• Sonuç bulunamadı

II. ARAŞTIRMA YÖNTEMİ

1.4. SANATTA PLASTİK DİL

1.4.1. Sanatın Elemanları

Sanatın elemanları sanatın türlerinden olan Plastik sanatlara (Resim, heykel, mimari, seramik vb.) ilk adım atan sanatçı adayının ve sanat öğrencisinin kendisini ifade etmek için bir araç olarak gördüğü çizgi, renk, biçim vb. unsurların birbirleriyle uyumlarını ve ilişkilerini bütünlük içerisinde anlamlandırarak sunmakla olabilir. Sanatın elemanlarının bir bütünlük sağlayacak şekilde bir araya getirilmesiyle oluşturulacak geçerli ve evrensel kurallar vardır. Ölçü, oran-orantı, kompozisyon, dengeleme, ahenk vb. gibi. Sanatçıların birçoğunda bunlar yaratıcılığı tetikleyen ve güdülenmeyi gerçekleştiren iç güdü dürtülerinin ürünüdür (Karabulut, 2004: 77).

Sanatçı, nokta, çizgi, biçim, renk, mekân ve doku kavramlarını herhangi bir yüzeyde iki boyut ve ya üç boyut ilişkisinde yaratıcı ve dokunsal etkilerle ifade etme gücüne sahip olarak meydana getirmelidir.

Nokta: Sanatın elemanlarının ögesi olan nokta, herhengi bir yüzey üzerinde durağan olan ve bulunduğu yere göre boyutsal olarak küçük iz bırakan, merkezi özellik gösteren dairesel benek veya lekedir. Bu tanımlamadan hareketle nokta hiçbir yöne ve alana sapmaz ve hareket göstermez (Demir, 1993: 2). (Resim 1.3).

Resim 1.3. Fatih Daşdemir, Görsel anlatımda nokta, 20x30, 2007.

Nokta, bir zemin yüzeyinde de tek başına herhangi bir hareket göstermez, sade ve durgundur. Fakat; her yere aynı anda ve aynı kuvvette harekete hazırdır. Görsel anlatımı

ile nokta, tek başına gözü kendisine odaklandırmaya yöneliktir ve renk bakımındanda koyu gridir ( dark grey). Plastik anlamda ele aldığımızda bizim için gerekli olan ise grafik noktadır. Nokta, diğer sanat elemanları gibi farklılıklar gösterebilen, çoğalan, azalan, büyüyen, küçülen, dinamizm etkiler yaratan önemli sanat elemanıdır (Karabulut, 2004: 78).

Çizgi: Tarihin ilk zamanlarından da anlaşılacağı üzere mağara döneminde bulunan resimlerin tamamı öncelikle çizgisel bir sınırlama ile belirliğe geçmiştir. Çizgi, iki ve üç boyutlu çalışmalarda her zaman kullanılanıla gelmiş ve sanatın elemanlarının tamamlayıcı ögesi olarak görev üstlenmiştir. İki nokta arasında ve özelliklede resimselliğin olduğu heryerde kullanılan, farklı kalınlıklarda ve inceliklerde de olabilen salınımda oluşturulan izdir (Eroğlu, 2013: 36).

Erzen ise şöyle ifade etmektedir;

Teknik bir tanımla, iki nokta arasındaki en kısa iz olarak anlatılsada, sanatta çizgiyi hareketin sürekli izi olarak tanımlamak gerekir. Gerek hat ve kaligrafi, gerek resim ve çizim sanatlarında çizgi, görülen nesnenin, düşüncedeki imgenin sanatçının duygusal ve yorumsal tepkisiyle bütünleşerek yüzey üstünde bıraktığı iz olarak tanımlana bilir ( Erzen, 2008: 371). (Resim 1.4).

Resim 1.4. Sesshu, Kış Manzarası, Japon resmi, Muromachi devri, 15. yy. Sonu, (Lowry, 21, 1972).

Bir nesne veya obje üzerindeki şekillerin dikey ya da yatay biçimde olması gözümüzde çizgi ifadesinin algılanması ve anlamlandırılması çizgi niteliğinin kazanılmasına yönelik duygusal ve yorumsal eğlemle gerçekleşir.

