• Sonuç bulunamadı

SÜLEYMAN FAKİH VE MEVLİD-İ ŞERİF

“Tezkire-i Şuara” müellifi “Aşık Çelebi” eserine yazdığı pek kıymetdar bir dibacede,Yıldırım Bayezid devri saltanatının edebi hareketini şu sözlerle hülasa ediyor: ”Herkes asar-ı terbiyat-ı mihrden neşvü nüma ve intiaş ü intişa bulmak lazım olduğuna binaen işâat-ı şems devletlerinden şuaraya dahi bihasbilistidâd o hisse-yi feyz erişip bazı asar zuhur etti.Cümleden biri merhum-ı merkumun kendi imamı Süleyman Fakihdir ki fevtinden sonra Bursa’da bina ettiği Cami’-i Kebirin imamı ve beynelnas Süleyman Mevlidi demekle marub mevlidin nâzım-ı nazm-ı pür intizamı idi.Mevzu u şerefine mahmul olduğumdan gayrı ne niyet halisaya makrun olmuştur ki o mübarek nazmı bu kadar şuarâ-yı belagat-şiârın mevlidleri vaki olmuştur.Birisi onu nesih etmemiştir.Her yıl Memalik-i İslamiye’de nice bin mecliste kıraat olunur.”

Süleyman Mevlidi hakkında Selim-i Sânî asrında yazılmış olan bu sözler üzerinden medid ve muhrip seneler geçmesine rağmen hala doğrudur.Ziya Paşa da dahil olduğu halde bütün Osmanlı erbab-ı fikr ü tenkidi Süleyman Çelebi’nin bu eserine adeta fevk-at tabîa bir mahiyet atf ederler.Fakat Şakayık-ı Numaniye ile Sehi Tezkiresi’nin Hoca tarihinin ve daha sair bazı teracim kitaplarının Süleyman Fakihi zikr etmemesine rağmen halk onun eserini derin,samimi bir hararetle karşılamış,asırlarca sinesinden ayırmamıştır.“Latifi’nin “ bu fakir-i hakir bu zamana değin yüz adet mevlid kitabı gördüm ve nazar-ı iltifatla her birini gözden geçirdim.Birinde bu söz ve haleti ve bu şevk-ı harareti görmedim ve hem bu mertebede birisi makbul ve meşhur olmadı.Beynelnas biri itibar-ı iştihar bulmadı.”demesi bir dereceye kadar o ulvi rağbetin mahsulü add olunabilir.

Filhakika bugün elimizde mevcud olan tarihi vesikalardan Mevlid-i Süleyman’ın daha ilk yazıldığı zamanlardan beri ne hararetli bir kabule ve ne geniş bir şöhrete malik olduğunu göstermektedir.Büyük Türk seyyahı Evliya Çelebi eski Kaplıca kurbunda ayrıca bir merkad-i pür envarı bulunan Sarımsakçızade Süleyman

Efendi’nin bu manzumesini “Al-i Osman mülkünde ve gayr-i diyarlarda tilavet olunan bir sehl-i mümteni ve şiir-i muciz” add ediyor.Süleyman Mevlidinin daire-i iştiharını göstermek için Evliya Çelebinin bu şehadetinden daha kıymetli bir vesika bulunamaz.Yusuf u Zeliha sahibi meşhur Hamdi Çelebi’ye gelinceye kadar yüzlerce şairin Mevlide nazire yazmaya çalışmaları da bu tesirin derece-yi vüs’atine bir delil add olunabilir.Hatta Baki ve Fuzuli gibi üstatlar bile masır ve muakkibleri üzerinde bu kadar büyük ve dindarane bir tesir icra edememişlerdi.

Saray halkıyla ulema sınıfına mesneviler,gazeller,kasideler hazırlayan yüksek sanatkarların daima muhakkar gördükleri halk kitlesi Süleyman Fakih’in eserini bu kadar bahişle karşılayınca bestekarlar da ona kıymet vermeğe mecbur oldular.”Beliğ”in Güldeste-i Riyaz-ı İrfan”ından “Sekban” isminden büyük bir üstadın Mevlid manzumesini bestelediği ve şakirdi Abîd Efendi’nin o besteyi öğrenip kırâata me’zûn olduktan sonra Mevlidi Osman Efendi’ye ve Osman Efendi’nin sultan imamı Mustafa Efendi’ye mezuniyet verdikleri tefsilen yazılmıştır.Mevlidçiliğin bütün Türk memleketlerinde hala devam ettiği düşünülürse o tefsilatın muhiti hakkında hiçbir şüphe der-miyan edilemez.Bu gün hala her vesile ile Türk memleketlerinin en ücra köşelerine kadar her yerde Mevlid okunur ve halk ta çocukluğundan itibaren Süleyman Efendinin bu mucizevi eserini kalbine nakş eder.Türk illerinde Mevlidin ilahi ve mağferet bahş nağmelerine ma’kes olmamış,gözlerinde niyaz ve muhabbet katreleri,peygamberimizin doğuşunu dinlememiş hiçbir kalp yoktur.Bu ebedî eser ilk karileri üzerinde icra ettiği dînî tesiri asırların geçmesine ve umumi zevkin zaruri değişmelerine rağmen hala aynı kuvvetle icra ediyor denilebilir.

