• Sonuç bulunamadı

Ebu Hâşim b. Muhammed b. el-Hanefiyye'ye tâbi olanlardan oluşan bir fırkadır. Fırka mensuplarına göre Muhammed b. el-Hanefîyye Allah

Teâlâ'nın rahmet ve rızasına kavuştuktan sonra imamet oğlu Ebu Hâşim'e intikâl etmiştir. Muhammed, bütün ilimlerin esrarını oğluna bildirmiş, âfâkı enfîise tatbik yöntemlerini, nasların tevîl üzere takdirini ve zahirin bâtın üzerinde tasvirini ona öğretmiştir. İddialarına göre her zahirin bir bâtını, müşahhas olan herşeyin bir ruhu ve her nassm bir tevili vardır. Bu âlemde varolan her misâlin de öbür âlemde bir hakikati mevcuttur. Afâka yayılan hikmet ve sırlar bir insanın şahsında toplanır. İşte bu, İmam Ali'nin (radjyallahu anh) oğlu Muhammed'e bıraktığı İlimdir. O da bu sırrı oğlu Ebu Hâşim'e nakletmîştir. Bu ilme sahip olan kimse hak imamdır.

Fırka mensupları Ebu Hâşim'den sonra aşağıdaki fırkalara bölün­müştür:

1- Bir fırkaya göre Ebu Hâşim Şam'ın Şurât bölgesinden ayrılırken vefat etmiş ve imameti Muhammed b. Ali b. Abdullah b. Abbâs'a vasiyet etmiştir. Bu vasiyet bilâhare onun çocuklarında cereyan etmiş ve hilâfet Abbâs oğullarına intikâl etmiştir. İddialarına göre aralarındaki nesep bağından dolayı onların da imamet hakları vardır. Nitekim Allah ResulüDin Sahipleri (sallallâhu aleyhi ve seilem) vefat ettiğinde mirasına en lâyık olan amcası Abbâs(radıyallahu anlı) ldl.

2- İkinci fırkaya göre imamet, Ebu Hâşim'in vefatından sonra kardeşi­nin oğlu Hasan b. Ali b. Muhammed b. el-Hanefiyye'ye geçmiştir.

3- Üçüncü fırka, Ebu Hâşİm'in bizzat kardeşi Ali b. Muhammed'i, onun da oğlu Hasan'ı vasiyet ettiğini iddia etmiştir. Bunlara göre imamet Muhammed b. el-Hanefıyye'nin çocuklarında olup onlar dışına çıkamaz.

4- Bu fırkanın iddiasına göre ise Ebu Hâşim, Abdullah b. Amr b. el-Kindî'ye vasiyette bulunmuş ve imamet ondan Abdullah'a geçmiştir. İddialarına göre Ebu Hâşim'in ruhu da ona intikâl etmiştir. Ne var ki bu şahıs ilim ve dindarlık bakımından zayıf biriydi. Hatta bazıları onun ihanet ve yalanlarına muttali olmuşlardı. Bu nedenle de ondan yüz çevire­rek Abdullah b. Muâviye b. Abdullah b. Ca'fer b. Ebî Tâlib'in imametini iddia etmişlerdir.

Abdullah'ın mezhebine göre insan ve hayvan ruhları bir şahıstan diğe­rine tenasüh ederler, bunlara ait olan mükâfat ve ceza da bunlarla birlikte diğerine itikal eder. Ona göre Allah Teâlâ'nın ruhu da tenasüh ederek ona kadar ulaşmış ve onda hulul etmişti. Abdullah bu ve benzeri sakat fikirlerinden hareketle hem ilahlık, hem de peygamberlik iddiasında bulun­muştur. Gaybı bildiğini iddia etmiştir. Birtakım ahmaklar da ona kulluk ederek tenasüh inancından dolayı kıyameti İnkâr etmişlerdir. Onlara göre mükâfat da, ceza da bu dünyada olacaktır. "İman edip sâlih amel İşleyenler için, Allah'tan korktukları sürece yediklerinde bir mahzur yoktur" (Mâide, 5/92) ayetini tevîl ederek hak imama ulaşıp onu tanıyan kimsenin kemâle ulaştığını, dolayısıyla herşeyi yiyip içebileceğini söylemişlerdir.

