'Kitab' kavramı ile neyin kasdedildiğini ve gerçek kitapla kitap olması muhtemel olanlar arasındaki farkı daha önce beyan etmiştik. İbrahim'e (aleyhisselâm) indirilen sahîfeler (suhuf) kitab olma ihtimali taşımaktaydı. Çünkü bu sahîfelerde birtakım ilmî metodlar ve amelî yollar bulunmaktadır.
Bu sahîfelerde bulunan İlmî unsurlara Örnek olarak şunlar zikredilebilir; Yaratılış ve ibdâ'nın keyfiyeti, mahlûkâtın Allah Teâlâ'nın ezelî hikmetini izhâr edecek biçimde belli düzen ve nizâma göre biçimlendirilmesi, Allah Teâlâ'nın ezelî İrâdesinin bunların tamamı üzerinde câri olması, bunlar hakkındaki kader ve hidayetin beyânı, mahlûkâtın bütün türleri için kesinleştirilmiş kaderin çizilmesi, Allah Teâlâ'nın âlemde yürürlükte olan hidâyetini kabullenmeye yönelik istidadın şekli ve benzerleri. Bu sahîfelere göre ilim bir bütün olarak bu iki hususun dışına çıkmaz, nitekim Allah Teâlâ buna şöyle İşaret buyurmuştur: "Yüce Rabbinin İsmini teşbih et! O ki yarattı ve biçimlendirdi, takdir etti ve hidâyeti gösterdi." (A'fâ, 87/1-3) Allah Teâlâ İbrahim'den (aleyhisseiâm) haber vererek şöyle buyurmuştur: "O ki beni yarattı, bana yol gösteren de O'dur." (Şuarâ/78) Musa'dan (aleyhisse-tâm) haber vererek de şöyle buyurmuştur: "O ki herşeye yaratılışını vermiş sonra da hidayet etmiştir." (Tâhd, 20/50)
Amelî unsurlara Örnek olarak da şunları zikredebiliriz: Nefsleri şüphelerden arındırmak, ibâdetler yoluyla Allah Teâlâ'yı zikretmek, dünyevî şehvetleri reddetmek, uhrevî saadetleri tercih etmek. Bu sahîfelere göre uhrevî kemâle ulaşmanın yolu şu iki rüknü ikâme etmekle mümkündür:
Taharet ve şehâdet. Ameller bu iki türün dışına çıkmaz. Nitekim Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur: "Arınan ve Rabbinin adını zikredip namaz kılan kurtuluşa erdi. Oysa siz dünya hayatını tercih ediyorsunuz. Ahiret ise daha hayırlı ve daha kalıcıdır." (A'lâ, 87/14)
Yine Allah Teâiâ konuyla ilgili birinin ağzından şunu haber vermektedir: ''Muhakkak bu, ilk sahîfelerde, İbrahim ve Musa'nın sahıfelerinde mevcuttur." (A'lâ, 87/19) Böylelikle, söz konusu sahîfelerde bulunan şeylerin, bu sûrenin ihtiva ettiği hususlar olduğu beyan edilmiş olmaktadır.
Gerçek i'câz da İşte budur.
Mecûsîler, Seneviler, Maneviyye Ve Diğer Fırkalar
Mecûsiyye: En büyük din, en ulu ümmet olarak da anılmıştır. Bunun nedeni, ibrahim Peygamber'den (aleyhisselâm) sonraki peygamberlerin davetleri, onun daveti gibi umumiyet kazanmamış, kudret, krallık ve azamet sahibi olmamıştır. Çünkü Acem krallarının tamamı İbrahim dini üzereydi. Bu krallardan her birinin döneminde yaşayan tebaa krallarının dini üzere olmuşlardır. Acem krallarının başvuru kaynağı olarak gördükleri kişiye Mûbed-i Mûbedân denirdi. Bu isim, âlimlerin en âlimi, bilgelerin en büyüğü anlamına geliyordu. Krallar ondan emir alır ve emrine asla karşı çıkmazlardı. Sadece onun fikrine başvurur ve eski krallar gibi tazım ederlerdi.
israil oğullarının daveti, o sıralarda genelde Şam diyarı ve Kuzey Afrika'da yoğunlaşmış, Acem diyarına pek fazla nüfuz edememişti.
