• Sonuç bulunamadı

I. HEGEL’İN ÖZBİLİNÇ KAVRAYIŞININ KÖKLERİ

I.3. Reflektif Felsefeye karşı Spekülatif Felsefe

Hegel’in Jena’ya taşındıktan sonra kaleme aldığı Fichte’nin ve Schelling’in Felsefi Sistemleri Arasındaki Ayrım başlıklı çalışma özbilinç tartışması bakımından önemlidir. Hegel bu çalışmasında Fichte ve Schelling felsefelerini ayrıntılı bir şekilde inceler. Schelling’in desteği ve önerileri gözetilerek kaleme alınan bu çalışma aynı zamanda Hegel’in entelektüel ilgisinin daha ziyade felsefeye kaymaya başladığının da bir kanıtıdır. Metin her ne kadar Fichte düşüncesi karşısında Schelling düşüncesi yanlısı bir tavra sahip gözükse de, özünde metin Hegel’in kendi özgün bakış açısını barındırmaktadır.159

Şurası açıktır ki bu metin Tinin Fenomenolojisi’nin giriş bölümümün olası bir ilk taslağını andırır. Hegel bu metinde çağın dönüşümleri ışığında felsefenin artık nasıl yapılması gerektiğini, reflektif felsefe ile spekülatif felsefe arasında nasıl bir ayrım bulunduğunu, bir düşünce sisteminin hangi koşullarda mümkün olduğunu ayrıntılı bir şekilde tartışır; Fichte’nin mutlak ben düşüncesinde kavradığı açmazları ve nasıl olup da son kertede eleştirdiği Kant ile aynı noktaya vardığını serimler. Hegel bu çalışmasında ayrıca üstü örütülü bir biçimde Schelling’in

159 Kroner Schelling ile Hegel arasındaki tartışmalı ilişkinin doğasına dair şu yorumda bulunur: “Hegel ve Schelling arasında (varolan) ayrım ilk başta fazla görünür değildi. Yavaşça ve kendinden emin bir şekilde Hegel farklı düşündüğü noktaları vurgulamaya başladı (…) (Hegel’in) Felsefe sistemi Zeus’un kafasından zırhıyla doğan Athena’ya benzetilemez; sistem muazzam doğum sancılarının ardından sonra ortaya çıkmıştır”. (Kroner, 1996: s. 22)

özdeşlik felsefesinin naifliğini dile getirmeye çabalar. Bu çalışma başka bir açıdan Hegel’in kendi özbilinç anlayışının temel kavramlarını ortaya koyduğu temel felsefi metindir.

Hegel’in Fichte eleştirisi ve bu eleştiri bağlamında özbilinç tartışmasında aldığı felsefi tavır bir önceki bölümde detaylı bir biçimde tartışılmıştı. Özellikle Tinin Fenomenoloji’sinde yürütülen özbilinç tartışmasının temellerini kavramak adına ele alınması gereken bir sonraki başlık Hegel’in Schelling düşüncesi ile ilişkisi olacaktır. Fakat öncelikle Fichte’nin ve Schelling’in Felsefi Sistemleri Arasındaki Ayrım’da tartışıldığı biçimde Hegel’in reflektif felsefe ile spekülatif felsefe ayrımından ne anladığına kısaca değinmek yerinde olacaktır.

Öncelikle şunu dile getirmek gerekir ki refleksiyon ve spekülasyon kavramları epistemeloji ve ontoloji kavramları ile biçimsel benzerlikler taşımaktadırlar. Ancak herhangi bir anlamda bu kavram çiftlerinin özdeşliklerinden söz etmek mümkün değildir. Reflektif düşünce Hegel tarafından temel olarak Kant düşüncesi ve sonrasında, başta Fichte olmak üzere Alman İdealistleri’ne atfedilen bir düşünme biçimi olarak öne çıksa da, yalnızca Alman İdealizmi ile sınırlanamayacak bir kapsayıcılığa sahip olduğunun vurgulanması önemlidir. İngiliz Empirizmi’nden, Rasyonalizm’e ve hatta Aydınlanma düşüncesine kadar neredeyse tüm modern felsefe geleneği Hegel tarafından reflektif olarak nitelenmektedir (Cerf, 1977: s. xvii). Spekülasyon kavramı ise Hegel’e göre modern dönem düşüncesinde sadece Spinoza ve Schelling felsefelerini tanımlamak için kullanılabilecek bir kavramdır.