Bu fikirlere sarılanlar Irak civarında Hurremİye ve Mazdekiye fırka­ları olarak ortaya çıkmışlardır. Abdullah'ın Horasan'da ölmesinden sonra taraftarları da dağılmıştır.

Bazıları onun Ölmeyip yaşadığını ve bir gün geri döneceğini iddia etmiştir.

Bazıları ise öldüğünü, ama ruhunun İshâk b. Zeyd el-Hâris el-Kindfye intikâl ettiğini iddia etmiştir ki bunlar Hârisiyye olarak bilinirler. Helal haram tanımadan yaşar ve herşeyi mubah görürler.

İmamet konusunda Abdullah b. Muâviye ile Muhammed b. Ali'nin taraftarları arasında şiddetli ihtilaf mevcuttur. Her iki grup da Ebu Hâşirn'in kendi imamlarına vasiyette bulunduğunu iddia etmiştir. Oysa söz konusu vasiyet, sağlam bir zemine dayanmamaktadır.

C- Beyâniyye:

Beyân b. Sem'ân et-Temîmî adında bir şalısın taraftarlarından olu­şan bir fırkadır. İddialarına göre İmamet, Ebu Hâşim'den ona geçmiştir. Beyân, İmam Ali'nin (radıyallahu anlı) ilahlığına hükmederek şöyle demiş­tir: "Allah Teâla'nm bir cüz'ü ona hulul etti ve onun bedeniyle birleşti (ittihâd).

O, gaybı bilirdi. Çünkü birçok olayı olmadan haber vermişti, verdiği haberler de doğru çıktı. O cüz sayesinde inkâr edenlerle yaptığı bütün savaşlarda zafer daima onun oldu. Hayber kalesinin kapısı onun­la parçalandı." Beyân bu bağlamda şöyle demiştir: "Yemin ederim ki Hayber kalesinin kapısı bedensel bir kuvvetle veya alınan besinlerin ver­diği güçle yıkılmamıştır. Onu yıkan rahmanı ve melekûtî bir güç, Allah Teâlâ'nın ışık saçan nurudur. Onda bulunan melekûtî güç, fenerin içinde­ki lamba, nur-i ilâhî de o lambanın içindeki ışık gibidir.'1 İddiasına göre Ali (radıyaliahu anh) bazı anlarda zuhur etmektedir. Nitekim "Yoksa bulut gölgeleri arasında önlerine gelivermesini mi bekliyorlar?!" (Bakara, 2/210) ayet-i kerimesinin tefsirinde kasdcdilenin Ali (radıyallahu anh) olduğunu ve onun gölgeler içinde geldiğini, gökgürültüsünün onun sesi, şimşeğin de tebessümü olduğunu ileri sürmüştür.

Beyân cüz-i ilâhînin tenasüh yoluyla kendisine intikâl ettiğini, dola­yısıyla imam ve halife olmaya layık olduğunu iddia etmiştir. Ona göre bu cüz, meleklerin Adem'e (aleyhissdâm) secde etmelerini gerektiren cüzdür.

Ona göre Hak Teâlâ bütün organlarıyla insan sureti üzeredir. "Vechi dışında herşey helak bulacaktır" (Kasas, 28/88) ayet-i kerimesini de 'Yüzü dışında her uzvu yok olacaktır' şeklinde tefsir etmiştir.

Beyân b. Sem'ân, Muhammed b. Ali b. el-Hüseyn el-Bâkır'a bir mek­tup göndererek kendisine tâbi olmaya davet etmişti. Mektupta şöyle diyor­du:

"Teslim ol ki kurtuluşa eresin, teslim olan yükselir. Allah Teâlâ'nın peygamberliği kime nasip edeceğini sen bilemezsin." İmam Bakır, mektubu getiren şahsa, "Getirdiğin mektubu ye!" dedi. Adam mektubu yer yemez öldü. Elçinin adı Ömer b. Ebî Afif idi.

