bilinmiyor. Hakan o çılgın aşk ile etrafındaki ozanlara emretti, bundan böyle kısraklarını sağan bozkır kadınlarını değil, nikablı Kisrâ kızının güzelliğini terennüm edeceklerdi. Türk şairleri böylece görmedikleri bir güzel için nihayetsiz aşk şiirleri, gazeller, mersiyeler yazdılar, ve bu tam dokuz yüz yıl mukaddes bir an’ane şeklinde sürdü gitti.

Şimdi söyle bana: Dedelerimiz hakikaten sevmiş olsalar başka başka dilberin aşkıyla inlemeyecekler miydi? Duygularında birçok ayrılıklar olmayacak mıydı?

Günleri ister saadet ister felaketle dolsun, seneler ne çabuk, ne doyulmadan geçiyor! Geçen gün altı senelik uzun bir ayrılıktan sonra, tekrar eski dostuma rast geldim. Geçen zamanlardan tatlı bir rüya gibi bahs ettik.Saatlerce konuştuk. Zavallı, edebiyat merakını hala bırakamamış. Bana uzun uzun bugünkü edebiyat hakkındaki tenkitlerini, kendi tabiriyle şikayetlerini, dertlerini saydı döktü.

Genç şairlerin beş altı sedir yazdıkları yeknesek aşk şiirlerini okudukça, eski gazelcileri tenkid edemez oldum. Daima aynı güzelin ayrılığıyla ağlayan samimiyetsiz divanlar karşısında nasıl düşündüğümü bilirsin. Fakat şimdi… Yeni okuduğum her şiire mutlaka aşina çıkıyorum. Atındaki imza ile üstündeki isimden başka aralarında bir ayrılık yok. Hepsi, aynı sesle, aynı kadının aşkını terennüm ediyorlar. Gördükleri sema, gezdikleri deniz, hatta sevgililerinin tuvaleti bile birbirinden farksız. O şiirlerdeki tabiat levhalarını gördükçe bilmem neden, tiyatro dekorlarını hatırlıyorum. Çünkü o kadar mahdud, o kadar cansız, o kadar ısmarlama. Sanat mabedinde şimdiye kadar yetişen mabudlar. Her şeyi tabiatta aramak lazım geldiğini ilahi bir tekerrürât gibi tekrarladılar. Bu ses galiba genç şairlerin kulağına değmemiş olacak ki, hala Fecr-i Ati neslinin “Renih”, “Samen” ve “Rodenbah” dan çıkardığı acemi kopyaları taklitten kurtulamıyorlar. Tabi ki eski gazelciler gibi: onlar da tabiatı gördüklerini zannediyorlardı. Lakin “Firdevsi”yle “Nizami” nin kitapları arasından, içlerinden hiçbiri önlerini kapayan o kitapları bir kenara atmaya cesaret edememişti. Demek ilham menbamızın “Şiraz”dan, “Paris”e intikal etmesi, ruhumuzu ikamete uğratan eski müzmin illetten bizi kurtaramayacak!

- Fakat düşün ki bu son nesil büsbütün yeni bir lisanla, henüz işlenmemiş yeni bir vezinle yazmak cüreti ni gösterdi. Ondan başka bunların en yaşlısının bile daha yirmi beşi doldurmadığını unutma. İçlerinde lisana, vezine ne büyük bir kudretle tasarruf edenler var.

Arkadaşım füturlu bir lakaydlıkla omuzlarını silkerek gülümsedi.