Lowry, çizgi ile ilgili görüşünü şu şekilde dile getirmektedir;

Çizgilere zamanla ilgili sıfatlar verişimizin sebebi, gözümüzün, değişik tipteki çizgileri takip ederken başka miktarda zaman harcamasıdır. Çizgiyi tarif ederken kullandığımız bütün kelimeler, gözümüzün onunla karşılaştığında yapar gördüğü hareketten doğmadır. Çizgileri yumuşak veya hızlı diye tarif etmek, bunların belirli bir yolu hissettirme güçlerinde bizim de payımız olduğunu kabul etmek demektir. Böylece çizgi elemanı bu çok basit harekette görüldüğü gibi, fikir ve kavramları görsel olarak ifadede çok tesirli bir vasıta olabilir (Lowry, 1972: 20).

Biçim (Form): Biçim ilk olarak Yunanlı felsefecilerce öne sürülen bir görüşle güzellik sorununa angaje olmuş. Bu duruma Platon, gerçek güzellik olgusunu geometrik figürlerde bulmuş ve buna icaben Aristo, biçimin oranlarında; yani oranlar arasındaki simetri ve denge ilişkisinde bulmuştur. Bu süreçten kaynaklanan durumla renk, biçime göre daha etken gelişmiş ve Rönesans döneminde bu iki kavramla ilgili tartışmalar yaşanmıştır. Orta Çağın geometrik formlara duyulan ilgisi, psikolojik kaygıları, renk ve süs güzelliğine düşkünlüğü bu durumu hafifletmiş ve Rönesans ile birlikte biçim gerçek anlamda vücut bulmuştur (Eroğlu, 2013: 27).

Plastik dilde ele aldığımızda ise bir cismin veya nesnenin genişliğini, yüksekliğini, kapladığı alanı çerçeveleyen dış çizgilere biçim (form) denir. Bir sanat eseri içerisinde kullanılan çizgilerin, şekli betimleyememesi durumunda oradan formdan sözetmek yerinde olmayacaktır ve form olarak kabul etmek yanıltıcı olacaktır (Çağlarca, 1974: 120).

Genel anlamıyla da bir cismin algılanan tüm yönlerinin bir bütün oluşturacak şekilde kendine özgü bir düzen oluşturmasıdır. Özelliklede dokunsal, görsel öğeleri ifade edebileceği gibi işitsel ve ritmiksel alanlarda da seslerin belirlibir düzeni için kullanılır (Erzen, 2008: 221). Biçim, bir nesnenin dış görünüşünü ve nesneler arasındaki ilişki düzenini de ifade edebilir.

Doku (dış yapı – tekstür): Doğadaki tüm varlıkların birer karakteristik dış yapı oluşumları vardır. Nesnelerin dış görünüşlerinin farklılık göstermesi o nesnelerin dokusal yapı özelliklerinin farklılıklarından kaynaklanmaktadır. Her cismin kendine

özgü özelikleri ve işlevleri vardır, ancak biz temel sanat eğitimi çerçevesi içerisinde bu doku sistemlerini görsel şekillleriyle ele almaktayız (Demir, 1993: 67-68).

Doku farklılıklarını hissedip görmemiz için herhangi bir yüzeye veya nesneye dokunduğumuzda bizde bırakmış olduğu hislerdir. Bunlar sert, yumuşak, pürüzlü, kaykan, saydam vb. gibi örneklerle açıklanabilir (Resim 1.5).

Resim 1.5. Ağaç kabuğu dokusu, Doğal Doku, (www.masaldinle.com).

Herhangi bir nesne yüzeyinde kendiliğinden var olan ya da sonradan oluşturulmuş ve nesne üzerinde pürüzlülük özelliği anlaşılamayan boyama, baskı resimler ve motifler doku olarak kabul edilemez ve sayılamaz (Güngör, 1983: 26). Doğada kendi başına bulunan ve insan elinin değmediği, cisimlere ve nesnelere dokunmakla hissedilen dokulara doğal dokular denir. Her malzemenin ve objenin özellikleri farklı olabileceğini düşünerek doku kavramını hissetmemizde bize yardımcı olan elimizi sadece düşünmemeliyiz, bir nesneye veya cisme baktığımızda gözümüzde bir takım etkiler uyandırabilir, örneğin malzemenin kendi dokusu, rengi, parlaklık derecesi gibi özellikler doku kavramını algılamamızda yardımcı olabilecek unsurlardır (Karabulut, 2004: 83).