İbrahim Peygamber'in (aleyhisselâm) devrinde varolan fırkalar iki ana bölüme ayrılmıştı: 1. Sâbiîler, 2. Hanîfler.
Sâbiîler Bunların söylemi şudur: "Allah Teâlâ'yı hakkıyla bilmek, O'na nasıl ibadet edeceğimizi anlamak, emir ve yasaklarını öğrenmek için bir aracıya ihtiyaç duyarız. Ama bu aracı cismânî değil ruhanî olmalıdır. Çünkü ruhanîler arınmış ve temiz varlıklar olarak Rabbe herkesten daha yakındırlar. Cismânî ise bizler gibi beşerdir; yediklerimizi yer, içtiklerimizi içer, madde ve suret bakımından da bize benzer." Onların ifadeleri Kur'an'da şöyle nakledilmiştir: "Eğer kendiniz gibi bir beşere itaat ederseniz, o zaman kaybedenler olursunuz." (Mü'minûn, 23/34)
Hanîfler
Bunların söylemi de şudur: "Allah Teâlâ'yı bilmek, O'nun emir ve yasaklarını öğrenmek içîn beşerî bir aracıya ihtiyaç duyarız. O, temizlik, masumiyet, ilâhî destek ve hikmet derecesi bakımından ruhanîlerin üstündedir. Beşerî özellikleri bakımından bize benzemelerine rağmen rûhâniyetleri bakımından bizden ayrışırlar. Bu boyutlarıyla valiye muhâtab olur, aldıkları vahyi de beşerî boyutlarıyla diğer insanlara aktarırlar."
Allah Teâlâ onlar hakkında şöyle buyurmuştur: "De ki: Ben de sizler gibi bir beşerim, -fakat-bana vahyediliyor ki sizin İlâhınız ancak tek bir İlâh'dır." (Kehf, 18/110) "De ki: Rabbimi tenzih ederim, ben ancak bir insan, bir resulüm." (isrâ, 17/93)
Sâbiîler saf ruhanîlere bizzat yol bulamadıkları, onların varlıklarına yaklaşamadıkları, hakkı doğrudan onlardan öğrenemedikleri için değişik aracılara yönelmişlerdir. Bazıları onları temsil ettiğini düşünerek yedi gezegene yönelmiş, bazıları ise sabit yıldızlara yönelmiştir. Nabatlar, Persler ve Romalılar arasındaki Sâbiîler yedi gezegene yönelirken Hint Sâbiîleri sabit yıldızlara yönelmişlerdir.
Bunların mezheplerini Allah'ın yardımıyla mümkün olduğunca açıklamaya çalışacağız. Bunların bir kısmı misali (: ilahî güçleri temsil eden) gök cisimlerinden daha aşağı inerek işitmeyen, görmeyen ve kendilerine hiçbir yararı dokunmayan cisimlere yönelmiştir. Yukarıda anlattığımız gruptakiler yıldızlara tapanlar (abedetü'l-kevâkib), ikinci gruptakiler ise puta tapanlar (abedenfl-esnâm) olarak bilinirler.
Hz. İbrahim her iki grupla da mücadele etmekle ve onlara müsamaha ve kolaylık dini olan Hanîfliği öğretmekle mükellef kılınmış olduğu için puta tapanlara karşı hem sözle hem de fiille delil getirmiş; putları sözle ve fiille kırmıştır. Bu meyanda babası Azer'e şöyle demiştir: "Ey babacığım!
İşitmeyen, görmeyen ve sana hiçbir yararı olmayan şeylere niçin tapıyorsun?" (Meryem, 19/42) Sonunda da "En büyükleri dışında hepsini parçaladı." (Enbiyâ, 21/58) Bu, fiilî bir ilzam ifâde ediyordu ve kırma bakımından da muhataplarını çaresiz bırakma girişimiydi, ibrahim (aleyhisselâm) Allah Teâlâ'nın da bildirdiği gibi bu görevi başarıyla tamamlamıştır: "Bu, kavmine karşı İbrahim'e verdiğimiz bir hüccetti.
