• Sonuç bulunamadı

Bu fırka, Abdullah b. Sebe adındaki şahsın taraftarlarından oluşur. Abdullah b. Sebe, Ali'ye (radıyalhhu anh) -ilah olduğunu imâ ederek- 'Sen! Sen!' demişti. İmam Ali (radıyallahu anlı) onu Medayİn şehrine sürdü. Bu şahsın aslen Yahudi olduğu, sonradan müslüman olduğu söylenmiştir.

Yahudiliği döneminde Yûşa b. Nûn için 'Musa peygamberin vasisidir' demiştir. Müslüman olduktan sonra da aynını İmam Ali (radıyallahu anh) hakkında söylemeye başladı. Onun imametinin nas ile vacip olduğu fikrini ilk ortaya atan da o idi. Diğer aşırı fırkalar bundan doğmuştur.

Ona göre İmam Ali (radıyallahu anh) ölmemiş olup yaşamaktadır. Çünkü onda ilâhî bir parça olup onu ele geçirmek mümkün değildir. Bulutların içinde gelen odur, gök gürlemesi sesi, şimşek tebessümüdür. Bir gün yer­yüzüne inecek zulümle dolmuş olan dünyayı adaletle dolduracaktır.

İbn Sebe bu iddialarını İmam Ali'nin (radıyallahu anh) vefat etmesinden sonra dillendirmeye başlamış ve bir cemaat oluşturmuştur. Tevakkuf, gay-bet ve ric'at gibi sapık fikirler ilk olarak bu cemaattan çıkmıştır. Bunlar, imam Ali'den (radıyallahu anh) sonra da ondaki İlâhî parçanın diğer imam­larda tenasüh ettiğini iddia etmişlerdir. İbn Sebe'nin şöyle dediği rivayet edilmiştir: "Bu husus, onun muradının aksini savunsalar dahi sahabe tarafından da bilinmekteydi. Nitekim o, Harem'de had cezası olarak birinin gözünü çıkardığı zaman Ömer b. Hattâb (radiyallahu anh) bu olay hakkında şöyle demişti: '-Hâşâ- Allah Teâlâ'mn eli Harem-i Şerifte bir göz çıkarmışsa buna ne diyebilirim?!'"

B- Kâmiliyye:

Ebu Kâmil adında bir şahsın taraftarlarından oluşmuş bir fırkadır. Bu şahıs, imam Ali'ye (radıyallahu anlı) biat etmedikleri iddiasıyla bütün sahabe-i kiramı küfürle itham etmiştir. Aynı zamanda tabiî hakkını talep etmedi diye­rek imam Ali (radıyallahu anh) hakkında da ileri-geri konuşmuş, hurûc etmesi ve ortaya çıkması gerekirken oturmasını mazur görmemiştir. Ona göre imamet bir insandan diğerine geçen (tenasüh eden) bir nurdur. O nur, bir şahısta peygamberlik (nübüvvet), başka bir şahısta imamet olarak görünür. Bazen de imamet, nübüvvete intikâl eder. Ona göre ölüm anında ruhlar tenasüh eder.

Aşırı fırkaların yaklaşık tamamı tenasüh ve hulul fikirlerinde fikir birli­ği etmişlerdir. Tenasüh, hemen her dinde bir fırkanın ileri sürdüğü bir iddi­adır. Asıl kaynağı ise Mazdekîler, Hint Brahmanları, filozoflar ve Sâbiîler-dir. Bu fırka mensuplarına göre Allah Teâlâ her yerde mevcuttur, her dilde konuşur ve her insanın suretinde hulul mânasında zahir olan O'dur.

Hulul, bazen cüz'î bazen de külli olur. Cüzi olması güneşin küçük bir pencere veya kristal üzerine yansıması gibidir.

Küllî olması ise meleğin bir şahısta, ya da şeytanın bir hayvanda zuhur etmesi gibidir.