Dokunun kendi özelliğine ve bırakmış olduğu etkiye bakacak olursak; bir kişiye, aynı uzaklıkta farklı iki dokulu nesne gösterildiğinde bu nesnelerden sert özelliğe sahip olan doku daha yakında yumuşak özelliğe sahip olan doku ise kişiden daha uzakta hissedilmektedir. Karabulut, şöyle ifade etmiştir. “Sert dokulu cisimler olduğundan daha yakında, yumuşak dokulu cisimler daha uzakta görünürler” (Karabulut, 2004: 83).

Dokulu nesneye renk bağlamında baktığımızda ise; renklerin de yakınlık ve uzaklık mesafelerini taşıyan özellikleri vardır. Örneğin, bir cismin taşıdığı renkler sıcak renk tonlarında ise; sarı, kırmızı, turuncu gibi cisim bizlere olduğundan daha yakında görünecektir. Cisim eğer soğuk renklere sahip özellikte ise; mavi, yeşil, mor gibi bu kez cisim olduğundan daha uzakta görünecektir (Karabulut, 2004: 83).

Son olarak dokunun yüzey parlaklık derecesine baktığımızda ise; bir yüzeyin parlaklık derecesi kişinin nesne ile bulunduğu noktanın mesafesine bakılarakta değişe bilir. Bazı nesneler parlak iken bazıları ise daha soluk ve mattır. Biz cisimlerden uzaklaştıkça cismin parlaklık derecesi azalacaktır cisme yaklaştığımızda ise parlaklık derecesi artacaktır (Karabulut, 2004: 83).

Güngör, dokunun sert ve yumuşaklık farklılıklarını şu şekilde ifade etmiştir, “Sert dokulu, sıcak renkli, parlak yüzeyli cisimler olduklarından daha yakında, yumuşak dokulu, soğuk renkli, mat yüzeyli cisimler olduklarından daha uzakta etki yaparlar” (Güngör, 1983: 27-28).

Doğal dokular zamana göre farklılaşma gösterebilir, değişebilir. Fakat; dokunun dış yapısı değişse de iç yapısı değişmez aynıkalır.

Yukarıda doğal dokunun özelliklerinden bahsetmiştik, şimdi ise kısaca yapay dokudan da bahsetmemiz yerinde olacaktır. İnsan elinin deydiği ve doğanın herhangi bir müdehâlesi olmadan yanlızca insanlar tarafından meydana getirilen dokulardır. Örneğin, kumaş dokusu, cam dokusu, beton dokusu vb. gibi dokular yapay dokulara örnek gösterilebilir.

Strüktür (iç yapı): Strüktür (iç yapı), benzer iki şekilin iki boyut ve üç boyut kavramları üzerinde tekrarlanmasından doğar. Her hangi bir cismin ve nesnenin iç yapısal dokusunu ifade eder (Resim 1.6).

Resim 1.6. Yılan iskeleti, (Demir, 84, 1993).

Doğadaki nesneler belli bir sistematik ve düzen içerisinde birim elemanlarının birbirleriyle olan ilişkileriyle yan yana gelmelerinden oluşmaktadır (Demir, 1993: 83). Demir strüktür kavramına şu ifadeleriyle değinmiştir, “Elementler, eş özellikli atomların yığılımından meydana gelir. Yine çetli maddeler, eş özellik veya değişik özellikli atomların birleşmesi ile meydana gelen moleküllerin belli düzenlerle çoğalmasından oluşur” (Demir, 1993: 83). Devinim hâlinde olan doğadaki yapı ise nesnenin kendine ait özellikler ve nitelikler taşımasıyla hücreler çoğalmaya başlar (Demir, 1993: 83).