Dilediğimizi derecelerce yükseltiriz. Muhakkak Rabbin en büyük hikmet ve ilim sahibidir." (En'âm, 6/83)
İbrahim (aleyhisselâm), davet sürecinde öncelikle yıldızlara tapanların inançlarını geçersiz kılarken muvafakat (uyumlu davranma) üslûbunu kullanmıştır. Allah Teâlâ bunu haber verirken şöyle buyurmaktadır: "İbrahim'e göklerin ve yerin melekûtunu işte böyle gösteririz." (En'âm, 6/75) Yani ona hücceti verdiğimiz gibi, bu hüccetin dayanağını da göstermişizdir. O da bundan harekede Önce yıldızlara tapanları olumlama cihetine gitmiş, fakat sonunda onlara muhalefet etmiştir. Böylelikle onları daha güçlü bir şekilde ilzam etmiştir. İbrahim (aleyhisselâm) güneş için "Bu benim Rab-bimdir" (En'âm, 6/76) dediği zaman müşrik olmadığı gibi, "Hayır onu en büyükleri yaptı" (Enbiyâ/63) dediği zaman da yalancı değildi.
Onun ifadeleri kendini değil karşısındakileri bağlayıcı nitelikteydi. Hücceti gösterdiği ve hüccetin dayanağını açıkladığı zaman, en büyük din ve en yüce şeriatın Hanîflik olduğunu da ikrar etmişti. Dosdoğru din buydu.
Onun neslinden gelen bütün peygamberler, özellikle de Allah Resulü (sallallâhu aleyhi ve selkm) Hanîfliği benimsemiştir. O, bu dini beyanda zirveye ulaşıp nihaî hedefe varmıştır. İşin dikkat çekici yanı tevhidin Hanîfliğin en Özgün esası olmasıdır. İşte bu yüzdendir ki Kur'an'ın Hanîfliğin zikredildi-ği her ayetinde şirkin reddine de yer verilmiştir: "Hanîf ve Müslim olarak. O, müşriklerden değildi." (ÂH İmrân, 3/67) "Allah için, O'na şirk koşmayan hanîfler olarak," (Hacc, 22/31)
Seneviyye (İkicilik; Dualizm) Mecûsîlere özgü bir inanıştır. Onlariki aslın varlığını iddia etmişlerdir. Onlara göre iki tane kadîm müdebbir vardır.
Hayır ve şer, yarar ve zarar, salâh ve fesat bunlar arasında ikiye ayrılmıştır. Birine 'Nur' diğerine 'Zulmet' adını vermişlerdir. Fars dilinde ilkinin adı Yezdan, diğerinin adı de Ehrimen'dir.
Mecûsîlerin inançla ilgili sorunları temelde iki esas üzerinde tezahür etmiştir:
a- Nurun zulmete karışma sebebinin açıklaması.
b- Nurun zulmetten kurtuluşunun izahı. Onlara göre karışma mebde' (başlangıç), kurtuluş ise varılacak menzil (me'âd)dır.
1- Fasıl Mecûsîler
Daha önce de belirttiğimiz gibi iki asla inanırlar. Ancak gerçek Mecûsîler bu iki aslın kadîm ve ezelî olmasını caiz görmemişlerdir. Onlara göre nur ezelî iken zulmet muhdes yani sonradan olmadır. Ama bunlar da onun hudûsu üzerinde fikir ayrılığına düşmüşlerdir. Bir görüşe göre zulmet nurdan doğmuştur. Peki nur cüzi bir şerri ihdas edemezken şerrin kaynağı olan zulmeti nasıl ihdas etmiştir? Yoksa başka bir şeyden mi doğmuştur? İhdas ve kıdem bakımından nura ortak olan başka bir şey var mıdır? Mecûsîlerin ihtilafları işte bu meseleler üzerinde yoğunlaşmaktadır.
Bazılarına göre şahısların ilki (mebde'-i evvel) Geyûmers'tir. Bazıları da bu şahsın Zervân-ı Kebîr, ikinci peygamber Zerdüşt olduğunu söylemiştir.
Geyûmersiyye fırkasına göre Geyûmers Adem Peygamber'dir (aleyhisselâm). Kelime olarak anlamı 'nutk sahibi canlı' demektir. Hind ve İran tarihlerinde Geyûmers'in Adem (aleyhisselâm) olduğuna dair bilgiler mevcuttur ki bu tarihçilerin çoğunluğu tarafından benimsenmeyen bir görüştür.