Tenasüh ise dört mertebede gerçekleşir: Nesh, Mesh, Fesh ve Resh. Bunlar Mecûsî fırkalarının tafsilâtına girildiği zaman açıklanacaktır. En yüksek mertebe melekiyyet veya nübüvvet mertebesidir. En aşağı mertebe şeytanlık veya cinnîliktir.

Ebu Kâmil'in tenasüh konusundaki görüşü zahiriyle sınırlı olupayrıntılı değildir.

C- Albâiyye:

el-Albâ b. Zira ed-Devsî -bazılarına göre el-Esedî- adındaki şahsın çevresinde toplananların oluşturduğu fırkadır. İmam Ali'yi (radıyallahu anh) Din Sahipleri Allah Resûlü'nden (salkllâhu aleyhi ve sdiem) üstün tutardı. Ona göre imamAli {radıyallahu anh) -hâşâ- bir İlahtı. Hz. Muhammed'İ (sallallâhu aleyhi ve seltem)peygamber olarak gönderen de oydu. Allah Resûlif nü (sallailâhu aleyhi ve sel-iem) zemnıederdi; çünkü ona göre Hz.

Muhammed (saliaUâhu aleyhi ve sellem) Ali'ye davet etmek için gönderilmiş olduğu halde kendine davet etmişti. Bu yüzden fırkanın bir adı da Zemîme (Zemmedenler) idi.

Fırkanın bazı mensuplarına göre her ikisi de ilahtı. Ancak İlahlık hükümleri bakımından Ali'yi (radıyallahu anh) önde tutarlardı. Bu görüşte olanlara Ayniyye denilmiştir.

Bazıları ise ilahlık bakımından Hz. Muhammed'İ (sallallâhu aleyhi ve sel­lem) üstte görürlerdi ki bunlara da Mîmiyye denilmiştir.

Bazıları İse Hz. Muhammed (sallallâhu aleyhi ve sellem), Ali (radıyallahu anh), Fâtima (radıyallahu anh), Hasan {radıyallahu anh) ve Hüseyin'in (radıyallahu anh)

hepsini ilah olarak görürdü. Onlara göre bu beşi, tek bir varlık gibiydi. Birinin diğerine göre üstünlüğü yoktu. Fâtıma'yı (radıyallahu anh) dişil olarak zikretmeyi hoş görmedikleri için sonundaki dişilik tâ'sını atarak Fâtım der­lerdi. Nitekim şairlerinden biri şöyle demiştir:

Dinde Allah'tan sonra şu beşini dost edindim:

Bir peygamber, iki torunu, bir önder ve Fâtım.

D- Muğîriyye:

el-Muğîre b. Sald el-Iclî adındaki şahsın taraftarlarının oluşturduğu fırkadır. Muhammed b. Ali b. Hüseyin'den sonra imametin Muhammed en-Nefs ez-Zekiyye b. Abdullah b. Hasan b. Hasan'a geçtiğini iddia etmiştir. Bilindiği üzere en-Nefs ez-Zekiyye Medine'de kıyam etmişti. el-Muğîre onun ölmeyip yaşadığını iddia etmiştir.

El-Muğîre, Hâlid b. Abdullah el-Kısrfnin azatlısıydı. İmam Muham-med'den sonra imametin kendisine geçtiğini iddia ve bilâhare peygamber­liğini ilân etmiştir. Haramları helal saymış, Ali (radıyallahu anh) hakkında akıl almaz bir aşırılığa yönelmiştir. Bütün bunlara teşbihe dayalı görüşlerini de ilâve ederek şöyle demiştir: Hak Teâlâ, cisimdir ve harflere benzer organları vardır. Nurdan bir erkek suretindedir. Başında nurdan bir taç vardır.

Kalbi hikmet fışkıran bir pınardır. Âlemi yaratmak istediğinde ism-i Azam'ı telaffuz etmiş, bu isim havada uçarak O'nun başına taç ola­rak konmuştur. Taratıp şekil veren yüce Rabbinin ismini teşbih et!' (A'lâ, 87/1) buyruğu da bunun beyanıdır.

