• Sonuç bulunamadı

Bilinmelidir ki Selef-i Salih'ten büyük bir topluluk Allah Teâlâ'nın ezelî sıfatları olduğuna inanmıştır. Bunlar ilim, kudret, hayat, irâde, sem', basar, kelâm, celâl, ikram, cömertlik, nimet verme (in'âm), izzet ve aza­met gibi sıfatlardır. Bunlar, Zatî sıfatlarla fiilî sıfatları ayırmamışlar, hepsi­ni aynı Özellikte görmüşlerdir. Selef-i Salih eller, yüz gİbİ haberi sıfatları da kabul eder ve bunları tevîl ederek şöyle derler: Bu sıfatlar, şeriatte varit olduğu için onları haberi sıfatlar olarak adlandırırız. Bu nedenledir ki sıfatları bu şekilde kabul ve İsbât eden Selefe Sıfâtiyye, sıfatların varlığını reddeden Mütezile'ye ise Mu'attile denilmiştir.

Ancak Seleften bazıları, sıfatların isbâtı noktasında aşırıya giderek onları muhdes varlıkların sıfatlarına benzetme hatasına (teşbih) düşmüşler­dir.

Bazıları ise sadece fiillerin delâlet ettiği, nasla bildirilen sıfatları kabul etmişlerdir. Bu topluluk iki gruba ayrılmıştır: İlk grup, söz konusu sıfat­ları lafzın kaldırabildiği ölçüde tevil etmiştir. İkinci grup ise tevile yanaş­mayarak şöyle demiştir: Akıl sayesinde şunu anladık ki, Allah Teâlâ'nın benzeri yoktur. Yaratılmışlardan hiçbirine benzemez ve hiçbir varlık da O'na benzetİlemez. Bize göre bu kesindir. Ancak bu sıfatlara delalet eden lafızların anlamlarını kesin olarak bilemeyiz. Örneğin "Rahman Arş'a istiva etti" (Tâhâ, 20/5), "Ellerimle yarattım" fSâd, 38/75) ve "Rabbin geldi"

(Fecr, 89/22) gibi ayederde geçen sıfatlar böyledir. Biz, bu ayetlerin tefsir ve tevili ile mükellef kılınmadık. Aksine bunlara olduğu gibi inanmakla ve Allah Teâlâ'ya ortak koşmamakla emrolunduk. O'nun benzeri yoktur. İşte bu sıfatlara böyle bir yakîn ile İnandık.

Sonrakilerden (müteahhİrün) bir topluluk Selefi Salih'in görüşüne şu ilâvede bulunmuşlardır: Söz konusu nasların zahirleri üzerine irca edil­mesi şarttır. Bu görüş onları mutlak teşbihe düşürmüştür. Bu ise, Selefin inancının aksidir. Teşbihin mutlak ve saf biçimde uygulanışı Yahûdîler'de yaygındır. Onlarda kurrâ (: okuyucular) olarak bilinen bir fırka teşbihte bulunmuştur. Çünkü bunlar Tevrat ayetleri arasında teşbihe delâlet eden birçok ibare görmüşlerdir.

İslâm ümmetinde ise Şîa teşbih konusunda aşırılığa düşmüştür. Aşırılık Örneği, bazı imamları -hâşâ- ilaha, İlâhı da mahlukâttan herhangi birine benzetmeleridir, Mu'tezile ve kelamcılar ortaya çıktığında Râfızîler-den bir grup aşırılık ve hatadan geri adım atmış ve Mu'tezile'ye yönel­mişlerdir.

Seleften bir topluluk da söz konusu sıfatların zahirî tefsirine meylederek teşbihe düşmüşlerdir.