1- Geyûmersiyye
Geyûmers etrafında toplananlardan oluşmuş bir fırkadır. Fırka, iki aslın varlığını kabul etmiştir. Bunlardan birine Yezdan, diğerine Ehrimen demişlerdir. Bunlara göre Yezdan ezelî ve kadîmdir. Ehrimen ise mulıdes ve yaratılmıştır. İddialarına göre Yezdan kendisine karşı bir rakibinin olması halinde durumun ne olacağını kendi kendine düşünmüştü. Bu, aşağı bir fikirdi ve nurun tabiatına aykırıydı. Bu yüzdendir kİ bu düşünceden karanlık doğdu ve Ehrimen adıyla anıldı. Kötülük, fitne, fesat ve zarar tabiatına sahip olan Ehrimen nurun üstüne çıktı. Tabiatı ve sözü bakımından ona muhalefet etti. Nur askerleriyle Ehrimen askerleri arasında savaş başladı. Bunun üzerine melek ordusu aralarına girerek sulh etmelerini sağladı.
Sulh şartı şuydu: Alem-i süflî, yedi bin yıl boyunca Ehrimen'in hükmü altında kalacaktı. Daha sonra orayı boşaltacak ve nura teslim edecekti.
Ehrimen bu sulhtan önce dünya üzerinde bulunanları helak etti. İşe Geyûmers adındaki kişiyle Thor adında bir hayvandan başladı. Önce onları öldürdü. Geyûmers'in düştüğü yerden Reybâs adında bir adam çıktı. Reybâs'tan Mîşe adında bir erkek, Mîşâne adında bir kadın zuhur etti. Bunlar, insanlığın ataları oldular. Thor'un düştüğü yerden de hayvanlar türedi.
İddialarına göre Nur, insanları henüz bedenlenmemiş ruhlar halindeyken şu iki seçenek arasında tercih sahibi kılmıştı: Onları ya Ehrimen'in bulunduğu yerlerden uzak tutacak, ya da beden kisvesine sokup Ehrimen'le savaşmalarını sağlayacaktı. İnsanlar bedenlere bürünüp Ehrimen'le savaşmayı tercih ettiler. Ama bir şartlan vardı, o da Ehrimen karşısında Nur'dan yardım görmekti. Ehrimen'i yenip ordusunu yokettiklerinde
Kıyamet kopacaktı.
Bu fırkaya göre Nur ile zulmetin karışmasının ve Nur'un zulmetten kurtulmasının sebepleri bunlardı.
2- Zervâniyye
İddialarına göre Nur, nurdan olan, tamamı nurânî, ruhanî ve rabbânî şahıslar yarattı. Ama bunların en büyükleri olan Zervân yaratılmış şeylerden biri hakkında kuşkuya kapıldı. Bu kuşkudan Ehrimen yani İblis hadis oldu.
Bazıları ise buna katılmayarak şöyle demişlerdir: Zervân-ı Kebîr kalktı ve bir oğlu olması için 9999 sene dua etti ama olmadı. Sonra kendi kendine konuşmaya ve düşünmeye başladı. 'Bu ilim hiçbir şey değil1 dedi.
Onun bu derin tasasından Ehrimen doğdu. İlminden ise Hürmüz doğdu. İkisi de aynı karından çıkmışlardı. Ancak Hürmüz çıkışa daha yakındı.
Fakat İblis Ehrimen bir hileye başvurarak annesinin karnını yardı ve ondan önce çıkarak dünyayı ele geçirdi.
Denilmiştir ki: Ehrimen Zervân'm kucağına verilip de onun çirkinlik ve kötülüğünü görünce ona buğz ve lanet edip yanından kovdu. O da gidip dünyayı işgal etti. Hürmüz uzun süre onun tasallutundan uzak yaşadı. Bir kavim onu tanrı edinip taptılar. Çünkü onda iyilik, temizlik ve güzel ahlakın en güzel örneğini görüyorlardı.