Özellikle Demir, konuya şu şekilde açıklama getirmiştir, “yaşayan doğada aynı işlevi yerine getiren yapı bütünü birbirine eş veya benzer birim elemanların belli sistemlerle birbirleri ile ilişkili olarak yanyana gelmesinden oluşur” (Demir, 1993: 83). Doğal bir iç yapıda birimlerin şekilleri, biçimleri birbirleriyle olan bağlantıları bütün işleviyle ilişkilidir. O hâlde devinimsel durumda olan doğadaki strüktüral oluşumların sebebi işlevsellik olarak açıklanmaktadır (Karabulut, 2004: 85). Strüktüral yapıda amaç bir mekân oluşturma çabasıdır ve bu mekana şekil yönünden sistematiksel bir birlik kazandırmaktır.

Renk: Sanat türlerinin ve alanlarının hemen hemen tamamında renk bilgisinin önemli bir yeri vardır. Renk olgusu sanatın vazgeçilmezidir. Çünkü doğanın insana yaşanabilir alanlar sunmasındaki en önemli maksadı, içerisinde renk çeşitliliğine bağlı olarak kişide, psikolojik duygular, haz alma ve hoşnut olma vs. kavramlarını taşıyan ve doğaya bağlayan önemli unsurları barındırmasıdır.

Renk hakiki resmin yegane ifade vasıtasıdır. Şüphesiz renk çok eski zamanlardan beri insanların üzerinde durduğu bir konudur. Renk vasıtasıyla ruhumuzda en derin ve yüksek hazları yaratabiliriz. Renk kavramı tamamıyla tetkik edilmeye ve irdelenmeye değer bir kavramdır (Çağlarca, 1974: 122). Eroğlu, rengi şu şekilde açıklamaktadır, “Renk bir kaynaktan yayılan doğrudan veya kendisi ışık kaynağı olmayan bir cisimle etkileştikten sonra algılanan bir ışığın üzerindeki izlenimden kaynaklanan duyumdur” (Eroğlu, 2013: 112). Renk, Plastik sanatların alanlarından resimde esas ögedir. Plastik sanatlarda renk derinlik anlamı kazandırılarak kullanılır. Renklerin saf ve çiğ oluşumu insanlar üzerinde psikolojik olarak duygusal bir etki yaratma gücüne sahiptir. Turani, ise kısaca şöyle ifade temektedir, “bu etki plastisitesi olan tonlu renklerin etkisinden başkadır” (Turani, 2006:116).

Renk kavramı birden çok tanımlamalarla ifade edilebilir. Fakat bütün tanımlamaların ortak noktası, bizde bırakmış olduğu hislerin ve duyguların nederece anlamlandırılmasıdır ve bir eser meydana getirirken renk olgusunu eserde nasıl kullanmamızdır. Resimdeki renk armonisi kurgusunu meydana getirme çabası bizi çok zorlayabilir ve telaşlandırabilir. Çünkü resim sanatının temel niteliği renk ve biçimin özellikleriyle ortaya çıkan bir düzenleme ilkesine dayanır (İnceoğlu, 1995: 116).

Ponty, renk kavramını şu şekilde dile getirmiştir, “beynimizle evrenin buluştuğu yer”dir, der, Klee’nin alıntı yapmayı sevdiği hayranlık uyandıran Varlık zanaatçısı dilinde” (Ponty-Merleau, 2016: 64-65). 17. yüzyılın önemli filozoflarından biri olan Isaac Newton, gök kuşağı diye adlandırdığımız renk şeridi üzerinde araştırmalar yaparak, doğayı renklendiren ve Newton tarafından adlandırılan Solars-pectrum şeridini bir prizmadan geçirerek hangi renklerin nasıl meydana geldiğini ve renk olgusunun nasıl oluştuğunu ortaya komuştur. Bu deney sonucunda ortaya çıkan renkler ise; sarı, kırmızı, turuncu, mavi, yeşil ve mor renklerdi. Renklerden; sarı, kırmızı ve mavi renkler ana renkler olarak ifade edilmiştir. Bu renkelerden bir çok rengin oluşturulabileceği üzerinde durularak turuncu, yeşil ve mor renklerini ise ara renkler olarak ifade edildiğini biliyoruz (Demir, 1993: 28-30; Karabulut, 2004: 88).