Selef içinde hem tevile bulaşmayan hem de teşbih hatasına düşmek­ten sakınanlar da olmuştur. Mâlik b. Enes bunlardan biridir ve şöyle demiştir:

"İstiva malûm, nasıl olduğu ise meçhuldür. Ona olduğu gibi inanmak vacip, hakkında soru sormak ise bidattir." (el-Kermî, Ekâvtlü's-Sİkât, 1/61,103,120,121; Azimâbâdî, Avnu'l-Mabud, 7/13) Ahmed b. Hanbel, Süfyân es-Sevrî, Dâvud b. Ali el-İsfahânî ve onları izleyenler de bu görüştedir.

Abdullah b. Saîd el-Küllâbî, Ebu'l-Abbâs el-Kalânisî ve el-Hâris b. Esed el-Muhâsibî'nin devrine gelindiğinde bunlar Seleften bir topluluk olarak Kelâm ilmine dalmış ve Selefî akideleri kelâmı deliller ve usûlî burhanlarla desteklemeye çalışmışlardır. Bunlardan bazıları kitaplar telîf etmiş, bazıları da tedrisât faaliyetinde bulunmuştur. Örneğin Ebu'l-Hasan el-Eş'arî ile hocası arasında salâh-aslah meselesinde bir münazara yaşanmış ve aralarındaki görüş ayrılığı açığa çıkmıştır. el-Eş'arî bu son gruba meyletmiş ve onların görüşlerini kelâm yöntemleriyle desteklemeye çalışmıştır.

Onun tarafından ortaya konulan bu çabalar Ehl-i Sünnet ve Cemaat mezhebinin temellerini oluşturmuştur. Sıfâtiye ismi, zaman için­de Eş'ariye'ye dönüşmüştür. Müşebbihe ve Kerrâmiye de sıfatları isbât ettikleri için onları da bu başlık altında ele aldık.

1- Eş'ariyye:

Ebu Musa el-Eş'arî (radıyallahu anh) soyundan gelen Ebu'l-Hasan Ali b. İsmail el-Eş'arî'nin (Ö. H. 324) taraftarlarıdır. Bu fırkanın kurucusuyla ilgili tuhaf raslantılar mevcuttur. Örneğin Ebu'l-Hasan el-Eş'arfnin savunduğu fikirlerin, Ebu Musa el-Eş'arî (radıyaliahu anh) tarafından aynen dile getiril­miş olduğu söylenir. Bilindiği üzere Ebu Musa el-Eş'arî (radıyallahu anh) ile Amr b. el-As (radıyallahu anh) arasında bir münazara yaşanmıştı. İki şahabı arasındaki diyalogun bir kısmı şöyleydi:

Amr: Rabbim önünde muhâkemeleşebileceğim birini nerede bulabi­lirim?

Ebu Musa: Aradığın kişi benim.

Amr: Allah hakkımda bir şey takdir ettikten sonra bu yüzden bana azap edebilir mi?

Ebu Musa: Evet!

Amr: Niçin?

Ebu Musa: Çünkü O sana zulmetmez.

Bu cevap karşısında Amr (radıyallahu anh) sustu, karşılık veremedi.

el-Eş'arî şöyle demiştir: insan, kendi yaratılışı üzerinde durarak yara­tılışın nasıl başladığını, yaratılış evrelerini birer birer nasıl geçtiğini ve kemâle ulaştığını düşünürse yaratılışı üzerinde bir güç ve tedbir sahibiolamayacağını ve onu değişik safhalardan geçirip eksiklikten kemâle ulaş­tırmasının mümkün olmayacağını açıkça görür. Bu yaratılış için kudret, ilim ve irâde sahibi bir yaratıcının varlığının şart olduğunu zarurî olarak bilir. Çünkü söz konusu muntazam ve muhkem fiillerin, tabiatta kendili­ğinden oluşması mümkün değildir. Zira bunların fıtrat üzerinde birtakım ihtiyarî izleri mevcuttur. Böylece yaratılıştaki muhkemlik ve yerli yerin-delik ortaya çıkmış oldu. Yaratıcı'nın, fiilleri nin delâlet ettiği ve inkârı mümkün olmayan sıfatları da vardır. Bu fiiller, Allah Teâlâ'nın Alim, Kadir ve Mürîd olduğuna delâlet ettiği gibi İlİm, kudret ve irâde sıfatlarına da delâlet etmektedir.