Zervâniyye'den bir grup ise şunu iddia etmiştir: Şeytanın kaynağı olan çirkinlik, çirkin bir fikir ya da çirkin ufunet olarak Allah'ın yanında varlığını sürdürüyordu. İddialarına göre dünya her türlü kötülük ve beladan uzak, dünyada yaşayanlar mahza hayır ve nimet içindeydiler. Ancak Ehrimen'in doğusuyla birlikte kötülük ve felaketler ortaya çıkmaya başladı. O, göğe ulaşamıyordu. Ama bir gün hileye başvurarak göğün kapısını açtı ve oraya tırmandı.
Bazıları ise şöyle demiştir: Ehrimen gökteydi. Yeryüzü ondan uzakta ve güvendeydi. Ama o, bir yol bularak göğü yardı ve bütün askerleriyle birlikte yeryüzüne indi. Bunun üzerine Nur melekleriyle birlikte kaçtı. Şeytan onu takip ederek bulunduğu cenneti kuşattı. Üç bin yıl onunla savaştı.
Şeytan, Allah Teâlâ'ya bir türlü ulaşamadı. Sonunda meleklerin aracılığıyla sulh yapıldı. Buna göre İblîs ve ordusu 9000 yıl yeryüzünde kalacak, sonra da geldiği yere dönecekti. Rab Teâlâ onların sözlerini uygun buldu ve İblîs ile askerlerinden gelecek kötülüklerden bir halâs yolu olduğunu düşündü. Sulh için belirlenen süre doluncaya kadar şart bozulmayacaktı. Bu süre zarfında insanlar sıkıntı, bela ve afetlere maruz kalacak, ancak bu süre dolduktan sonra nimet ve saadet dolu ilk dönemlerine geri dönebileceklerdi. İblis de bazı şeyleri yapabilmeyi ve her türlü çirkin fiili gerçekleştirebilmeyi şart koştu. Taraflar şartları kabul edince iki âdil iyi bu anlaşmaya şahit tuttular. Kılıçlarım şahitlere doğru uzatıp onlara mt dediler: "Kim bu anlaşmayı bozarsa onu bu kılıçla öldürün!"
Akıldan biraz payı olan kimselerin bunlara inanacaklarını sanmıyo-rurn. Belki bunlar, akılda tasavvur edilen bir şeyin sembolüdürler. Allah Teâlâ'nın celâl ve ululuğunu bilenlerin kalpleri ve kulakları bu tür saçmalıkları işitmez.
Bunlara yakın anlamda Ebu Hâmid ez-Zevzenî şunu nakletmiştir: Mecûsîler iddia ettiler ki Iblİs hâlâ zulmet içindedir ve hava, Allah Teâlâ'nın hükümranlığı dışında kalan bir bölgedir. İblis Nur'u gördükçe türlü hilelere başvurarak Allah Teâlâ'nın hükümranlığı altında bulunan Nur'un üstüne çullanmaktadır. Bütün kötülük ve âfetleri de bu şekilde dünyaya taşımaktadır. Allah Teâlâ bu dünyayı bir ağ şeklinde yaratmış ve İblis bu ağa takılmıştır. O, kendi krallığına dönemeyerek bu ağda asılı durmaktadır. İblis bu dünyaya hapsedilmiştir. Ancak bu hapis onu çıldırtmakta ve fırsat buldukça insanların üstüne bela ve âfet yağdırmaktadır. Allah Teâlâ'nın can verdiklerini öldürmekte, iyileştirdiğim hasta etmekte, mesut ettiğini üzmektedir. Bu durum Kıyamete kadar böyle sürecektir. Şu var kİ Iblis'in gücü günbegün azalmaktadır. Kıyamet koptuğunda gücü tamamen tükenmiş, iktidarı sona ermiş ve bütün ateşleri sönmüş olacaktır. Sonunda hava boşluğuna atılacaktır. Hava, ucu bucağı olmayan bir zulmettir.
Bunun ardından bütün din sahipleri diriltilecek ve Allah Teâlâ onları hesaba çekecektir. Şeytana itaat edenleri cezalandırıp ona karşı durabilenleri ödüliendirecektir.
Meshiyye ise şöyle demiştir: Nur, kendi başına mutlak bir nur iken bir kısmı silinerek zulmete dönüşmüştür. Hurremdînİyye de aynı şekilde iki asla inanmıştır. Ancak bunlarda tenasüh ve hulul fikirlerine eğilim de vardır. Bunlara göre helal, haram diye belirlenmiş hükümler yoktur.