Sonra kulların fiillerine muttali olup bunları avucuna yazdı. İşledik­leri günahlardan dolayı gazaba gelerek terledi. Terinden iki deniz husule geldi.

Biri tatlı, biri tuzlu oldu. Tatlı olan aydınlık, tuzlu olan karanlıktı. Aydınlık denize bakınca kendi gölgesini gördü. O gölgesinden bir kısmını alıp ayı ve güneşi yarattı. 'Benimle beraber başka İlah olamaz!' buyurup kalan gölgeyi yok etti. Sonra kalan mahlukâtı iki denizden yarattı. Kâfir­leri karanlık denizden, müminleri aydınlık denizden yarattı. İnsanların gölgeleri ilk yaratılan şeylerdi; bunlar arasından da ilk önce Hz. Muham-med'in (sallaUâhu aleyhi ve seilem) ve Hz. Ali'nin gölgelerini yarattı. İmam Ali'yi imametten menetme emânetini göklere, yerlere ve dağlara teklif etti.

Hiçbiri bu emâneti almaya yanaşmadı. Sonra emanet insanlara arzedildi. Sonunda Ebu Bekir (radıyallahu anh), Ömer'in (radıyallahu anh) emriyle o emâne­ti yüklendi. Ömer (rajyallahu anh) ona, 'Sen bu emâneti götür, sana yardım ederim. Tek şartım var, o da İmameti senden sonra bana vasiyet etmendir' dedi. O da bu şartı kabul etti. Allah Tcâlâ'nın "Ve insan onu yüklendi. O gerçekten çok zâlim ve câhildir." (Ahzâb, 33/72) ayetini buna yormuştur. Ömer (radıyallahu anh) hakkında ise "Şeytan gibi ki o insan -oğluna- "İnkâr et!' demişti. İnkâr ettiğinde ise, 'Ben senden beriyim' demişti." (Haşr/16) buyruğunun nazil olduğunu söylemiştir.

el-Muğîre Öldürüldüğü zaman taraftarları bölündü. Kimisi onun geri döneceğine inanırken kimisi de Muhammed'in imametini beklemek gerektiğine inandı. El-Muğîre, Ebu Ca'fer Muhammed b. Ali'nin imame­tini iddia etmiş, ardından da onun hakkında aşırıya kaçarak ilahlığını iddia etmiştir. İmam el-Bâkır ondan teberrî ederek kendisini lanetlemiş-tir. el-Muğîre taraftarlarına şöyle demiştir: Onu bekleyin, bir gün mut­laka dönecektir. Cebrâîl (aleyhisselâm) ile Mikâil (aleyhisselâm) ona Rükün ile Makam arasında biat edecektir. el-Muğîre onun Ölüleri dirilttiğini de iddia etmiştir.

E- Mansuriyye:

Ebu Mansûr el-Iclî adlı şahsın taraftarlarından oluşan fırkadır. Bu şahıs kendisini Muhammed b. el-Bâkır'a (radıyallahu anh) nisbet etmiştir. İmam el-Bâkır, onunla hiçbir bağı olmadığını ilân ederek kendisini kovun­ca kendi imametini iddia etmeye başlamış ve İmam el-Bâkır vefat edince,

"İmamet bana geçti' demiştir. Bu iddiayla ortaya çıktı, Kûfe'de Benî Kin-de'den bir cemaat topladı. Hişâm b. Abdulmelik zamanında Irak valisi olan Yusuf b. Ömer es-Sekafî çirkin iddialarından haberdâr oldu ve onu yakalatıp astırdı.

Ebu Mansûr el-Iclî, İmam Ali'nin (radıyallahu anh) gökten düşen parça olduğunu iddia etmiş, kimi zaman da şöyle söylemiştir: "Gökten düşen parça Allah Teâlâ'dır." Kendi imametini iddia etmeye başladığında şöyle demiştir: "Göğe yükseldim ve orada mabudumu gördüm. Eliyle başımı sıvazlayarak şöyle dedi: 'Ey oğul, yeryüzüne in ve emirlerimi tebliğ et!' Sonra beni yeryüzüne indirdi." Bu durumda gökten düşen parça kendisi olmaktadır.