Şüphe yok ki bu çok ziyade tetkike şayan edebi ve ruhi bir hadisedir.Edebiyat tarihinin bugünkü telakkilerine göre herhangi bir eserin yaşayıp rağbet kazanması o devrin ve o halkın temayüllerine,zevklerine ma’kes olmasından ileri gelir.Bir devrin müşterek temayüllerini kendinde cem’ etmeyen bir eser,bi-zâtihi ne kadar kıymetli olursa olsun,içtimai bir tesir icra edemeyeceği cihetle kıymet-i tarihçeden mahrum demektir.Halbuki Süleyman Fakihin Mevlidi yazıldığı zaman nasıl samimi bir hevesle dinlenmişse asırlardan beri o hevesi kaybetmemiş ve menevi mevkiini daima muhafazaya muktedir olmuştur.Eğer Türk halkı yani Fuzuliyi,Nedimi,Galibi

anlamayan büyük kitle Mevlidi anlamasalar, sevmeseler, kendi ihtiyaçlarını onunla tatmin etmeselerdi,bu eser sair birçok emsali gibi çoktan unutulur giderdi.

İşte görülüyor ki Mevlidin menba-ı kuvvetini teşkil eden,onu yaşatan sebep her şeyden evvel bir halk kitabı olmasıdır.Filhakika Osmanlı edebiyatının tarz-ı tekamülü hakkında tedkikatta bulunanlar pek iyi bilirler ki Süleyman Fakihin bu eseri halk edebiyatıyla saray edebiyatının en son buluşma noktalarından biri add olunabilir.”Osman Gazi” maiyetindeki cengaverlere pek benzeyen basit bir aşiret beyi hayatı geçirirken “Orhan” dervişlere tekkeler,zaviyeler kurdururken Nev- Eflâtûnîlerin biraz Hindu,biraz İran felsefesiyle karışan tefekkürat sufiyanesi gelip oralara sokulmuş fakat çok basitleşerek kısmen halkın ruhuna girebilmişti.Binaenaleyh o devirlerin edebi mahsulleri en ziyade Yunus Emre ile ona pek benzeyen Şeyyad Hamza,Kaygusuz Abdal gibi mutasavvların eserinden bir de Gülşehri’nin Aşık Paşanın oğlu olan Çelebi’nin aynı tarzda dini ve ahlaki mevzularından ibaret gibi kalmıştı.Bizdeki hayat, besâtet ve safvetini muhafaza ettikçe edebiyat bu şekilde ilerledi.Çünkü şairler,padişahlara ve saray adamlarına değil,bilhassa halka okutmak,avam kitlesine hitap etmek istiyorlardı.O devirlerin bütün mahsulatı gözden geçirilsin,bu halka hitap etmek endişesinin her şeyine tekaddüm ettiği derhal anlaşılır.Mesela Sultan Veled Türkçe şiirlerini sırf Farisi bilmeyen Türk müridleri için yazıyordu.Aşık Paşa kitabın mukaddimesinde Türkleri tasavvuf hakikatlerinden habersiz bırakmamak maksadıyla Türk dili kullandığını söylüyordu.Bu halka anlatmak endişesi gittikçe mütenakıs bir halde hemen Sinan Paşa’ya kadar gider;hatta Murat-ı Sânî sırf bu açık Türkçe merakıyla “Kabusname”yi Mercimek Ahmet’e tercüme ettirir.Fakat sonraları bu temayül yavaş yavaş ortadan kalkar.Hatta o kadar kalkar ki rical-i devletten biri Kabusname’nin pek tabii bir eda ile tercüme edildiğini söyleyerek Nazmizâde’ye süslü bir lisan ile yeniden yazdırır.Sonra ilk zamanlarda henüz bir saray ve bir heyet-i rical teşekkül edemediği cihetle şairler kaside ve câize usullerini henüz hatıra getirmiyorlardı.

Yıldırım Bayezid zamanında daimi fütûhâtın neticesi olarak az çok muhteşem bir saray hayatı başladı.Niyazi’nin,Şeyhoğlu’nun,Ahmedi’nin kasideleri sarayın revak-ı haşmetinde tanindar olmağa başlayınca hissedilmişti.Fakat şurası da Şayan-ı dikkattir ki eski safvet ve sadelik hayatının izleri daha dimağlardan silinmemişti.Padişahı hayat-ı sefîh-ânesinden dolayı taktir edecek bir emir sultan

henüz mevcuttu.İşte Süleyman Fakih’in hakiki ,yüksek bir vücud-u dindarane ile halk lisanında halka hitaben yazdığı aşk ve göz yaşıyla mâl-â-mâl eser an’anâtın bir yadigardır;ve anlaşılıyor ki onun sihr-i sanatı,asırlardan beri hala kal plerde yansıması hep bunda,dini,mukaddes bir halk kitabı olmasındadır.

Köprülüzade Mehmed Fuad

Darülfünun Türk Edebiyatı Müderrisi

UNUTULMUŞ

Beni yorgun döndürüyor her gezintiden Tılsımı var bende hala o son bakışın Nerde,derim,o yabancı beldeye giden? Nerde beni yad etmeyen güzel sarışın?

Harab olmuş gibi hicran düşüncesinden Sahil esmer,gökler bile solgun benizli Durgun sular uzaklaşmış gibi senden Hala serin rüzgarlarda matemin gizli

Geçiyorken ben bu tenha gölgeliklerden Sevdamızı hatırlatan kuytu bir yerden Bir sır gibi fısıldanır yavaşça adım Bazı hırçın dalgaların kalbi çarparken

Sahillerde senden kalan bir gölge varken Hüznüm geçer,sanırım ki unutulmadım!

Faruk Nafiz

KÖY GECELERİ