Buradaki delâlet, gaip veya şahit açısından farldılık göstermeyen türdendir. Alim'in ilim sahibi olmaktan, Kâdir'in kudret sahi­bi olmaktan, Mürîd'in irâde sahibi olmaktan başka bir anlamı yoktur. İlim sıfatı sayesinde sağlam ve en güzel şekilde yapma bilgisi, kudret sayesinde gerçekleşme ve meydana gelme, İrâde sayesinde de belli bir zaman, belli bir ölçü ve belli bir şekilde oluşma hâli gerçekleşir. Bütün bu sıfatlarla mevsûf olan Zât-ı İlahî'nin, daha önce açıkladığımız üzere bir hayat sıfatıyla Hayy oiduğu ortaya çıkar.

el-Eş'arî, sıfatları inkâr edenleri susturmuş ve onlara şöyle hitap etmiş­tir: Sizler Allah Teâlâ'nın Alim ve Kadir olduğu noktasında bizimle aynı görüşü paylaştınız. Bu durumda söz konusu iki sıfattan anlaşılan mâna ya tek bir husus, ya da daha fazla olacaktır. Eğer tek bir mânâ kastolunmuş-sa o zaman kadir oluşuyla bilmesi ve âlim oluşuyla gücü yetmesi gerekir. Bu durumda Zât-ı Ilahfyi mutlak olarak bilen kimsenin O'nun Alim ve Kadir olduğunu da bilmesi gerekir. Halbuki işin aslı böyle değildir. Bilin­diği üzere bunlar iki farklı itibarladır. İhtilâf, ya sadece lafza veya hâle, ya da sıfata râcidir. Mücerred lafza râci oluşu söz konusu değildir. Çünkü akıl, akılla bilinen iki mefhumun birbirinden farklı olmasını gerektirir. En başta lafızların yokluğu varsayılsa, akıl kendi tasavvurunda şüpheye kapılmaz ve hâle rücû da geçersiz olurdu. Varlık veya yoklukla vasfedilme-yen bir sıfatın varlığını iddia etmek, varlıkla yokluk, red ile isbât arasında bir vâsıta bulunduğunu iddia etmek anlamına gelir ki bu imkânsızdır. Buna göre Zât ile kâim olan bir sıfata rücû etmek kaçınılmaz olmaktadır. el-Eş'arî'nin görüşünün özü budur.

el-Eşârî'nin taraftarlarından biri olan Kadı el-BâkıIlânî, hâlin isbâtı ve reddi arasında gidip gelmiş ve isbât üzerinde karar kılmıştır. Buna rağmen sıfatları Zât ile kâim olan özellikler olarak görmüş, haller olarak değer­lendirmemiştir. Bu meyanda şöyle demiştir: Ebu Hâşim'in isbât etmiş olduğu hâl, bizim 'sıfat' dîye adlandırdığımız şeyin aynıdır. Çünkü o, bu sıfatlan gerektiren bir hâlin varlığını isbât etmiştir.

Ebu'l-Hasan şöyle demiştir: Allah Teâlâ, ilim ile Alim, kudret ile Kadir, hayat ile Hayy, irâde ile Mürîd, kelâm ile Mütekellim, sem' ile Semî ve basar ile Basir'dir. Beka konusunda ise görüş farklılığı söz konusudur.

Ona göre bu sıfatlar ezeli ve Zât-ı İlâhî ile kâimdir. Bu sıfatların O'nun aynı veya gayri olduğu söylenemez. Allah Teâlâ'nın kadîm kelâmı ile Mütekellim ve kadîm irâdesi ile Mürîd olmasının delili şudur: Allah Teâlâ Melik yani mülkün yegâne sahibidir. Melik, emretme ve yasakla­ma hakkına sahip olan demektir. Buna göre Allah Teâlâ ya kadîm emri ile, ya da muhdes emriyle emredendir. Muhdes olması halinde ya Allah Teâlâ'nın Zâtı'nda, ya bir mahalde veya herhangi bir mahal dışında hadis olması söz konusu olur. Allah Teâlâ'nın Zâtında hâdİs olması imkânsızdır.