Yİne onun iddiasına göre peygamberlerde asla inkıta olmadığı gİbİ risâlet de kesintiye uğramaz. Ona göre Cennet, kendini sevmekle emro-lunduğumuz bir adamdır. O ayrıca vaktin de imamıdır. Cehennem de öyle biridir ki ona da buğz ve düşmanlık etmekle emrolunduk. Ayrıca o imamın düşmanıdır. Ebu Mansûr, bütün emir ve yasakları insan isimleri olarak tevil ederdi. Ona göre farzlar, sevilmesi emredilen insanların isim­leriydi. Haramlar da nefret edilmesi emredilen kimselerin isimleriydi. Bu tevil İle maksadı, dinin emir ve yasaklarını geçersiz kılmaktan başka bir şey değildi. Nitekim onun taraftarları muhaliflerini öldürmeyi, mallarını gaspetmeyi ve kadınlarını esir almayı helal görmüşlerdir. Bunlar Hurre-miyye'nin bir grubudur. Farz ve haramların birtakım insanlara benze­tilmesinin nedeni, sevilmesi emredilen kimseleri sevdiğimizde farzların sakıt olması, nefret etmemiz emredilen kimselerden nefret ettiğimizde ise haramların boşa çıkmasıdır.

Ebu Mansûr el-Icifnin ortaya attığı bir diğer bidat, Allah Teâlâ tarafından yaratılan ilk insanın Hz. İsa (aleyhisselâm), ikinci insanın da Ali b. Ebî Tâlib (radıyallahu anh) olduğudur.

F- Hattâbiyye:

Hattâb Muhammed b.Ebi Zeyneb el-Esedî adlı şahsın taraftar­larının oluşturduğu fırkadır. Hattâb, Esed oğullarının azatlısıdır. Ebu'l-Hattâb, kendisini Ca'fer es-Sâdık'a nispet etmişse de, İmam Ca'fer kendisi hakkında aşırı fikirlere saptığım öğrendiği anda ondan yüz çevire­rek ona lanet etmiş ve cemaatine de ondan yüz çevirmelerini emretmiştir.

Bunun üzerine Ebu'l-Hattâb kendi imametini iddia etmeye başlamış, imamların peygamber hatta ilah olduklarını iddia etmiştir. İmam Ca'fer

es-Sâdık'ı ve babalarını ilah olarak niteledi. "Onlar Allah Teâlâ'nın oğul­ları ve dostlarıdır." dedi. Ona göre ilahlık peygamberlik üzerinde bir nur, peygamberlik de imamet üzerinde bir nurdur. Dünya bu nur ve eserler­den hâli kalmayacaktır. Ona göre Ca'fer yaşadığı dönemin ilahıdır. Yine o,

"O, duyularla algılanabilen ve görülebilen bir varlık değildi. Ancak yeryüzüne İndiğinde bilinen suretine büründü ve insanlar onu bu suretiyle gördüler." demiştir.

Halife el-Mansûr'un valisi İsa b. Musa onun çirkin iddialarından haberdâr olunca Küfe meydanında idam ettirdi. Onun Ölümünden sonra taraftarları dağılıp parçalandı.

Bir fırka, Ebu'l-Hattâb'dan sonra Mu'ammer adında birinin imam olduğunu iddia etmiş ve ona Ebu'l-Hattâb'a davrandıkları gibi dav­ranmışlardır.

Cennetin dünyevî zevkler, cehennemin de dünyevî acılar olduğunu İleri sürmüş ve dünyanın yok olmayacağını iddia etmişlerdir. Farzları terk ederek haramları mubah görmüşlerdir. Zina, şarap ve ben­zeri birçok haramı helal saymışlardır. Namaz ve benzeri farzları da terk etmişlerdir. Bu fırka mensupları Mu'ammeriyye olarak bilinir.