Her ümmette benzer topluluklar ortaya çıkmıştır. İbâhiyye, Mazde-kiyye, zındıklar ve Karmatîler de bunlar gibidir. Dinin karışıp bulanıklaşması bunlardan dolayıdır; İnsanların fitneye düşüp çaresiz kalmaları da bunlardan dolayıdır.
3- Zerdüştiyye
Zerdüşt'ün taraftarlarına verilen isimdir. Zerdüşt b. Yûrşeb, Kral Kuş-tasb b. Lehrâseb döneminde zuhur etmiştir. Babası Azerbeycan'dandı, Dağdoye adındaki annesi ise Rey şehrindendi.
Bu fırka mensupları şöyle derlerdi: Bizim peygamberlerimiz ve ilki Geyûmers olan krallarımız vardır. Yeryüzünün İlk kralı da odur. Makamıİstahr şehrindeydi. Sonra Oşheng b. Ferâvek zuhur etti. Hint diyarına indi. Orada davetini tebliğ etti. Ardından Tahomers çıktı. Sâbiîlerin ortaya çıkışları da bunun saltanatının başlarında olmuştu. Onun ardından kardeşi Kral Cem zuhur etti. Onun ardından peygamberler ve krallar geldi kİ Bâbil'e inen ve orada ikamet eden Minoçehr bunlardandır. Hz. Musa'nın bunun devrinde geldiğini söylerler. Silsile bu şekilde devam ederek Kral Kuştasb b.
Lehrâseb'a kadar gelmiştir. Onun devrinde de Bilge Zerdüşt ortaya çıkmıştır.
İddialarına göre Allah Teâlâ suhuf-İ ûlâ ve en yüce kitabında olanların zamanından sonra kendi melekûtundan ruhanî bir halk yaratmıştır. Bunun üzerinden üçbin yıl geçtikten sonra irâdesini, insan suretinde terkip olmuş ışık saçan bir nura yöneltmiştir. Onu yetmiş yüce melek kuşatmıştı. Sonra güneşi, ayı, yıldızları ve arzı yarattı. Âdem oğullan üçbîn yıl hareketsiz kaldılar. Sonra İlliyyûn'un en üstünde bulunan bir ağaçta Zerdüşt'ün ruhunu yarattı. Yetmiş tane yüce melek çevresinde halka oldular. Bu ağacı Yezhar adında Azerbaycan'da bulunan bîr dağın zirvesine dikti. Sonra Zerdüşt'ün siluetini inek sütüyle karıştırdı. Zerdüşt'ün babası bu sütü içtiğinde önce nutfe, sonra annesinin rahminde bir çiğnem et oldu. Şeytan annesine giderek onu kandırdı. Ama annesi gökten bir nida duydu. Bu ses, onun düzelmesini gerektiriyordu. Nitekim düzeldi ve Zerdüşt'ü doğurdu.
Doğduğunda hazır bulunanların anlayacakları biçimde güldü. Bazı kimseler ona tuzak kurarak henüz bebek olan Zerdüşt'ü ineklerin, atların ve kurtların yolu üzerine koydular. Hangi hayvanın önüne koysalar, o hayvan kenara çekilerek onu koruyordu. Zerdüşt otuz yaşına ulaşınca Allah Teâlâ onu halka nebî ve resul olarak gönderdi. O da Kral Kuştasb'ı dinine davet etti. Kral onun davetine uyarak yeni dine girdi. Dininin özü şuydu:
Allah'a kulluk, şeytanı İnkâr, İyiliği emredip kötülükten sakındırma ve çirkin fiillerden uzak durma.