Bir topluluk Beyân'ın fikirlerine tâbi olarak onun bâtıl mezhebini seçtiler. Hâlid b. Abdullah Kasrî bu iddialarından dolayı onu öldürdü. Onu, el-Ma'rûf b. Saîd olarak tanınan bir şahısla birlikte yaktırdığı da söylenmiştir.

D- Bizâmiyye:

Rizâm b. Rezm adında bir şahsın taraftarlarından oluşmuştur. Bu fırka­ya göre imamet, Ali'den (radıyallahu anlı) sonra oğlu Muhammed b. el-Hane-flyye'ye geçmiştir. Sonra oğlu Ebu Hâşim'e, ondan da vasiyet yoluyla Ali b. Abdullah b. Abbas'a İntikâl etti. Ardından Muhammed b. Ali'ye geçti. O, oğlu İbrahim'i vasiyet etti. İbrahim, Ebu Müslim el-Horasânî'nin arka­daşı idi. Onun imametine hükmeden ve davet eden de budur. Fırka, Ebu Müslim devrinde Horasan'da ortaya çıkmıştır. Ebu Müslim'in de bu mez­hepte olduğu söylenir, nitekim imameti kendisine tevcih etmek istemiş­lerdir. Mensupları, Allah Teâlâ'nın ruhunun Ebu Müslim el-Horasânî'ye hulul ettiğine inanırlar. Bu yüzden, Allah Teâlâ'nın Emevîler karşısında onu desteklemiş ve onları yokctmİş olduğunu ifade ederler. Fırka mensup­ları, ruhların tenasüh ettiğine inanırlardı.

Kendi uydurduğu birtakım saçmalıklara dayanarak ilahlık iddiasında bulunan el-Mukanna'da başlangıçta bu fırkaya mensuptu. Mâveraünne-hir'in bir kesimi de ona tâbi olmuştu. Bunlar, Hurremiyye'nin bir sınıfı olarak farzların terkine ve dinin sadece imamı bilmekle sınırlandırılması görüşüne yönelmişlerdi. Bazılarına göre din, şu iki husustan ibarettir: imamı bilmek ve emâneti ehüne varmak. Bu iki hususu İkmâl edenler, kâmil müslüman sayılır ve farzlardan muaf kılınırdı. İçlerinden bazıları imameti Muhammed b. Ali b. Abdullah b. Abbâs'ın hakkı olarak görmüş ve bunun Ebu Hâşİm'in vasiyetiyle gerçekleştiğini söylemişlerdir.

Devletin kurucusu olan Ebu Müslim, başlangıçta Keysâniyye mezhe­bini benimsemişti. Onların kendilerine mahsus birtakım ilimlerini öğren­dikten sonra bunların geçici ve tutarsız olduğunu görerek daha kalıcı bir akaide ulaşmak istemiştir. Bu meyanda es-Sâdık Ca'fer b. Muhammed'e bir mektup göndererek şöyle demiştir: "Ehl-i Beyt'in iktidarını kurdum.

Halkı Emevîlere bağlılıktan kurtarıp Ehl-İ Beyfe bağlanmaya çağırdım. Eğer sen de buna İstekliysen fazla söze hacet yok."

Ca'fer ona şöyle karşılık vermiştir: "Ne sen benim adamlarımdansın, ne de zaman benim zamanım!"

Ebu Müslim bu cevap üzerine Ebu'l-Abbâs Abdullah b. Muhammed es-Seffâh'a yönelerek hilâfete onu getirmiştir.