Çünkü bu, Zâtı'nm muhdesât için mahal olmasına yol açar ki bu mümkün değildir. Muhdes emri, herhangi bir mahalde ihdas etmesi de imkânsızdır.

Çünkü bu, söz konusu mahallin O'nunla mevsûf olmasını gerektirir. Herhangi bir mahal dışında ihdas etmesi de imkânsızdır, çünkü bu aklî değildir.

Bütün bunlar ışığında emrinin kadîm ve O'nunla kâim oluşu kesinleşir. Diğer sıfatları için de aynı durum geçerlidir.

el-Eş'arî şöyle demiştir: Allah Teâiâ'nın ilmi, tek olup muhal, caiz, vacip, mevcûd ve ma'dûm olsun bütün malûmatı kapsar. Kudreti de bir olup caiz türünden varolan bütün mevcudata taalluk eder. İrâdesi de bir olup ihtisas kabul eden her şeye taalluk eder. Kelâmı da bir olup emir, yasak, ihbar, istihbar, va'd ve va'îd şeklinde tecelli eder. Kelâmın bu türle­ri, çeşidi itibârlara râci olup kelâmın adedine bağlı değildir. Meleklerin ağzından peygamberlere indirilen ibare ve lafızlar O'nun Ezelî Kelâmı'na delâlet eder. Delâlet yaratılmış ve muhdes iken, delâlet edilen şey (medlul) kadîm ve ezelîdir. Okuma (kıraat) ile okunan şey (makrû'), tilâvetle tilâvetedilen (metluvv) arasındaki fark, zikretmekle zikredilen arasındaki fark gibidir.

Zikr muhdcs iken, zikredilen kadîmdir.

el-Eş'arî bu yaklaşımıyla Haşviyye'den bir topluluğa muhalefet etmiş­tir. Çünkü onlara göre harfler ve kelimeler de kadîmdir. el-Eş'arfye göre Kelâm, ibare den başka bir şey olup nefsle kâim bir mânadır. İbare ise insandan kaynaklanıp o kelâma delâlet eden şeydir. Ona göre kelâm sahi­bi (mütekellim), kelâmın kendisiyle kâim olduğu kimsedir. Mu'tezile'ye göre ise kelam fiilinde bulunan kim olursa olsun sadece ibare kelâm olarak adlandırılır. Bu ya mecazen, ya da lafızdaki iştirak ile olur.

el-Eş'arî dedi ki: Allah Teâlâ'nın İrâdesi bir, kadîm ve ezelî olup kendi hususî fiilleriyle kulların fiillerinden murad edilenlerin tamamına taalluk eder. Bu da söz konusu fiillerin onlar için kazanılmış olmaları itibarıyla değil, Allah Tcâlâ tarafından yaratılmış olmaları itibarıyladır. Bu meyanda şöyle demiştir: Allah Teâlâ her şeyi murâd eder, hayır veya şer, yarar veya zarar olsun farketmez. Allah Teâlâ irâde buyurup bildiği gibi, kullarından da bildiğini murad etmiştir. Kalem'e emretmiş ve o da Levh-i Mahfûz'a yazmıştır. Bu, O'nun hüküm, kaza ve kaderi olup asla değişikliğe uğra­maz. Malûmun aksi, tür bakımından güç yetirilip vuku bakımından muhal olandır.

el-Eş'arfye göre kulun gücünü aşan bir şeyle mükellef kılınması (tek-lîf-i mâla yutak) daha önce zikrettiğimiz gerekçe sebebiyle caizdir. Çünkü ona göre istitâ'at bir arazdır. Araz ise iki anda baki kalmaz. Mükellef tek-lîf anında kesinlikle kadir olmaz. Çünkü mükellef, kendisine emredileni ihdas etme kudretine sahip olan kimsedir. Aslen buna kudreti olmayan kimse için söz konusu mükellefiyeti yüklemek ise imkânsızdır. Böyle bir emirle ilgili nas bile bulunsa hüküm değişmez.

