• Sonuç bulunamadı

II. TİNİN FENOMENOLOJİSİ’NDE ÖZNE VE ÖZBİLİNÇ

II.3. Fenomenolojik Özne

Hegel’e göre gerçek bir bütündür, bütün ise kendini kendi gelişimi yoluyla tümleyendir. Gerçeklik başlangıçta kendisini boş bir önsel evrensellik, başka bir ifade ile genellik olarak gösterir ve belirli bir içeriği ancak ve ancak kendisinden başka olanla ilişkisinde gerçekleşen dolayım yoluyla kazanabilir. Hegel bu noktada Fichte’nin açtığı yolu takip eder ve bu yolu radikalleştirir. Hegel’e göre gerçek ancak varolanın sadece töz olarak değil, aynı zamanda özne olarak ele alınmasıyla anlaşılabilirdir. İşte bu noktada Hegel modern özne ile özgün ilişkisini ilk defa beyan eder. Alışılmadık bir biçimde bir şeyi töz değil de özne olarak düşünmek şeyin

dolaysız olarak sahip olduğu tözselliğin reddi anlamına gelir ve bu bilen özne için de bilinen özne (nesne) için de aynı anlamda geçerlidir. Töz, varlığın kendisidir varlık ise gerçekte öznedir (Hegel, 2004c: s. 30). Varlık kendi kendisini koyma edimi ya da kendi kendisinden başkalaşma dolayımı aracılığıyla gerçekleşir. Gerçek öznenin kendi kendisinin oluş sürecidir (Hegel, 2004c: s. 31). Bu noktada Hegel’in varolanın aynı zamanda bir özne olduğunu iddia etmesinin ne anlama geldiğini incelemek gerekir. Burada söz konusu olan bir yüklemin faili olarak tanımlanan özneden ziyade kendini kendi içine yansıtan bir devinim olarak sunan öznedir. Ancak böyle bir bakış öznenin edimselliğini olanaklı kılabilir: “Tanım özneyi dingin bir nokta olarak koyar, oysa edimsellik öz-devimdir” (Hegel, 2004c: s. 33). Söz konusu özdevimi anlaşılır kılacak olan ise bilginin sistematik bir biçimde ele alınmasıdır. Bilgi ancak bilimsel veya sistematik olarak ele alınırsa varolanın bir özne olarak edimselliği serimlenebilir (Hegel, 2004c: s. 34). Öznenin edimselliğinin yönü ise öteki ile kurduğu dolaylı ilişkiyi süreç içinde ortadan kaldırmaya doğrudur. Bu noktada refleksiyon öznenin kendi özbilicine dair hareketinin ilk adım olarak dikkat çeker. Hegel’e göre refleksiyon tam anlamıyla gerçeklikten dışlanır ve özbilincin diyalektik hareketinin bir momenti olarak kavranmazsa aklın işleyişinin rasyonalistler gibi yanlış anlaşılması kaçınılmazdır. Aslen gerçeği sonuç yapan, ama onun oluş süreci ile sonuç arasındaki karşıtlığını da ortadan kaldıran refleksiyonun kendisidir.181

Bu noktada Hegel’in felsefi yönteminin temel olarak refleksiyon ile başlayıp refleksiyonun olumsuzlanması olarak spekülasyona yükseldiğini söylemek mümkündür. Dolayısyla öncelikle reflektif olanla ilgili olarak bilginin olanağı tartışılmalıdır.

Hegel’e göre bilgiyi ulaşılmaz kılan tüm karmaşık kavramlardan kurtulmak bir zorunluluktur. Tinin Fenomenolojisi’nin “Giriş” bölümüne bilginin olanağı üzerine temel sorgulamada öne çıkan iki isim Locke ve Kant’tır. Locke ve Kant felsefi incelemeyi önceleyen bir biçimde bilginin olanağı ile uğraşmış. Özellikle Kant bilgiyi olanaklı kılan öznenin koşullarının aynı zamanda bilgi nesnesini de dönüştürmekte ve onu kendisi üzerinden bir dolayıma sokmakta olduğunu fark etmiştir. Hegel burada aslen Kant’ın fenomen ve numen arasında yaptığı ayrımı kastetmektedir. Hegel’e göre

181 (Hegel, 2004c: ss. 57-59) akıl reflektif bir biçimde koyulmaya çalışıldığında karşıtı tarafından sınırlanmış olacağı için mutlak ortadan kaldırılır. Ancak bu durum reflektif düşünce ile mutlak arasında bir ilişkinin bulunmadığı şeklinde anlaşılmamalıdır. Felsefi refleksiyon çelişki açısından bir arabulucudur. Aynı zamanda kendini karşıtlaşmış nesnel ve öznel bütünlükleri sağlayan olarak sunar.