2- Zetditte:

Zeyd b. Ali b. -Hüseyn b. Ali b. Ebî Tâlib'in (radıyallahu anh) taraftar­larından oluşan bir fırkadır. Bunlara göre imamet Fâtıma'nın (radıyallahu anh) çocuklarıyla sınırlı olup başkaları buna ehil değildir. Şu var ki, imamet için huruç eden cesur, cömert ve ilim sahibi her Fatımî'ye itaatin farz oldu­ğunu, onun imam olabileceğini söylerken, Hasan'ın (radıyallahu anh) çocuk­ları İle Hüseyin'in (radıyallahu anh) çocukları arasında ayrım yapmamışlardır. Zeydiyye'den bir topluluk, Abdullah b. Hasan b. Hasan'ın el-Mansûr döneminde ayaklanan ve şehit edilen iki oğlu Muhammed ve İbrahim'in imametlerini caiz görmüştür. Zeydiyye, saydığı Özellikleri taşıyan iki imamın aynı anda farklı iki bölgede hüküm sahibi olmalarını da caiz görmüştür. Bu durumda her ikisi de itaati farz olan imam hükmündedir.

Zeyd (radıyallahn anh), bu görüşü benimsedikten sonra kendisine gerekli olan ilimlerle donanmak için usûl ve turu ilimlerinin tahsiline girişti. Usûl konusunda Mu'tezile'nin kurucusu ve başı olan Vâsıl b. Atâ'dan ders aldı. Halbuki Vâsıl, Zeyd'in dedesi İmam Ali'nin (radıyallahu anh) Cemel ve Şam ehliyle yaptığı savaşlarda doğru tarafta olduğu konusunda kesin inanca sahip olmadığına inanıyordu. O ve savaştığı topluluklardan biri, hangisi olduğu kesin olmamak üzere hatalı idi. Zeyd Vâsıl'dan Mu'tezile'nin esas­larım aldı; Zeyd'e (radiyallahu anh) uyarak taraftarları da Mutezilî oldular.

Ona göre efdal (en faziletli) olanın bulunması durumunda da mefdûlun (daha az faziletli) imameti caiz olurdu. İmam Ali (radıyallahu anh) sahabenin efdali iken hilâfetin Ebu Bekir'e (radıyallahu anh) havale edilmesi avamın gönlünü hoş tutmak ve muhtemel fitne ateşim söndürmek içindi. Peygam­berlik döneminde yapılmış savaşlar henüz tazeydi. İmam Ali'nin (radıyallahu anh) müşriklerle yapılan savaşlarda kana bulanan kılıcı henüz kurumamıştı. Müşriklerden bir çoğu intikam arzusuyla yanıp tutuşuyordu. O dönem­de kalpler tamamen ona meyyal, boyunlar ona eğik değildi. Böyle bir durumda müslümanların maslahatı, yumuşaklık, ağırbaşlılık, yaşça olgun­luk ve Allah Resûlü'ne (sallallâhu aleyhi ve sellem) yakınlık bakımından önde olan birinin imam seçİlmesiydi. Nitekim Ebu Bekir (radıyallahu anh) Ömer'i (radıyallahu anh) vasiyet etmek istediği zaman, birçok sahabî "Katı ve haşin birini başımıza geçirdin." diye serzenişte bulunmuşlardı. Dinî meseleler-deki katılığı ve mizacmdakİ sertlikten dolayı Ömer'i (radıyallahu anh) emîr olarak görmek istemiyorlardı. Ancak Ebu Bekir (radıyallahu anh) "Rabbim sorduğunda şöyle diyeceğim:

Onların başına kendileri İçîn en hayırlı olanı geçirdim" diyerek onları teskin etmiştir. İşte bu gibi durumlarda daha üstünü varken, fazilet bakımından altta olan birinin imam tayin edilmesi caizdir. Hükümlerine uyulur, emirlerine itaat ediür.

Kûfe'deki Şiîler, Zeyd'in (radıyallahu anh) bu İstikametteki sözlerini duy­duklarında ve Ebu Bekir (radıyallahu anh) ile Ömer'den (radıyallahu anh) teberrî etmediğini anladıklarında onu reddederek yanından ayrıldılar. İşte bu nedenle de Reddedenler anlamında 'Râfızîler1 olarak adlandırıldılar.