Ona göre kul, fiillerini ifa etmeye kadirdir. Çünkü her insan, titreme ve tikler gibi kendiliğinden oluşan hareketlerle tercih ve irâdesine bağlı hareketler arasında aynm yapabilir. Bu ayrımın dayanağı ise iradî hareket­lerin kudret sayesinde gerçekleşmesi ve kudret sahibi olan kişinin tercihine bağlı olmasıdır. Bu meyanda şöyle demiştir: Kazanılan (mükteseb) fiil, kişide hâsıl ve hadis olan kudretin kapsamında gerçekleşen fiildir.

Ebu'l-Hüseyn'in savunduğu asılla ilgili olarak da şöyle demiştir: Hadiskudretin ihdas fiili üzerinde etkisi yoktur. Çünkü hudûs, cevher ve araza sörc farklılık göstermeyen tek bir kaziyyedir. Eğer hadis kudretin hudûs fiili üzerinde tesiri bulunsaydı, muhdes olan herşeyin ortaya çıkışında, örne­ğin

renklerin, tatların ve kokuların meydana gelişi üzerinde etkisi olurdu. Yine bu takdirde cevher ve cisimleri ihdas etmesi de mümkün olurdu. Bu da örneğin hadis kudret vasıtasıyla göğün yer üzerine düşmesinin müm­kün oluşu sonucuna götürürdü. Halbuki Allah Teâlâ burada da sünnetini icra ederek hadis kudretin hemen akabinde, altında veya beraberinde kulun murat edip çaba sarfettiği fiilin gerçekleşmesini sağlamıştır. Bu fiile, kesb denir. Böylelikle kulun fiili de yoktan yaratma ve ibda bakımından Allah Teâlâ tarafından yaratılmış, kul tarafından kazanılmış olur. Fiilin gerçekleş­mesi de bir yönden kulun kudretine bağlanmıştır.

Kadı Ebu Bekir el-Bâkıllânî (Ö. H. 403) bunu biraz aşarak şöyle demiş­tir: Hadis kudretin yoktan varetme gücünün bulunmadığı delil ile sabit olmuştur. Ancak fiilin sıfatları veya vecihleri ve itibarları sadece hudûs cihetiyle sınırlı değildir. Aksine başka yönler de mevcuttur. Bunlar hudû-sun ötesinde yer almakta olup cevherin, mekânda yer kaplayan ve araz kabul eden türden cevher olması, arazın da, renk, siyah vb. olmasıdır.

Bunlar, hâlleri kabul edenlere göre hâldir. Yine o şöyle demiştir: Fiilin hadis kudret ile veya onun altında husule gelme ciheti, özel bir nisbet olup kazanım (kesb) olarak isimlendirilir. İşte bu, hadis kudretin eseridir.

el-Bâkıllânî şöyle demiştir: Mu'tezile'nin usûlüne göre kudret veya kadîm kâdiriyetin hudûs ve vûcud, ya da fiiün vecihlerinden herhangi biri üzerinde müessir olması caiz olduğuna göre hadis kudretin hâl üzerindeki tesiri neden caiz görülmesin? Çünkü hâl, hadis olan şeyin sıfatıdır. Hadis kudretin fiilin vecihlerinden bîri üzerinde tesiri neden caiz olmasın? Örneğin hareketin belli bir biçimde gerçekleşmesi hadis kudret tarafından etkilenemez mi? Zira hareket ve arazdan mutlak mâna­da anlaşılan, bizatihi kıyam ve ka'deden çıkarılan mananın aynı değildir. Bu ikisi birbirinden ayrı hâllerdir. Nitekim her kıyam hareket iken, her hareket kıyam değildir.