Bir başka fırka ise Ebu'l-Hattâb'dan sonra Bezîğ adında birinin imam olduğunu iddia etmiştir. Bu adam, Ca'fer'in imam olduğunu, yani İlahın onun suretinde tecellî ettiğini iddia etmiştir. Her mümine vahiy gelebilece­ğini söyleyerek Allah Teâlâ'nın "Hiçbir nefs Allah'ın İzni olmaksızın iman etmez" (Yûnus, 10/100) buyruğunu buna tevîl etmiştir. Ayetteki 'bi-iznil-lah-Allah'ın izniyle' buyruğunu, 'bi-vahyillah=Allah'ın vahyi ile' şeklin­de tefsir etmişlerdir. "Rabbin balansına vahyetti ki" (Nahl/67) buyruğunu da bu şekilde tevîl etmişlerdir. İddiasına göre kendi arkadaşları arasında Cebrail (aleyhissdâm) ve MikâiFden (akyhisseMm) daha faziletli kimseler vardır. İddiasına göre kemâl derecesine ulaşan bir insanın öldüğü söylenemez; ancak onlar arasından nihayete ulaşan kişinin melekûta rûcû ettiği söylene­bilir. Fırka mensupları ölülerini gece gündüz gördüklerini de iddia etmiş-lerdir. Bu fırka, kurucusuna nispetle Bezîğİyye olarak adlandırılmıştır.

Bir başka grup ise Ebu'l-Hattâb'dan sonra Umeyr b. Beyân el-Iclî adında bir şahsın İmam olduğunu iddia etmiştir. Bunlar ilk fırka İle aynı görüşleri İleri sürmüş, ancak onların da öldüğünü kabul etmişlerdir. Küfe çöplüğünde bir çadır kurmuşlardı. Orada toplanıp Ca'fer es-Sâdık'a iba­det ediyorlardı. Yezîd b. Ömer bu yaptıklarını haber alınca Umeyr'i yaka­lattı ve Küfe çöplüğünde astırdı. Bu fırka hem Umeyriyye, hem de Icliyye adıyla tanınmıştır.

Bir diğer grup Ebu'l-Hattâb'dan sonra Mufaddal es-Sayrafî'nin imam olduğunu iddia etmiştir. Bunlar Ca'fer'in peygamber ve resul olmayıp rab olduğunu iddia etmişlerdi. Bu fırka da Mufaddaliyye olarak isimlendiril­miştir.

İmam Ca'fer es-Sâdık bu sapık fırkaların tamamından teberrî etmiş, onları çevresinden kovarak lanetlemiştir. Bunların hepsi büyük bir şaşkınlık ve dalâlet içinde kimselerdi. İmamlar konusunda da büyük bir cehalet içindeydiler.

G- Keyyâliyye:

Ahmed b. elKeyyâl adında bir şahsın taraftarlarından oluşan bir fırkadır. Bu şahıs, Ca'fer b. Muhammed esSâdık'tan sonra Ehli Beyt'ten -muhtemelen gizli- bir zâtın imametini iddia ve ona davet etmiştir.

Bu şahıs ilim adına birşeyler duymuş, ancak bunları kendi sağlıksız ve dayanaksız fikirleriyle karıştırarak her ilim dalında daha önce işitilmemiş ve akıl almaz bir görüş ortaya atmıştır. Bazı noktalarda Hasan'a ısrarla karşı çıkmıştır.

Ehl-i Beyt onun bidatlerine muttali olunca kendisinden teberrî etmiş ve yanlarından uzaklaştırarak lanet okumuşlardır. Ehl-i Beyt'in bu tavrı üzerine onları terkeden el-Keyyâl kendi davetini başlatmış ve önce imâm, ardından da Kâim olduğunu iddia etmiştir.

Ona göre âfâkı enrüs üzerinde takdir edebilen ve her iki âlemin tavrını ortaya koyabilen herkes imamdır. Âfâk ile kasdettiği ulvî âlem, enfüs ile kasdettiği ise süflî âlemdir. Küllü zâtında takrir eden, bütün küllileri kendi şahs-ı cüzisinde açıklayabilen kişi kâimin kendisidir. İddiasına göre bütün zamanlar içinde bu takriri yapabilen tek insan Ahmed el-KeyyâPdır. Bu nedenle de Kâim kendisidir.