Zeyd (radıyallahu anh) ile kardeşi Muhammed el-Bâkır (radıyaUahu anh) arasında birçok münazara cereyan etmiştir. Bunların kaynağı, Zeyd'in (radıyaüahu anh), Vâsıl b. Atâ'nın öğrencisi olması, dedesi İmam Ali'nin (radıyallahu anh) yaptığı savaşlarda hatalı olabileceğini mümkün görenler­den ders alması, kader meselesinde Ehl-i Beyt'ten farklı bir inanışa sahip olması, bir kimsenin imam olabilmesi için başkaldırmasının şart olduğunu söylemesiydi. Muhammed el-Bâkır (radıyallahu anh) bundan hareketle Zeyd'e (radıyallahu anlı) şöyle demişti: "Senin mezhebine göre baban da imam ola­maz. Çünkü o da imamete ulaşmak için ayaklanmadı ve bu tür bir gİrişim-de bulunmadı."

Zeyd (radıyallahu anh), Hişâm b. Abdülmclik tarafından katledilerek asıldı, ardından oğlu Yahya (radıyallahu anh) imam olarak Horasan'a gitti.

Birçok kimse ona biat etti. İmam Ca'fer-i Sâdık, onun da aynen babası gibi katledilip asılacağım haber vermişti, tamamen böyle oldu.

Yahya'nın ardından imamet Muhammed ve İbrahim'e terVîz edildi.

Her ikisi de Medine'de ayaklandılar. İbrahim Basra'ya gitti. Basra halkı ona biat etti. Ama ikisi de katledildi. Câfer-i Sâdık bunlara da başlarına gelecekleri haber vermişti. O, bütün bunların ataları tarafından kendisine bildirildiğini söylemiş, Emevîlerin büyük bir güce ulaşacaklarını, üstlerine dağlar yürüse onları bile ezeceklerini, Ehl-i Bcyt'e kin beslediklerini ve Allah mülklerinin dağılmasına izin verinceye kadar Ehl-i Beyt'ten hiç kim­senin onlara başkaldırmasının uygun olmayacağını haber vermişti. Ca'fer (radıyallahu anh) her fırsatta Muhammed b. Ali b. Abdullah b. el-Abbâs'ın çocukları Ebu'l-Abbâs ile Ebu Ca'fer'e işaret ederek şöyle derdi: "Biz, şu ve çocukları bu işe bulaşmeaya kadar imamet davasına karışmayız. "Kas­tettiği el-Mansûr idi.

Horasan'da Nasır el-Atrûş adlı bir şahıs çıkıncaya kadar Zeydiyye fırkası toparlanamadı. Hakkında ölüm cezası verilip aranmaya başlayınca Deylem diyarına çekilerek gizlendi. Daha önce müslümanlığa girmemiş olan bölge halkını İmam Zeyd'in (radıyallahu anh) mezhebine davet etmeye başladı.

Bölge halkı onun davetine olumlu karşılık verdiler ve Zeydiyye mezhebi orada gelişip serpildi.

Zeydiyye İmamları birbiri ardınca gelip hükümrân olmuşlar, ancak birtakım usûl konularında amca çocukları {: İmam Mûsâ soyundan gelen­lerden) ayrılmışlardır. Zeydiyye'nin çoğunluğu, fazilet bakımından altta olanın imametinin caiz olduğu görüşünden dönmüş olup sahabeyi de İmâmiyye gibi tenkid etmiştir.