Bilindiği üzere insan, 'Var etti, icat etti' sözümüzle, 'Namaz kıldı, oruç tuttu, oturdu, kıyama durdu' gibi sözlerimiz arasındaki farkı rahatlıkla anlayabilir. Kula izafe edilen şeyin Allah Teâlâ'ya izafe edilmesi caiz olmadığı gibi Allah Teâlâ'ya izafe edilen şeyin kula izafesi de caiz değildir.

Kadı el-Bâkıllânî, hadis kudretin tesirini ve eserini kabul etmiştir. Bu, ona göre hususî bir hâl olup hadis kudretin fiile taalluk eden nokta­larından birini teşkil eder. Bu nokta, mükâfat ve ceza karşısında belirleyici olan noktadır. Varlık, varlık olması bakımından mükâfat ve cezayı gerek­tirmez.

Özellikle de Mu'tezile'nin usûlüne göre böyledir. Çünkü hüsn ve kubh yönü, mükâfat ve cezaya tekabül eder. Hüsn ve kubh, varlığın ötesinde iki zâti sıfattır. Mevcûd ise mevcudiyet bakımından ne hasen, ne de kabîhtir.

el-Bâkıllânî şöyle demiştir: Hâl olan iki sıfatın sübûtu sizce caiz olur­sa bize göre de hadis kudretin taalluk ettiği hâlin sübûtu caiz olur. Her kim bunun mechûl bir hâl olduğunu söylerse elimizden geldiği kadarıyla onun ne olduğunu kendisine açıklar, nasıl olduğuna dair örnekler gösteririz.

Onun ardından gelen Imâmu'l-Haremeyn Ebu'l-Me'âlî el-Cüveynî biraz daha ileri giderek şöyle demiştir: Bu kudret ve istitâ'atm reddini akıl ve duyu kabul etmez. Eseri olmayan bir kudretin varlığını iddia etmek ise kudreti kökten inkâr etmek gibidir. Fiil yapılmama halinde tesirin varlığını iddia etmek de husûsî anlamda tesiri reddetmek gibidir. Hâller, asılları iti­barıyla varlık ve yoklukla vasfedilmezler. Bu durumda kulun fiilini hakîkî mânada kudretine nisbet etmek gerekir. Ama bu, ihdas etme ve yaratma suretinde olmaz. Yaratma, yoktan varetmede bağımsızlık hissi uyandırır.

İnsanoğlu kendi benliğinde kudret hissettiği gibi bağımsız olmadığını da hisseder. Fiilin varlığı kudrete, kudretin varlığı ise fiilin kudrete nisbctine benzer konumda olabilecek bir sebebe dayanır. Sebeplerin birbirine dayan­ması bu şekilde devam edip giderek en sonunda Müsebbibu'l-esbâb olan Allah Teâlâ'ya dayanır. O, sebepleri ve müsebbiplerini yaratandır. Mutlak mânada müstağni olup kimseye muhtaç değildir. O'nun dışındaki bütün sebepler, bir şekilde bir müsebbibe muhtaçür. Allah Teâlâ ise mutlak müstağni olup hiçbir şeye muhtaç değildir.

el-Cüveynî bu görüşünü İlahiyatçı filozoflardan iktibas etmiş ve bunu sözünün başında belirtmiştir. Sebebin müsebbibe nisbeti asıl itibarıyla fiil ve kudrete mahsus değildir. Aksine varolan her hadisin hükmü budur. Bu durumda ise tabiat görüşüne bağlı kalınması ve cisimlerin varetme bakımından başka cisimler üzerindeki etkisini, tabiatların ihdas etme bakımından başka tabiatlar üzerindeki tesirini kabul etmek gerekir. Oysa bu, İslâm mezheplerinin görüşü değildir. Nasıl olabilir ki? Tahkik ehli filo­zoflar, bir cismin başka bir cismin varolmasında tesiri olmadığını görmüş ve şöyle demişlerdir: Bir cisimden başka bir cismin sudur etmesi caiz değil­dir. Cismin sahip olduğu potansiyel güçten de böyle bir şey sâdır olamaz.

