• Sonuç bulunamadı

I. KANT FELSEFESİNİN KURUCU ÖĞESİ OLARAK ÖZNE

I.2. Locke, Hume ve Kişisel Özdeşlik Sorunu

İngiliz Emprizmi’nin modern özne tartışmasına temel olarak bir bilgi kuramsal sorun olarak yaklaştığı söylenebilir. Hobbes’un bilgi kuramının Descartes’ın Meditasyonlar’ının bir eleştirisi üzerinde yükseldiği ve öznenin Hobbes tarafından düşünen bir beden olarak kavrandığı bir önceki kısımda dile getirilmişti. Modern özneyi Descartes düşüncesi ile karşıt bir biçimde tözsel olandan ve anlama yetisinden bağımsız olarak belirleyen düşünürlerden biri Locke’tur (Denkel, 2003: s. 130). Locke’a göre özne bilgi edinme sürecinin etkin bir unsuru olarak ele alınmalıdır, ancak özne bilgi edinme süreci bağlamında içsel değil, tıpkı Hobbes düşüncesinde olduğu gibi, dışsal bir unsur olarak kendini göstermektedir. Locke, ben nedir sorusuna temel olarak bir kişisel özdeşlik tartışması üzerinden yaklaşmaktadır. Kişi ve kişisel özdeşlik sorunu üzerine düşüncelerini temel olarak İnsan Anlığı Üzerine Bir Deneme başlıklı çalışmasının II. kitabının 27. bölümünde tartışır. Locke bu bölümde öncelikli olarak özdeşlik ile neyi kastettiğini açıklar, ardından da kişi ve kişisel özdeşlik hakkında düşüncelerini ortaya koyar. Locke’a göre özdeşlik bir şeyin belirli bir andaki varoluşunu temellendiren idelerin (fikirlerin) başka bir anda hiçbir farklılık göstermeden varlığını sürdürüyor olmasından kaynaklanmaktadır.52

Söz konusu olan kişinin kendi varoluşunun nasıl farkında olduğu konusu olduğunda ise Locke detaylı bir tartışmayı gerekli görmez. Kişi kendi varoluşunun öylesine açık ve kesin olarak farkındadır ki bunun kanıtlanması herhangi bir anlamda gerekli de olanaklı da değildir. Kişi için kendi varoluşundan daha apaçık hiçbir şey yoktur (Locke, 2004: s. 240). Bu noktada özbilinçlilik kişinin kendi kişisel özdeşliğinin farkında olma ediminin bir sonucu olarak ortaya çıkar. Locke’a göre kişisel özdeşlik Descartes gibi bir tözselliğe veya bir çeşit tinselliğe değil, söz konusu bilinçliliğe dayanmaktadır. Geçmiş ve

52 (Locke, 2004: s. 226) Söz konusu bölüm Locke tarafından 1693 yılında kaleme alınmış ve Deneme’nin ikinci baskısına William Molyneux’un tavsiyesi üzerine eklenmiştir. Bkz. (Thiel, 2011)

gelecek düşüncelerin ve eylemlerin tıpkı şu andaki eylemler ve düşünceler gibi farkında olunması dolayısıyla kişi, bir ve aynı kişi olduğunu bilir. Bu anlamda kişisel özdeşlik ahlaki sorumluluğun ve hukuki yükümlülüklerin olanağı olarak kendini gösterir. Öyle ki Locke’a göre kişinin kendi özdeşliğini sağlayan bir bilinçten yoksun olması pratik alanda bir ahlaktan veya hukuki anlamda bir suçtan söz edilebilmesini olanaksızlaştırır: “Yargı, her kişinin hangi bedende görünürse görünsün ve bilinç hangi cisme bağlı olursa olsun, bu eylemleri kendisinin işlemiş ve bu yüzden de cezayı hak etmiş olduğunun bilincinde oluşu yüzünden haklıdır”. Locke’un Descartes’tan farklı olarak ben’i bir kişisel özdeşlik sorununa indirgemesi, Kant açısından önemlidir. Zira Locke kişinin varlığını ontolojik olarak tartışmadan ahlaki sorular karşısında tavır almanın bir olanağını sunmaktadır.53

Kant düşüncesinin temel kaynaklarından biri olarak görülebilecek David Hume ise İnsan Doğası Üzerine Bir İnceleme başlıklı çalışmasının birinci kitabı olan “Anlak Üzerine”de detaylı bir şekilde Locke’un kişisel özdeşlik anlayışını tartışır.54 Hume

kendilik denilen şeyin, yani gerek dış dünyadaki bir nesnenin tasarımına dair özdeşliğin gerekse de kişinin kendi benliğinin özdeşliği üzerine tasarımının, zamansal bir sürekliliği kabul etmeye dayandığını, ancak bu kabul için ne olgusal ne de mantıksal anlamda yeterli kanıtın olmadığını iddia eder. Olgusal kanıt yetersizdir, çünkü deneyle temellenemez; duyular bize tekil bir algıdan başkasını vermezler. Aynı şekilde mantıksal kanıt da yetersizdir, zira her nesnenin özdeşliğinin zaman içinde korunduğunu söylemek için tümevarım yapmak gerekir ki tümevarım geçerli bir mantıksal akıl yürütme değildir. Hume’a göre kişi kendi benliği söz konusu olduğunda dahi kişisel bir özdeşlikten söz edemez, geçmişte bir zaman dilimine ait olarak kabul edilen geçmiş benlikler ile aynı kişi olduğu ne mantıksal ne de olgusal olarak garanti edilemez. Hume’a göre nesnelere duyuların önünde bulunmadıkları zaman bile sürekli bir varoluş yüklenmesi ve nesnelerin algılardan bağımsız bir varoluşları olduğunun düşünülmesi, değişik algıların ardışık bir yığını tarafından mümkün hale gelen anlama yetisinin faaliyetidir.55