Zeydiyye fırkası, kendi içinde üç kola ayrılmıştır:

A- Cârûdiyye:

Ebu Cârûd Ziyâd b. Ziyâd adında bir şahsın taraftarlarından oluş­muştur. Allah ResÛlÜ'nÜn (sallaJlâhu aleyhi ve sellem) İmam Ali'nin (radıyallahu anh) hilâfetini ismen değil vasfen tayin ettiğini söylerler. Onun vefatından sonra yerine geçmesi gereken İmam, Ali (radıyallahu anh) iken insanlar bu vasfı bilemediler ve vasfedileni aramadılar Ebu Bekir'i (radıyallahu anh) ken­di tercihleri ile göreve getirdiler, böylece küfre düştüler. Ebu Cârûd, bu iddiasıyla bizzat İmamı Zeyd'e (radıyallahu anh) muhalefet etmiştir. Çünkü o, bu görüşte değildi.

Cârûdİyye mensupları imamete kimin lâyık olduğu konusunda ihtila­fa düşmüşlerdir.

Kimilerine göre İmamet Ali'den (radıyallahu anh) Hasan'a (radıyallahu anlı)

ondan da Hüseyin'e (mdıyallahû anh) geçmiştir. Ondan Ali b. Hüseyin Zey-nelâbidîn'e, ondan oğlu Zeyd b. Ali'ye, ondan Muhammed b. Abdullah b. Hasan b. Hasan b. Alî b. Ebî Tâüb'e geçmiştir. Bu gruptakİlere göre imamet onun hakkıdır.

İmam-i A'zam Ebu Hanîfe de ona biat etmişti ve onun taraftarları arasındaydı. Bu durum Halife el-Mansûr'a bildirilince büyük imamı ölünceye kadar hapiste tutmuştur. Rivayete göre o, el-Mansûr döne­minde ayaklanan Muhammed b. Abdullah'a biat etmiştir. Muhammed Medine'de katledilince Ebu Hanîfe bu biati üzere kalmıştır. O, Ehl-i Beyt bağlılığına inanan bîr şahsiyetti. Durumu el-Mansûr'a bildirilince de büyük çilesi başlamıştır.

Muhammed b. Abdullah'ın imametini savunanlar da kendi aralarında ihtilafa düşmüşlerdir. Bazılarına göre o, katledilmemiş olup yaşamaktadır. Bir gün çıkacak ve dünyayı adaletle dolduracaktır. Bazılarına göre ise Muhammed ölmüştür ve imamet ondan sonra Muhammed b. el-Kâsım b. Ali b.

Ömer b. Ali b. Hüseyin b. Ali'ye geçmiştir. Bu zât, Halife el-Mutasım döneminde esir alınmış ve ölünceye kadar evinde hapsedilmiş­tir. Bazıları ise Küfe valisi Yahya b. Ömer'in imametini savunmuştur. Bu şahıs ayaklandığı zaman birçok taraftan olmuş ve Halife el-Müste'în döneminde öldürülmüştür. Kesik başı Muhammed b. Abdullah b. Tâhir'e götürülmüştür. Aleviye'den bir şair onun hakkında şu şiiri söylemiştir:

Bineğe binenlerin en kıymetlisini Öldürdün! Sana yumuşak bir söz işitmek için geldim. Seninle karşılaşmam bana öyle ağır geliyor ki, Hele ki keskin kılıcın ağzı aramızda.

Burada murat edilen kişi, Yahya b. Ömer b. Yahya b. Hüseyin b. Zeyd b. Ali'dir.

Ebu Ca'fer Muhammed b. Ali el-Bâkır bu şalisi Serhûb olarak isimlen­dirmiştir. Serhûb, denizde yaşayan kor şeytan anlamındadır.

Ebu Cârûd'un dostları arasında Fadl er-Ressân ve Ebu Hâlid el-Vâsıtfyi zikredebiliriz. Bunlar hüküm ve tavır bakımından birbirlerinden farklıdırlar.

Bazılarına göre Hz. Hasan (radıyallahu anh) ve Hz. Hüseyin'in(radıyaüahu anh) çocuklarının İlimleri Allah ResÛlü'nÜn (sallallâhu aleyhi vesellem) ilmi gibi olup öğrenme olmaksızın fıtrî ve zarurî olarak husule gelir. Bazılarına göre ise onların ilmi, diğer insanların ilimleri gibidir.