Hegel’in reflektif felsefe ile anlatılmak istetiği şey Saf Aklın Eleştirisi’nde kullandığı reflektif ve refleksiyon kavramları ile dolaylı olarak ilişkilidir. Kant’ın kavramlarıyla açıklamak gerekirse reflektif felsefe, düşüncenin, daha doğrusu anlama yetisinin, kendi bilme koşulları dolayımıyla bilginin sınırlarının belirlenmesi ilkesine dayanmaktadır. Hegel’e göre bu düşünme biçimi anlama yetisinin sınırları içine sıkışıp kalmış olandan kendi dışındaki bir varlığa dair bilgi üretebileceğini iddia etmektedir:

“[A]rgümanlara, kanıtlara ve mantığın araçlarına dayanmak reflektif felsefenin tipik bir özelliğidir. Reflektif felsefe soyut evrensel kavramlar

arasında varsaydığı, sonlu-sonsuz; özne-nesne; evrensel-bireysel; özgürlük-zorunluluk; rastlantısallık-ereksellik gibi karşıtlıklarda ısrar eder. Bütünün gerçek kavramsal görünüşünü sunmak yerine entelektüel bulmacaları çözmekle uğraşır” (Cerf, 1977: s. xviii).

Hegel’e göre spekülatif felsefe ise anlama yetisinden ziyade akla dayanan bir felsefedir. Burada Hegel’in aklın felsefesi ile kastedilen Kant’ın sonlu insan düşüncesi tarafından geçilemez sınırlarının ardındakiler hakkında konuşabilen felsefedir. Bu anlamda özellikle Tinin Fenomenolojisi öncesi dönemde spekülasyon kavramı Hegel felsefesi açısından Tanrı, doğa ve özbilinç arasındaki ilişkinin gerçek doğasını ortaya koyabilmenin yöntemsel koşulu olarak öne çıkar. Başka bir ifade ile Tanrı, doğa ve özbilinçliliğin içsel birliği ancak spekülatif felsefenin olanakları dahilinde serimlenebilirdir (Cerf, 1977: s. xiii).

Hegel’e göre yapılması gereken aslen reflektif felsefe ile spekülatif felsefe arasında bir ardardalık kurmaktır, zira reflektif felsefi etkinliğin ancak düşünceyi ilerletmeyi sürdüremediği bir noktada, Kant’ın saf aklın diyalektiğinde ortaya koyduğu çözülmez antinomilere ulaşmasında olduğu gibi, spekülatif bir felsefenin olanağı ortaya çıkar. Başka bir ifade ile spekülatif felsefe, reflektif felsefenin belirli bir edimi olmaksızın kendini ortaya koyamaz. Bu anlamda refleksiyon ve spekülasyon bağlamında söz konusu olan karşıtlık sonsuzu sonludan, özneyi nesneden, özgürlüğü zorunluluktan ayıran reflektif karşıtlıklardan farklı olarak reflektif felsefeyi spekülatif felsefeden ayıran bir karşıtlıktır. Hegel’in deyimiyle felsefi bir karşıtlık değildir; felsefe ile ilgili bir karşıtlıktır (Hegel, 1977: s. 87). Walter Cerf bu karşıtlığı ikinci seviyede bir karşıtlık olarak tanımlar:

“Hegel bunu spekülatif felsefeyi reflektif felsefenin kendileri ile gurur duyduğu birinci seviyedeki karşıtlıkların üstesinden gelme görevini gerçekleştirdiği bir reflektif felsefi karşıtlık olarak adlandırmaktadır” (Cerf, 1977: s. xx).