• Sonuç bulunamadı

GAZEL O kadar verdi teneffür dile mahiyet-i nas

Kendi gölgem bile eyler bana îrâs-ı aras

Çeşm-i vicdana hakikatte dem-a-dem görünür Vech-i ihlâs riyakar hakikat-i dessâs

Şimdi ağyara müdara ile geçmekte günüm Bir zaman yâr ile de etmez iken istînâs

Ne teykin ne te’sir bu muhît-i aczin Yed-i kahrında ezilmiş gibi idrak ü heves

Korkarım Levni ile ruh-ı necibin kararır Dest-i nefretle bile eyleme dünyaya temas Süleyman Nazif

BİR MECZUBLA TANIŞTIM

-Son Sahife-

Birkaç gün sonra ne yabancı bir diyardan geçeceğim.Belki artık gözlerimin senelerdir hasret duyduğu toprakta,göğsümün yıllardan beri hicran çektiği havada yaşayacağım. Belki şu Ren kıyılarında dertleri büyük, meserretleri saf, gözyaşları berrak ve tebessümleri temiz insanlara rast geleceğim.

İşte ilk günü akşama kadar bunları düşündüm ve hepsine kolayca inandım,ruhumun öyle derinden rahat ettiği günü hatırlamıyorum.

Hayatta neye heves ettimse, ne kadar hatıram varsa, hepsini kendi odamda toplamış idim. Yüzlerce resim, atalarımın yemek kitapları. Kim bilir hangi seneleri ve hangi zevkleri haber veren yüzlerce eşya hep bir odanın içinde idi. Akşam onların arasına tam gurup vakti girdim. Ne samimi kalpli, ne hasta adamları şu dört duvarı terk etmek, bana dâr ü diyar bırakmaktan güç geldi. Bütün kararlarımın yavaş yavaş gevşediğini hissediyordum. Evvela ölen kardeşimin portresini ortadan kaldırdım. Bu resim gözlerime canlı göründü. Annemin yadigar bıraktığı resimde aylardan beri ağır ağır, saat saat sönüp giden gözleri bir an yerlerinden oynadı. Büsbütün hareket etmesinden ve bana bir şeyler anlatmasından korkup onu da duvara çevirdim. Kitaplar, seccadeler, eski çarşıların gümüş ve bakırdan eşyası camdan ruhlarının sırrını çözdü. Hepsinden odaya garip, esrarengiz bir hava sirayet etti. Gece sabaha kadar onların başından ayrılamadım. Bir kitap sahifesi zihnimden taşan bir rüya açtı, bir defterde, bir solmuş gazete parçasında derin meraretler sezdim. Yıllardan beri bu oda için benimle beraber yaşıyor muydu? Şimdiye kadar bu sırları nasıl anlayamamıştım? Yazık,

dünyada ne sırlar var ki bilemiyoruz. Belki hiç inanılmayan saadetin bile kaç kere görmeden, bilmeden üzerine basıp geçtik?

Sonra, günün ilk ziyaları her tarafa sathî bir şekilde dağıldı. . Gözlerimin hiç kapanmadığı bu geceyi tıpkı bir rüya gibi terk ettim.

Kim bilir kaç sene sonra dönecektim.İçimde yalnız bir endişe kalmıştı: Bir kaza ile hatıralarımı kaybetmek. O gün dükkan dükkan gezdim. Gayet kuvvetli , üç demir çemberle kapanan,çinko kaplı sandıklar yaptırttım. Hepsini birer birer itina ile bunlara yerleştirdim.Son gece boşalmış odamı görmeliydiniz! Kendisinden intikam almış gibiydi. Sabaha kadar bana ölü gözlerin donuk çukurlarıyla, sitemsiz, hüzünsüz baktı.

Pây-i tahttan işte böyle çıktım. İlk seyahat günü kompartımanın eşyalarından biri gibiydim. Tren huduttan hududa geçti. Hiçbir manzaradan usanıp yerime oturmadım. Bilmem nasıl bir küçük sebeple tanıştığımız yolculardan biri yolcu yemekte bana:

-Nereye kadar gideceksiniz? dedi. -Barşav’dan ileriye! dedim.

-Ben Berlin üstünden Belçika’ya geçeceğim. İsterseniz size göstereceğim istasyonda iner ve güzel Ren yollarını otomobille geçersiniz. dedi.