Renk, sıcak ve soğuk renkler olmak üzere ikiye ayrılır; Sıcak renkler: Sarı, kırmızı ve turuncu renklerdir. Soğuk renkler ise; mavi, mor ve yeşil renklerdir.

Renklerde armoni kavramı; Armoni, kısaca uyum demektir. Bir tabloyu ele aldığımızda renkler arasındaki uygunluk düzeyi ve uyum derecesidir. Renklerin birbirleriyle olan uyumluluk düzeyini bilmemiz için iyi bir renk bilgisine sahip olmamız gerekir ki bu konuda sağlıklı sonuçlara ulaşabilelim (Çağlarca, 1974: 122).

İyi bir armoni uyumunun esasları şunlar olabilir: Denge, birlik ve değişiklik (Çağlarca, 1974: 122).

Bir renk başka renklerle ilişki kurarak değer kazanır. Renk siyah-beyaz-gri veya başka renk ve renklerle ilişkilerinde değişik anlam ve etkilerine sahip olur. “Renk, psişik, fizik ve fizyolojik etkilerin zıtlığı ile anlam kazanır” (Karabulut, 2004: 91). (Şekil: 1.1).

Şekil 1.1. Renklerin dalga boyları ve saniyadeki titreşim sayıları (Karabulut, 90, 2004). Mekân: Mekân klasik sanatta verilmek istenen mesajın konu, tema vb. geçtiği sanat eserinin içerisinde ki üç boyut kavramının da kullanıldığı uzay boşluğudur. Mekân bir anlamda renk ve form gibi unsurların birbirleriyle ilişkili oldukları yerdir. Form ve renk kavramları mekân içinde ister görülsün ister görülmesin mekanı oluşturmada etkili elemanlardır (Işıngör, 1986: 38).

Sanatçı eserini meydana getirirken mekân olgusu içerisinde kullandığı figürü, nesneyi herhangi bir olayı istediği yere koyabilir ve kullanabilir. Kısaca her sanatçı kendine özgü bir mekân yaratabilir. İki yüzeyin birleştiği noktayı belirleyerek sanatçı, eseri bu yüzeyler ya da düzlemler açısından görmeye bizi zorlar. Sanki bu harekete tamamiyle kendimizi vermişçesine düzlemlerin gidebildiği yönlerdeki her değişikliği

algılarız. Bundan da Lowry, şöyle bahsetmektedir, “bütün resme yaygın, belli bir mekân kavramı doğar” (Lowry, 1972: 38).

Resimde mekânın kullanımına baktığımızda, mekânın süreçsel olarak farklı boyutlarda ortaya çıktığını görüyoruz. İki boyutlu yüzeysel mekân olgusunu 15. yüzyıldan önce mağara duvarlarında da görebilmekteyiz. İlkel insanın mağaraya yapmış olduğu duvar resimlerinde, hacimsiz ve oylumsuz biçimler, insanın var olan nesneye veya olaya tek boyuttan baktığını kanıtlar niteliktedir. Özellikle skolastik düşüncenin varlığı ve toplumsal yaşam anlayışının sınıfsal alanlara ayrılması ve din bilgisinin görsel ifadelerle sunulması resimde mekânsal parçalanmalara zemin hazırlamıştır.

Bu sürecin 14. ve 15. yüzyıla kadar ilerlemesiyle iki boyutlu mekân olgusundaki değişim, Giotto’nun freskolarında yeni bir ifade eğilimi olarak ortaya çıktı. Artık mimaride ileri geri planların oluşturulması, sütunların ve kemerlerin arka arkaya gelerek resmedilmesi, resimde gölgelemelerin kullanılması görsel anlatım anlayışında farklılıklar meydana getirmiştir. Rönesan’ta çizgisel hatların kullanılmasıyla ve aynı zemin üzerinde planların karşı karşıya gelemeyeceği, perspektif denilen mekân anlatımı ortaya çıktı. Perspektifin kullanılmasıyla nesnelerin mekân içerisinde ki kullanımı üç boyutlu mekân anlayışıyla yerini aldı. Mekân olgusunu oluşturan diğer aşamalar ise; çok boyutlu mekân olgusu ve kavramsal boyutlu mekân anlayışıdır (Tanyeli, 2008: 1019-1020; Lowry, 1972: 81-90).