- Eski gazeteciler arasında da mesela “Naili” gibi şekil güzelliğini en yüksek bir dereceye çıkaranlar olmuştu. Lakin asıl yüksek sanatın tabiattan, ruhtan seyyâl bir cevher gibi kopan bu ilahi mahsulün şekil oyuncakçılığıyla ne kadar alakası var bilmem. Herkes ne derse desin, ben Aşık Yunus’ un saf, coşkun bir ruhtan kopan şekil ve lisanı bozuk ilahilerini, Nefi’ nin tunç kafiyeli, musanna’ kasidelerine bin kere tercih edenlerdenim.Bu son neslin şeklen ne kadar kuvvetli nağmelerini dinledim ki tunç kafiyelerin tannân gürültüsü altında kuru, boş bir ruhun zavalılığı inliyordu. Halbuki sanat, dünya yaratıldığından beri kaynayan ruhlardan kendi kendine fışkıran bir mahsuldür. Tıpkı aşk gibi, iman gibi… Bence son neslin asıl yoksulluğu, bütün evvelki nesiller gibi burada toplanıyor. Halkın yalnız lisanını,veznini almakla Milli Edebiyat yahut alafranga tabirle ibdai edebiyat yapılamaz; bunun için evvela onun ruhunu dinlemeli, zevkini anlamalı ki kendi ruhlarımızı kaynayan Acem ve Frenk tesirinden kurtulmak kabil olsun. Yoksa bugün sade lisanla ve milli vezinle yazılan eserler, belki eski gazellerden daha fazla halka bigane ve Türklükten uzaktır. Çünkü şekilden ibaret, kelimeden ibaret, çünkü ruh yok, sanat yok. Yazılan şeylerin yüzde beşi, sipariş üzerine yazılmış sahte kahramanlık destanları; gerisi de aşk, aşk, aşk…

- Demek genç sanatkarınlar aşkı terennüm etmelerini de hoş görmüyorsun. - Rica ederim, sözleri ters anlama…Daima aynı sesle, aynı edayla, aynı

kadının güzelliğini, aynı iştiyakları terennüm eden şairlerin aşkına hiç akıl erdiremiyorum. Eski bir filozof, aşk sanatın anasıdır, diyor. Fakat bu aşk derin ve ateşli ruhların ilahi bir hamlesi şeklinde tecelli eden yaratıcı bir kuvvettir. Mutasavvıflar, bütün kainatın yaratılmasını, çok haklı olarak, ona isnad ediyorlar. Hakikaten, yerle gök arasında öyle aşk menkıbeleri geçmiş ki, kahramanlarının feryadları insanların ruhunda ilelebed aks edecek!Halbuki bizim şairlerin aşkı hafızalarda üç beş gün yaşayacak bir mısra bile yaratmıyor. Sebebini soracaksın, değil mi? Gayet basit: Bizim şairler aşık olacak kadar derin ve samimi bir ruha malik olmadıkları için, aşık olmuyorlar fakat aşka özeniyorlar: bütün cinsi ve şehvani temayüllerini aşk perdesi altında örtmek istiyorlar. Lakin, heyhat! Çok bayağı bir zevkpereslik çapkın, küstah, imalı terennümlerini, aşkın lâhûtî haremine sokmak cinayetini hangi sanat aşığı irtikab edebilir?.. Senelerden beri gayz ile, kin ile, hırs ile dolan ruhlarımız anlaşılan, insanlığın birçok mukaddesatı arasında sevebilmek kabiliyetini de kaybetmiş!..

Edebiyat bahsinde devam ettikçe, coşkun arkadaşımı susturabilmek kabil değildi. Binaenaleyh birden bire sözü değiştirerek, musahabemizi büsbütün başka bir maceraya döktüm; ve saatlerce görüştükten sonra ayrıldık. Lakin şimdi, son senelerin edebi neşriyatını dikkat ve merak ile takip etmiş bir kara saffetiyle kendi kendime soruyorum.: Acaba arkadaşım bugünkü edebiyat hakkındaki şiddetli tenkidlerinde haksız mı?

Herhalde ben bu suale kolay kolay “evet” cevabını vereceklerden değilim. Hele şu son felaket günlerinin sanatkar ruhlara en ufak bir elem gölgesi bile düşüremediğini gördükten sonra … Son söz olarak yine arkadaşımın son cümlesini tekrar edeceğim: Senelerden beri gayz ile, kin ile, hırs ile dolan ruhlarımız, anlaşılan insanlığın birçok mukaddesatı arasında duyabilmek kabiliyetini de kaybetmiş!

Köprülüzade Mehmet Fuad

AŞKIN SARAYI