Önce imam, sonra kâim olduğunu İddia ettiği için bizzat kendi taraf­tarlarından birince katledilmiştir. Fikirleri Arapça ve Farsça kaynaklarda yaşamaya devam etmiştir. Bunların çoğu aklen ve şer'an kabul edilemez nitelikte saçmalıktan İbarettir.

El-Keyyâfe göre üç âlem vardır: Âlem-i a'lâ, âlem-i ednâ ve âlem-i insanî.

Alem-i a'lâda beş mekân mevcuttur: En üstte mekânların mekânı yeralır ki bu, boş bir mekân olup hiçbir varlık tarafından meskûn olmadığı gibi hiçbir rûhânî tarafından da idare edilmez. Rüll ile çevrilmiştir. İddi­asına göre bu, şeriatte vârid olan Arş'dan ibarettir. Bu mekânın altında Nefs-i a'lânın mekânı, onun altında nefs-i natıkanın mekânı, onun da altında nefs-i insanînin mekânı mevcuttur.

Ona göre nefs-i İnsanî nefs-i a'lâ âlemine yükselmek istemiş ve oraya tırmanmaya başlamıştır. Bu meyanda hayvani ve nâtık mekânları yırtarak geçmiştir. Nefs-i a'lâ âlemine yaklaştığında bocalamaya, tökezlemeye, bozulmaya ve dönüşmeye başlamış ve âlem-i süfliye düşmüştür. Orada asırlar ve devirler boyu bozulmuş ve dönüşmüş halde kalmıştır. Daha son­ra nefs-i a'lâ onun üzerinden geçmiş ve ona kendi nurlarından bir parçayı taşırmıştır. Bunun sonucunda da bu âlemdeki terkipler ortaya çıkmıştır. Böylelikle gökler ve yer, madenler, bitkiler, hayvanlar ve insan oluşmuş­tur.

Nefs-İ insanî bütün bunların arasında bazen sevinçle, bazen tasayla, bazen neşeyle, bazen kederle, bazen huzur ve rahat, bazen de darlık ve sıkınayla yaşamış, Kâim ortaya çıkıncaya kadar da bu hal devam etmiştir. O geldiğinde kemâl derecesine ulaşmış, terkipler çözülmüş ve tezatlar ortadan kalkmıştır. Rûhânî olan cismânî olana hâkim olmuştur. Bu Kâim, Ahmed el-Keyyâl'den başkası değildir.

Kendinin nasıl tayin edileceğini en zayıf ve tutarsız biçimde kanıtla­maya çalışmıştır. Ona göre Ahmed ismi, dört âleme tekabül eder. Adında­ki Elif harfi nefs-i a'lâ'yı, Hâ harfi nefs-İ natıkayı, mîm harfi nefs-i hayva­niyi, dâl harfi ise nefs-i insanîyi karşılamaktadır. Ona göre bu dört âlem, temel ve basittir. Mekânların mekânına gelince orada hiçbir varlık mevcut değildir.

Ulvî âlemlerin mukabilinde süflî-cismânî âlemin bulunduğunu iddia ederek şöyle demiştir: GÖk boştur ve mekânların mekânına mukabildir.

Altında ateş, onun altında hava, onun altında arz, onun da altında su vardır. Bu dördü, dört âleme mukabldir.

Fikirlerini açıklamaya şöyle devam eder: İnsan ateşin karşısında, kuş havanın karşısında, hayvan arzın karşısında, balık suyun karşısında yeralır.

Diğer varlıklar için de aynı yol izlenir. Suyun merkezi, merkezlerin en altıdır. Balık da mürekkeplerin en değersizidir.

Üç âlemden biri ve âlem-i enfüs olan âlem-i insanîyi, rûhânî ve cis­mânî âlemlerle karşılaştırarak şöyle demiştir: Bunda mürekkep olan beş duyu vardır:

İşitme, mekânların mekânını karşılar. Çünkü o, boştur ve göğün karşılığıdır.