İçimde itaate o kadar hazırlık vardı, ki hemen kabul ettim.

Sabah vakti Budapeşte’ye uğradık. İlk Avrupa şehri görüyordum. Kompartımanın penceresini severdim. İçeri bir sisle infilak, yanık bir maden kokusu girdi.Orada yavaş yavaş binalardan sıyrılan şehri , açılan yeni ufukları, yürüyen yeni insanları seyrettim. Sisin getirdiği nem ve pas kokusunu en taze bir hava gibi içtim.

Sonra Tuna sularından Almanya’nın sert ve durgun tabiatından, hepsi en son bir şark pay-i tahtı kadar mağrur beldelerden geçtik. Ormanlarda eser, nehirlerde cetvel hali gördüm. Rüzgar bir yerde tanzim ediliyor gibi esti. Her tarafta halka benzer insanların yaşadığı belliydi.

Bana rehberlik vaat eden yolcu Almanya’nın garbında, tek ve tenha bir istasyonda:

-İşte burada ineceksiniz, dedi.

-Otomobil sizi iki saatte oraya götürür. İlk dağları aşınca kendi ufuklarınızı göreceksiniz.

Hakikat, bu küçük beldenin hududunu geçtikten biraz sonra yemyeşil dağ başları göründü. Bir eteğinden diğer eteğine kadar dağlarla dolu bir silsile geçtik. Ellerinde şarap küpleri duran uzun ve sıhhatli kadınlarla yanakları mahzen görmemiş bir şarap kadar taze ve kırmızı çocuklara rast geliyordum. Daha sonra mahalleler kadar birbirine yakın şatoların altından dolaştık. Buraların tabiatının renginde henüz elden çıkmış bir cila parlaklığı var. Belli ki şu camları berrak, bir yeni köşk kadar temiz ve intizamlı şatolarda hiçbir derebeyi inmeyecek. Her yerde insan, her yerde insan eli! Tabiat emir altında, mutî, garip gibiydi.

Mektebin yeşil bahçesine ayak basar basmaz neşemin büsbütün silindiğini hissettim. Şimdi ben ne yapacaktım? Sevinç,sıhhat ve sesle dolu bahçe kalbime dokundu. Bunlar hep benim unuttuğum senelerde yaşayan Alman çocuklarıydı. Büyük başım, şu çocukların babalarının duyduğu kederi duymuş ruhumla ben buraya ne kadar yabancıydım! Ah gurbet! Vatandan yabancı yerde suda ve havada varsın. Sen insanın içinde dert gibi, mert gibi, ruh gibi bir şeysin!

O gece hiç benimsemediğim, hiç ısınmayan ve bana olmayan yatakta elimi göğsüme basarak, bir günah gününü hatırımdan silmek istiyor gibi uyumaya çalıştım.

Aylar böyle geçti. Eğlence, içki, tatil ve gezinti olmadığı zamanlar, tehlikeli yollarda taştan taşa basarak yürüyen seyyahlar gibi dakikadan dakikaya geçerek akşam ediyorum. Ecnebi akşam ruhu kendine getiriyor ve bütün günü bir yara gibi hissettiriyor.

Tam iki sene Ren kıyılarında daha şimalde büsbütün şimalde serseri gezdim. Şimal bitti. Ne benim kederime nihayet, ne insanlara ferah ve cazibe gezdi. Toprak,

hava ve izdiham her yerde benim yabancılığımdan şüphe etti. Her yerde kendimi takip ve zan altında gördüm.

Ne aramaya çıktığını bilmeyen ne bulabilir? Ben yalnız odamı değil, ruhumu pay-i tahtta bırakmalıydım. Ara sıra bir mescit sokağı kadar darlaşan, içinde müezzin sesleriyle cemaat adımları işitilen bu ruh, tıpkı kitapların, eşyanın kendi ruhlarını boşalttıkları hava gibi, ara sıra çatlak bir yerinden böyle bir hava sızan bu ruh bende olmamalıydı! Bir müddet kendi içimin sesinden, esaret gibi nefret duymaya başladım. -İşte terbiyenin insanı düşürdüğü uçurum…

Bu çukuru nasıl, ne ile doldurmalı? Ben burada niçin bana hizmet edenler kadar mes’ud değilim?

Memleketler değişti, sesler değişti, kadın ve erkek değişti. İçinde akşamın tanıyıp uyandırdığı bomboş gurbeti beldelerle, seslerle, kadınlar ve erkeklerle örtemedim. .