Zerdüşt şöyle demişti: Nur ile zulmet (karanlık) birbirlerine zıt İki asıldır. Yezdan ve Ehrimen de böyledir. Âlemdeki mevcudatın mebdei de bunlardır. Her türlü terkîb, bunların imtizacından oluşmuştur. Suretler de muhtelif terkîblerden hadis olmuştur. Nur ile zulmetin yaratıcısı Allah Teâlâ'dır. O birdir ve ortağı yoktur. Zıddı ve dengi de yoktur. Zervâniyye'nin yaptığı gibi O'na zulmet İzafe etmek caiz değildir. Ancak hayır-şer, salâh-fesât ve temizlik ve kirlilik nur ile zulmetin karışımından oluşmuşlardır. Eğer onların imtizacı söz konusu olmasaydı, âlemin varlığı da söz konusu olmazdı. Nur zulmete, hayır şerre galip gelinceye kadar aralarında mücadele ve mukavemet söz konusu olur. Bundan sonra hayır, kendi âlemine yükselir, şer ise kendi âlemine iner. Bu da kurtuluş sebebidir. Allah Teâlâ terkipte bir hikmetin varlığını bildiği için o ikisini karıştırıp meze ettirmiş, nuru asıl kılmıştır. O'nun varlığı hakîkîdir. Zulmetin varlığı ise ikinci olup tıpkı kişiye göre gölgesi gibidir. Gölge var gibi sanılır.
Aslında mevcut değildir. Allah Teâlâ nuru varetmiş, karanlık da ona tâbi olarak hâsıl olmuştur. Bunun sebebi, varlıkta tezadın bulunma zaruretidir.
Buna göre zulmetin varlığı da zaruridir. Kişiyle gölgesi arasındaki ilişki, burada da geçerlidir.
Zerdüşt'ün kendi yazdığı bîr kitabı vardır. Bazıları o kitabın Zerdüşt'e indirildiğini söylemişlerdir. Kitabın adı Zend Avesta'dır. O, âlemi Mîne ve Kîti olmak üzere iki kısma ayırmaktaydı. Bunlardan ilki ruhanî, ikincisi cismânî, ya da ilki ruh, ikincisi şahıs anlamındadır. O, halkı da aynı şekilde iki âleme ayırmıştır. Ona göre âlemde bulunan herşey ikiye ayrılır: Bİri Bahşeş, diğeri Keneş yani takdir ve fiil. Bunlardan her biri diğeri üzerine mukadderdir. Daha sonra mükellefiyetin kaynağı olan insanî hareketlerden bahsedip bunları üçe böler: İtikâd, söz ve amel (Meneş, Gûyeş, Keneş).
Ona göre mükellefiyet bu üçüyle kemâle erer. Bunlardan herhangi birinde kusur eden kimse din ve tâat dairesinden çıkar. Hareketlerini emir ve şeriata uygun olarak yapanlar İse en büyük kazancı elde eder.
Zerdüştîler onun birçok mucizesi olduğunu söylerler. Örneğin Zerdüşt hapiste iken Kral Kuştasb'ın atının ayakları karnına batmış Zerdüşt hapisten çıkarılınca bu durumdan kurtulmuştur. Yine Dînever'de kör birine rastlamış, 'filan otları toplayın ve sularını sıkıp gözlerine sürün, o zaman gözleri açılır' demiş ve öyle yaptıklarında adamın gözleri görmeye başlamıştı.
Aslında bu, Zerdüşt'ün tıbbî bitkileri iyi bildiğini gösterir. Bunda mucizevî bîr taraf yoktur.
Zerdüştlüğü benimseyen Mecûsîler arasında Sîsâniyye ve Behâferîdiyye adlarıyla anılan bir topluluk vardır ki bunların başı Nisâbur'un Havâf denilen nahiyesinden Sîsân adında bir şahıstır. Ebu Müslim döneminde ortaya çıkmıştı. Ateşe tapan bir ateşgede görevlisiydi. Neden sonra bunu rerketti ve Mecûsîleri ateşgedeleri terketmeye çağırdı. Ateşe tapmayı reddetti. Yeni bir kitap oluşturdu. Taraftarlarına saçlarını uzatmalarını
Zerdüştlüğü benimseyen Mecûsîler arasında Sîsâniyye ve Behâferîdiyye adlarıyla anılan bir topluluk vardır ki bunların başı Nisâbur'un Havâf denilen nahiyesinden Sîsân adında bir şahıstır. Ebu Müslim döneminde ortaya çıkmıştı. Ateşe tapan bir ateşgede görevlisiydi. Neden sonra bunu rerketti ve Mecûsîleri ateşgedeleri terketmeye çağırdı. Ateşe tapmayı reddetti. Yeni bir kitap oluşturdu. Taraftarlarına saçlarını uzatmalarını