Görme, rûhânî bakımdan nefs-i a'lâyı, cismânî balamdan ateşi karşılar. Göz bebeği (insanü'l ayn) orada bulunur ve İnsan, ateşe mahsustur.

Koklama, rûhânî bakımdan nefs-i nâtıkı, cismânî bakımdan havayı karşılar. Çünkü koklama havadan kaynaklanan bir duyudur.

Tatma, rûhânî balcımdan hayvaniyi, cismânî bakımdan arzı karşılar. Arz hayvanın ihtisasına dâhilken yeme de hayvanın ihtisasına dâhildir.

Dokunma, rûhânî bakımdan nefs-i insanîyi, cismânî bakımdan suyu karşılar. Balık suya mahsus olup dokunma balığa mahsustur. Dokunmayı yazmayla da ifade etmiştir.

Ahmed; Elif, Hâ, Mîm ve Dâl harflerinden oluşur ve bu dört harf, dört âlemi karşılar.

Ulvî-rûhânî âlem karşısındaki durumunu açıkladık. Alem-i süflî kar­şısındaki durumu ise şöyledir: Elif harfi insana, hâ harfi hayvana, mîm harfi kuşlara, dâl harfi balıklara delâlet eder. Elif, dosdoğru olması itibarıyla insan gibi, hâ eğik ve yatık olması, ayrıca hâ harfiyle başlaması itibarıyla hayvan gibi, mîm kuşların başları gibi, dâl da balıkların kuyrukları gibi olduğu için böyledir.

Ona göre Allah Teâlâ insanı Ahmed isminin şekli üzere yaratmıştır. Endamı elif, elleri hâ, karnı mîm ve ayaklan dâl gibidir.

Tuhaf görüşlerinden biri de şudur: Peygamberler taklîd ehlinin Önder­leridir. Taklîd ehli ise kördür. Kâim ise basiret ehlinin önderidir. Basiret ehli, akıl sahiplerinden oluşur. Bu basiretleri âfâk ve enfüs karşısında elde ederler.

Yukarıda sıralanan karşılaştırmalar işittiğimiz en akıl dışı ve değersiz görüşlerdendir. Hiçbir akıl sahibinin değil bunlara İnanmak, işitmeye bile tahammülü olamaz.

Bütün bunlardan çok daha garibi, birtakım yanlış tevilleri ile şer'î farzlar ve dinî hükümler arasında yaptığı karşılaştırmalardır. Âfâk ve enfüs âlemlerindeki meveûdât arasında da benzer karşılaştırmalar yapmış ve bun­ları yalnız kendisinin bildiğini ileri sürmüştür. Halbuki bunlar daha önce birçok âlim tarafından ortaya konmuştur. Ancak onlar, bu karşılaştırma­ları el-Keyyâl'ın yaptığı tarzda asılsız temellere dayandırmamışlardır. O, Mizân'ı âlemlere, Sırât'ı bizzat kendisine, cenneti kendi ilmine ulaşmaya, cehennemi de bu ilmin zıddına ulaşmaya yormuştur.

Usûlü böyle olan bir şahsın fiırûunun ne olabileceğini varın siz tah­min edin!

H- Hişâmiyye:

İki Hişâm'ın taraftarlarının oluşturduğu bir fırkadır, Bu iki Hişâm'dan biri, teşbîh fikrini savunan Hişâm b. el-Hakem'dir. Diğeri ise teşbih fikrin­de onu izleyen Hişâm b. Salim el-Cevâlikfdir.

Hişâm b. el-Hakem Şia'nın tanınmış kelamcılarından biridir. Mu'tezile'den Ebu'l-Hüzeyl ile kelam sahasında, özellikle teşbîh ve Allah Teâlâ'nın ilmi

Hişâm b. el-Hakem Şia'nın tanınmış kelamcılarından biridir. Mu'tezile'den Ebu'l-Hüzeyl ile kelam sahasında, özellikle teşbîh ve Allah Teâlâ'nın ilmi