Artık ben iki gurbetteydim. Biri gurbet ki insanda var, biri o gurbet ki mesafede. Şehirlerde ve tabiatta var. Hayatın hırslarına ve yorucu münasebetlerine girerken kendimizden ayrılıyoruz. Sanki ana yurttan çıkıyoruz. Öyle bir kervana katılmışız ki ayrılmak muhal, kervanı çevirmek muhal. Bu kervanın develeri çökmek bilmiyor, dikene imrenmiyor ve suyu sevmiyor.

Bir gün bana yepyeni bir fikir geldi: Memlekete dönsem! Ümidi yine annemin anlattığı hicret ve zulüm hikayelerinin henüz aksi duran odamda, kitaplarımda, resimlerimde ve eşyamda gördüm. Bu fikir beni ileriye giden bir dar yol gibi denize giden bir kuvvetli sel gibi kaptı.

Artık her tarafta ikiz manzaralarla beraber yaşamaya başlamıştım.Yeşil ve yekpare Ren bağları arasından Çamlıca’ nın harap, eski bağları sıyrıldı.Mektepteki odamın içini benim odam kapladı. Köy kiliselerinde muhacır muhitlerinin dökülmüş sıvalarıyla esmer olmuş kiremitlerini hatırladım. Yatakta bir ses kulağıma eğiliyor ve şöyle başlıyordu:

-Bak sana anlatayım oğlum.. Kapkaranlık bir geceydi…

İşte ruhumun böyle coşkun bir anında akşamüstü ziyası uzun süren Ren kıyılarından ayrıldım. Vatan ve hatıraya koştum.

İstanbul’ da ilk geceyi ben gideli eskiyip çöken odamın içinde arkadaşıma emanet ettiğim sandukaların heyecanıyla geçirdim. Kim bilir bu eşya nasıldı? Yarın bu nesnelerin hayatları uyanacak, kitaplar söyleyecek, gazeteler her şeyi ifşa edecekti.

Evet, ertesi günü böyle olacak, diye düşündüm. Ümitlerimin ortasında bir kaya gibi yalçın, ıssız ve kalpsiz duran şüpheden kurtulacaktım.

Öğleye doğru üç büyük sandık geldi. İçlerinde ne varsa birer birer çıkardım. Kitaplara sık sık baktım. Resimlere çizgi çizgi dikkat ettim. Ne eski portrelerde gözler yerlerinden oynadı, ne eski gazetelerde satırlar hareket etti. Sanki zaman onlarda damla damla bir ruh çürütmüş, rutubet çizgiler ve şekiller üstünde en vâsi’ bir hayat neşr eden ………,, esire benzeyen …arıtmış, boşaltmıştı.

-Yazık, hep ölmüş! dedim.

Eskiden közler gibi yakan, kalpler gibi çarpan, mesretler ve kederler gibi sirayet eden eşyayı cesetler gibi yerlere serptim.

Bilmem, vatanda, gurbette, hatırada kalmayan ne var ki ben ona muhtacım, bir sır var ki halledemiyorum. Tali’imde bir sihirbazın bağı var. Söyle, Hâlik ………… ve nefretle ölüm arasında bir başka merhale var mı?

Falih Rıfkı

HİCRET

Kuşlara:

Sonbaharın gamları Ürküttü mü pek sizi? Terk edip bu diyarı Ağlattınız hep bizi..

Solgun gökten ince bir Bulut gibi geçtiniz! Altınızda titretir Sizi coşkun bir deniz.

Çok uzak mı, nereye Ey semavi yolcular? Hangi ılık bâdiye Yolunuzu karşılar?

Bu hicretin son izi Sönüyor gün ufukta; Soldurmuştu her benzi Sanki hazin bir sevda

Siz giderken pür melal Ruhunuzdan uçardı; Hasta beyaz bir hilal Size yollar açardı.

Nerde şimdi baharın Müterennim, şen sesi? Gittiniz bu diyarın Hiç kalmadı neş’esi.

Şimdi tenha ve çıplak Sessiz kalan her bahçe… Yere düşen şu yaprak Rüzgarlara eğlence!

Boş yuvalar artık gam Doludur yok bir zâir; Ağlar orada her akşam Yalnız hasta bir şâir…

Şukufe Nihal

BİR İZDİVAÇTAN SONRA