Bu anlamda kişinin “kendim” dediği şeye baktığında gördüğü

53 Bu konu hakkında detaylı bir inceleme için bkz. (Thiel, 2011)

54 (Hume, 1997) Hume’un çalışmasında kişisel özdeşlik üzerine şu kısımlara bakılabilir: Bölüm I, V. İlişkiler; Bölüm IV, II. Duyular Açısından Kuşkuculuk ve VI. Kişisel Özdeşlik.

55 (Hume, 1997: ss. 202-204) Hume algıların kesintili olduğunu, birbirinden ayıt edilebilir şekilde tekillikleri olduğunu ileri sürer. Anlama yetisini oluşturanlar yalnızca ardışık algılardır: “[F]elsefe bizi

her zaman belli bir algıdır. Kişinin kendi düşüncesini mümkün kılan da söz konusu algıdır. Hume’a göre özne hiçbir zaman kendini bir algı olmaksızın yakalayamaz ve hiçbir zaman algıdan başka herhangi bir şey gözleyemez.56

Hume’un burada işaret ettiği sorun ben fikrinin kendisinin yakalanamazlığıdır. Her ne zaman ben kendisini gözlemeye kalksa gözlemleyen başka bir ben devrededir. Gözleyenin kendisi yine gözlenemez olarak kalmaktadır.

Locke ben sorununun bir tözsellikten ziyade özdeşlik sorunu olarak ele alınması gerektiğini, Hume ise söz konusu özdeşliğin olgusal ve mantıksal muğlaklıklarını tartışır. Kant’ın özbilinç anlayışı farklı bağlamlarda bu iki perspektifi de göz önünde bulundurmaktadır. Kant’ın empirizm eleştirisi deneyim ile deneyimi olanaklı kılan apriori koşullar arasındaki ilişkide kendini keskin bir şekilde gösterir. Özne ne yalnızca akla ne de duyuma indirgenebilir. Yargı verebilmek için akıl ve duyumun birlikteliği gerekmektedir. Bu noktada Kant açısından Hume düşüncesi sonuçlarından ziyade sorunu ortaya koyması bağlamında oldukça önemlidir. Hume Aydınlanma düşüncesinin temel savı olarak özetlenebilecek olan dünyanın akıl tarafından keşfedilebilecek bir düzeni olduğu savına karşı çıkmış, idelerin alışkanlıklar ve çağrışım yasalarıyla çalıştığına dair argümanlar üretmiştir. Ayrıca nedenselliğin bir zorunluluk içermediğini, bunun zihnin bir beklentisi ya da alışkanlığı olduğunu ileri sürmesi ve nedenselliğin akıl yoluyla apriori düşünülüp düşünülemeyeceğini sorgulaması57

, aklın deneyden bağımsız, deneyim nesneleriyle kısıtlı olmayan bir kullanılabilirliği olup olmadığı düşüncesine kapı açmaktadır.

Kant Arı Usun Eleştirisi ve Prolegomena’da Hume’un aklın otoritesine meydan okuyuşunu ele alır. Kant, Hume’un akıl eleştirisini detaylı bir şekilde tartışarak aklın neden zorunlu kuralları olması gerektiğini ve bu kuralların neden bir bilen öznenin bilincinde yer alması gerektiğini temellendirir; aklın nasıl işlediğini

anlığa görünen her şeyin bir algıdan başka bir şey olmadığı, kesintiye uğradığı ve anlık üzerine bağımlı olduğu konusunda bilgilendirir”. (Hume, 1997: s. 192)

56 (Hume, 1997: s. 236) Hume’un buradaki savı ile Kant’ın Descartes’ı eleştirirken dile getirdiği “ben her zaman bir düşünceye eşlik eden olarak vardır” düşüncesi örtüşür: “Kendi adıma, benliğin ne olduğu konusunda düşünürken karşıma hep bazı algılar çıkmaktadır. Karşılaştığım hep ya sıcak ya da soğuk, ışık ya da gölge, sevgi ya da nefret, acı ya da haz olmaktadır. Benliği hiç bir zaman bir algı olmadan yakalayamıyorum; yakaladığım şey her zaman bir algı olmaktadır. Örneğin uykuda olduğu gibi benliği hissetmediğim zaman yani algılarım olmadığı zaman, benim gerçekten varolmadığım söylenebilir”. 57 “Nedensellik düşüncesi, nesneler arasındaki bir ilişkiden türetilmiş olmalıdır”. (Hume, 1997)

detaylı bir şekilde açıklamaya çalışır. Kant’a göre bütün ideler ve tasarımlar özbilinçli bir fail olarak ben’in öznel koşullarına uymak zorundadır. Bu önkabul Kant’ın aklın katmanlı yapısının neliği üzerine bir çaba olarak da tanımlanabilecek transandantal felsefesini kurmasına önayak olmuştur. Bu çaba içinde diğer bir etkili isim olan Leibniz ise ilişkilerin gerçekliğini sorgulamış ve onlara sadece zihinsel bir doğruluk atfetmek gerektiğini ileri sürmüştür (Stern, 1990: s. 7).