Çünkü cisim madde ve suretten oluşur. Eğer cismin tesiri olsa, her iki noktada da, yani hem maddî yapısı, hem de sureti üzerinde olması gerekir.

Halbuki maddenin yokluk (adem) tabiatı vardır. Eğer tesiri olsa, bunun yoklukla müşterek bir etki olması gerekir. Aksi ise imkânsızdır. Şu halde bu önerme imkânsız, bunun aksi doğrudur. O da şudur: Cisim ve cisimde­ki potansiyel kuvvetin, herhangi bir cisim üzerinde tesiri caiz değildir.

Bu konuda daha aşırı gidenler, cisim ve cisimdeki potansiyeli de aşmış ve bizatihi caiz olan herşeyi bu kapsama sokarak şöyle demişlerdir: Bizati­hi caiz olan bir şeyin başka bir şeyi ihdas etmesi caiz değildir. Eğer ihdas edecek olursa, caiz olma hususundaki ortaklığı da ihdas etmesi gerekir.

Cevazın tabiatı ise yokluktur. Caizin kendisi ve zâtı boşaldığında yok olur. Cevazın yoklukla ortak bir tesiri varsayılırsa bunun sonucu yokluğun varlık üzerinde müessir olmasıdır ki bu imkânsızdır. Şu halde Zâtı itibarıyla Vâcibu'l-vücûd olan Hak Teâlâ dışında yoktan vareden hiçbir şey yoktur. O'nun dışındaki bütün sebepler varlığın kabulü için gerekli hazırlayıcılar olup varlığın muhdisleri değildir. Bu konu ileride açıklanacaktır.

Tuhaf olan, İmam el-Cüveynî'nin sözünün dayandığı nokta böyle ise fiilin sebeplere izafesinin nasıl mümkün olacağıdır.

Bu noktada mezhebin kurucusunun görüşlerine dönmek istiyoruz. Ebu'l-Hasan Ali b. İsmail el-Eş'arî şöyle demiştir: Yaratıcı, hakîki anlam­da Allah Teâlâ olduğu zaman, hiçbir varlık yaratma fiilinde O'na ortak olamaz. Allah Teâlâ'nın en hususî sıfatı yoktan yaratma kudretidir. O'nun Allah ism-i celîlinin tefsiri de budur.

Ebu Ishâk el-İsferâyinî ise şöyle demiştir: O'nun en hususî vasfı tüm oluşlardan ayrı, hiçbirine benzemeyen bir varlık sahibi olmasıdır.

Eş'arîler'den bir zât da şöyle demiştir: Bir şekilde başka varlıklardan ayrışmayan hiçbir varlık mevcut değildir. Aksi halde varlıkların tümünün ortak ve denk olmaları gerekirdi. Allah Teâlâ da bir mevcûd olarak diğer mevcudattan çok hususî bir vasıfla ayrışmalıdır. Ancak insan aklı, şerl bir nas gelmedikçe bu en hususî özelliği asla öğrenemeyip tereddüt edecektir.

Peki ahi, Allah Teâlâ'yı idrâk edebilir mi? Bu meselede de fikir ayrılı­ğına düşülmüştür. Bu, Darrâr'ın mezhebine daha yakındır. Ancak Darrâr, Allah Teâlâ hakkında mâhiyet ibaresini kullanmıştır. Bu, lafız bakımından çirkindir.

Eş'ariyye'nin esaslarından biri de şudur: Varolan herşey görülebilir. Görüşü sahih kılan, sadece varoluştur. Allah Teâlâ mevcûd olduğuna göre O da

Eş'ariyye'nin esaslarından biri de şudur: Varolan herşey görülebilir. Görüşü sahih kılan, sadece varoluştur. Allah Teâlâ mevcûd olduğuna göre O da