Dolayısıyla onlardan olduğu gibi başkalarından da ilim Öğrenilebilir.

B- Süleymâniyye:

Süleyman b. Cerîr adlı şahsın taraftarlarından oluşan fırkadır. Bunla­ra göre imamet, halk içinde şûra ile belirlenir. Hayır ehü müslümanlardan ikİ kimsenin bİatıyla da belirlenebilir. Efdal mevcut iken daha altta birinin imameti de sahihtir.

Ebu Bekir (radıyaikhu anh) ve Ömer (radıyaliahu anh) hak imamlardır. Ama Ali (radıyallahu anh) hayatta iken onlara biat edenler hatalıdır. Şu var ki bu hata, fısk derecesinde ağır bir hata olmayıp içtihadı bir hatadır. Ancak, hilâfeti dönemindeki uygulamaları ve bidatleri nedeniyle Osman'ı (radıyaliahu anh) tekfir etmiştir. Yine ona göre İmarn Ali'yle (radıyaliahu anh) savaşan Âişe (radı­yaliahu anh), Talha (radıyallahu anh) ve Zübeyr (radıyallahu anh) küfre düşmüştür.

Râfızîleri de tenkid etmiş ve Râfizî imamların başkalarınca onaylanmayıp taraftarlarına hitap eden iki görüş belirttiklerini söylemiştir.

Bu görüşlerin ilki bedâ'dır. Râfizî imamları, kendilerinin güçlenip ikti­dar sahibi olacaklarına dair bir şey söyledikleri ve bunun aksi çıktığında "O konuda Allah Teâlâ'nın kararı değişti=Bedallâhu fî zâlike" derlerdi.

Diğeri ise takıyycdir. Onlar dilediklerini söylerler, fakat bunun doğru olmadığı kendilerine ifade edilince "Biz onu takıyye gereği söyledik, gere­ğini de takıyye gereği yaptık" diyerek kendilerini savunurlardı.

Efdal varken daha altta olanın (mefdûl) imametini caiz görmesi nok­tasında Mu'tezile'den bir topluluk onu izlemiştir. Bunlara örnek olarak şu isimleri zikredebiliriz: Ca'fer b. Mübeşşir, Ca'fer b. Harb ve Ehl-i Hadis'ten Kesîr en-Nevâ. Bu görüşte olanlar şöyle demişlerdir: İmamet, dinî masla­hatlardan biri olup Allah Teâlâ'yı ve O'nun vahdaniyetini bilmek için ona gerek duyulmaz. Çünkü bu, akılla hâsıl olur. İmamete İhtiyaç duyulması, had cezalarının uygulanması, davalılar arasında hüküm vermek, yetim ve dulların haklarını korumak, Kelimetullâh'ı yüceltmek, toplumsal birliği korumak ve din düşmanlarıyla savaşmak gibi noktalarda gündeme gelir. İmamet sayesinde müslümanların bir cemâati olur ve avam kaosa sürüklen­mekten korunur. İmamete getirilecek şahsın ümmetin en hayırlısı, İslâm'a girmede en kıdemlisi, en hikmetli ve en sağlam görüşlüsü olması şart değil­dir. Çünkü üstün (fâdıl) ve en üstünün (efdal) varolmalarına rağmen daha altta olanla da (mefdûl) bütün bu görevler îfâ edilebilir.

Ehl-i Sünner'ten bir cemaat da aynı görüşü paylaşarak imamın müçte-hid olmamasını, İçtihadı konularda uzman olmamasını caiz görmüşlerdir. Şu var ki imamın çevresinde İçtihâd ehlinden birileri olmalı ve İçtihâdî konularda onlara başvurmalıdır. Helal ve haram gibi hükümlerde onlar­dan fetva istemelidir. Genel olarak sağlam görüşlü ve olayları değerlendir­mede derin görüşlü olması da gereklidir.