Kant’ın numenal olarak tanımladığı kendiliğindenlik fenomenal koşullardan türediği için mutlak olanın bilgisine söz konusu araç tarafından ulaşılamaz:182

“[B]ir ortam olarak tasarımladığımız bilginin sınanması ile onun kırılma yasasını öğrenebilirsek bunu sonuçtan atmanın hiçbir yararı yoktur; çünkü bilgi ışığın kırılması değil ama gerçeğin bize ulaşmasını sağlayan ışığın kendisidir ve bu uzaklaştırıldığında bize gösterilecek olan şey salt bir arı yön ya da boş bir yerdir […] daha açık bir deyişle, bilginin bir alet ve ortam olarak tasarımlarının ve kendimiz ile bu bilginin ayrımını ve her şeyden önce de saltığın bir yanda durduğunu, bilginin öte yanda kendi başına ve saltıktan kopuk ama yine de gerçek olduğunu varsayar,- bir varsayım ki kendisine yanılgı korkusu diyen şeyin kendisini daha çok gerçeklik korkusu olarak açığa sermesini sağlar” (Hegel, 2004c: ss. 66-67).

Daha açık bir ifade ile bilim, ilk ortaya çıkışında eksiklidir çünkü bu hali ile nesnesini yalnızca empirik olandan türetmektedir ve bu yüzden de kendine özgü bir biçimde bilgi üretmekten yoksundur. Bu yüzden bilimin yapması gereken dolayım aracılığıyla kendini bu eksikliklerinden kurtarmaktır. Bunun için öncelikle sıradan bilincin izinden gitmeyi bırakmalıdır. Zira sıradan bilinç bilginin kavramı ya da olgusal olmayan formu olarak olumsuz bir imlem taşımaktadır.183 Benzer bir biçimde felsefi bilgi de, empirik

deneyimi temel alsa da, kendi sınırlı ve sonlu yapısını olumsuzlayarak, kendisiyle birlikte duyusal dünyanın başkalığını ortadan kaldırmalı, mutlak gerçekliğin bütünsel bilgisini oluşturmalıdır. Bu noktada özbilinç tartışmasının Hegel felsefesindeki önemine dair bir nokta daha öne çıkmaktadır: Bilinç özbilinçlenme sürecinde varolanın deviniminin momentleri olan karşıtlıkları kendinde birleştirmekte, kendi başkalığında nesnel olumsuzlayıp dönüştürmektedir.

182 Hegel Mantık Bilimi’nde Kant’ın numen kavrayışını sert bir biçimde eleştirir: “Bir yandan anlağın yalnızca görüngüleri bildiğini kabul etmek ve öte yandan bilgi daha öteye gidemez, bu insan bilgisinin doğal saltık sınırıdır diyerek bu bilgiyi saltık bir şey olarak ileri sürmek tutarsızlıkların en büyüğüdür” (Hegel, 2004b: s. 131).

183 (Hegel, 2004c: s. 69) Hegel’e göre bu olumsuzluk dolayımın ve oluşun imkânı olması dolayısıyla değerlidir. Sıradan bilincin ruh olarak kavradığı, dolayım aracılığıyla aklın bir kavramı olan tine dönüşür.

Yukarıda özetlenen tartışma daha ilk bakışta derinliği ve bir o kadar da dağınıklığı ile dikkat çeker Hegel’in Tinin Fenomenolojisi’nde yürüttüğü tartışmanın karmaşıklığının iki nedeni vardır. Bunlardan ilki kendinden önceki felsefeyi bir bütün olarak eleştirme çabası, diğeri ise modern dünyayı felsefi olarak kavrama adına yeni bir kavramsal çerçeve kurma girişimidir. Tinin Fenomenolojisi bilimin ve bilginin oluş sürecini bir bütün olarak sergilemek, bunu da kültürsüz bireyi bilgiye taşıma görevini evrensel özbilinçli tine yükleyerek gerçekleştirmek çabasındadır. Bu ise ancak aklın kendi kendine yettiğinin gösterilmesiyle başarılabilir. Tekil birey ve onun aklı bu tinin tek taraflı bir ifadesidir. Bu yüzden tekil birey tamamlanmamış tindir (Hegel, 2004c: s. 36). Tinin dolaysız varoluşu olarak bilinçlilik her zaman iki doğal faktörü barındırır: Bilme ve nesnellik. İkisi birlikte deneyimini meydana getirirler. Bilinç deneyiminde bulunandan başka hiçbir şey bilmez ve kavramaz (Hegel, 2004c: s. 42). Burada söz konusu olan aklın Kant tarafından çizilen transandantal sınırların ötesinde, bir kullanımıdır. Akıl nesneye dair bilgisini duyusal deneyimi apriori yetileri aracılığıyla mümkün hale getirerek değil, kendisi de edimsel bir özne olarak ele alınan nesnenin kendini gerçekleştirme devinimi üzerinden ortaya koyar. Özbilinçlenme bu noktada önemlidir çünkü varolanın deviniminin momentleri olan karşıtlıkları özbilinçlenme sürecinde bilinç tarafından kendinde birleştirilmekte, kendi başkalığında nesnel olanı olumsuzlayıp, onun deviniminin yönelimini tespit etmektedir. Tinin Fenomenolojisi’nin nispeten en önemli bölümleri olan “Önsöz” ve “Giriş” bölümleri, Hegel’in düşünce sisteminin diyalektik doğasının ve özne anlayışının temel niteliklerinin ortaya koyulduğu yerdir. Sonrasında kaleme alınan “Bilinç” bölümü ise temel olarak Hegel’in özbilinç diyalektiğinin ortaya koyulmaya başladığı bölümdür.

III. HEGEL’DE BİLİNCİN DİYALEKTİĞİ