• Sonuç bulunamadı

BÖLÜM 1: DEMOKRASİ KURAM(LAR)I

1.2. Siyasal Doktrinler ve Demokrasi

1.2.3. Radikal Demokrasi Kuram(lar)ı

Geç modern olarak nitelendirebileceğimiz bugünün dünyasında toplumsal yaşamda yaşanan değişimin siyasal sistemin kurgusunu da değiştirdiğine tanıklık etmekteyiz. Bu değişim çerçevesinde klasik demokrasi teorisinin yeterli olmadığı görülmektedir. Bu bağlamda, zaferini erken ilan eden liberal demokrasi çeşitli yönleriyle sorgulanmakta, farklı yöntemlerle ele alınmakta ve yorumlanmaktadır.

Radikal demokrasi kuramı, liberal demokrasiye ilişkin bu sorgulama sürecinin ürünüdür. Demokratik yönetimin ‘normatif temelini’ etik bir eylem olarak siyaset ve farklı kimlik talepleri arasındaki agnostik iletişim alanı üzerinden kurmaya çalışan radikal demokrasi paradigması kendi içinde de çeşitli sınıflandırmalara tabi tutulabilir. (Keyman, 2000: 147). Bu sebeple tek bir radikal demokrasi kuramı yerine radikal

demokrasi kuramlarından söz etmek daha doğru bir yaklaşım olacaktır. Radikal demokrasi temelde iki soruna cevap arama çabasıdır. İlki liberal demokrasinin meşruiyet krizine çözüm bulma çabası, ikincisi ise demokratik yönetimin ilke ve değerlerinin saptanmasıdır.

1.2.3.1. Liberal Demokrasinin Meşruiyet Krizi

Radikal kuramlar öncelikle liberal demokrasinin sınırları içerisinde liberal demokrasinin meşruiyet krizine çare bulma çabası içindedirler. 1989’dan ortaya çıkan neoliberal hegemonya en çok “alternatifi yok” tezi üzerinde durmuştur. Buna göre, neoliberalizm mükemmellikten uzak olabilir, ama mümkün olan tek sistemdir. Batılı demokrasilere bu

şekilde bir yandan mutlak ve evrensel bir statü yakıştırılmaya çalışılırken öte yandan da demokrasilerin geleceği konusunda kuşkular doğmakta, ‘demokrasi krizi’ bir başka deyişle ‘liberal demokrasinin meşruiyet krizi’ kaçınılmaz olarak gündeme gelmektedir (Timur, 2000: 21). Liberal demokrasi söyleminin işleyiş tarzını simgeleyen soyut vatandaş kavramının ve evrenselleştirilmiş “hak” nosyonunun artık çoğulcu toplum anlayışı ile çelişkili bir yapıya büründüğü ve liberal paradigma içerisinde demokrasinin yeniden sorgulanması gerektiğine ilişkin görüşler son yıllarda sıkça dile getirilmektedir (Keyman, 2000: 83). Bu bağlamda, Habermas ve takipçilerinin ele aldığı müzakereci demokrasi ve Laclau ve Mouffe’nin ele aldığı agonostik (tartışmacı) demokrasi liberal demokrasinin yaşadığı meşruiyet krizine çare bulmak amacıyla ortaya çıkmış teorilerdir (Coşkun, 2005: 164).

Köker’e göre, liberal demokrasinin krizi, basit anlamda bir yönetilemezlik krizi olmasının ötesinde daha derinlemesine bir kavrayışı gerektirmektedir. Bu bağlamda Köker, meşruluk krizinin boyutlarını beş başlık altında incelemektedir. 1) Devlete karşı bireyin korunması, bireyin sadece güvenliğini sağlar, katılımını sağlamaz. 2) Hiyerarşik, eşitsizlikçi yapılar, bireylerin siyasi sürece katılmalarının önünde engeldir. 3) Soyut birey yerine, kolektif kimlikleri tanımaya ihtiyaç vardır. 4) Yerleşik liberal demokrasilerde siyasi tartışma konusu yapılacak sorunların alanı sınırlandırılmıştır. 5) Modern anayasal devlette siyaset, devletin varlığı ve bekası ile ilgili kaygıların belirlediği bir teknik faaliyetler kümesi biçiminde anlaşılmaktadır (Köker, 2008c: 360). Habermas ve Benhabib’e göre ise, meşruiyet krizi birbirinden farklı, ama aynı zamanda

Bireylerin siyasal sürece katılımdan uzaklaşmaları… Temsil krizinin temel nedeni katılımın salt seçimlere indirgenmiş olmasıdır. Burada siyasetin liberal demokrasi cephesindeki araçsal yorumunun etkileri görülmektedir. Parti sistemi giderek özelliklerini yitirmiş, Habermas’ın deyimiyle “parlamento talimata tabi olan parti görevlilerinin daha önce verilmiş kararları tescil etmek üzere buluştukları bir mekâna” dönüşmüştür (Habermas, 2007: 342).

Temsil krizinin bir başka boyutu ise küreselleşme süreci ile temsil sistemi içerisinde ulus devlete ait olan bir takım yetkilerin uluslararası örgütlere devredilmesiyle yaşanan sıkıntılardır. Küresel politikalar devletin gücünün ve kapasitesinin yeniden tanımlanmasını gerektirmiştir. Zavala, (2006: 31) uluslararası piyasalardaki bağımlılık ilişkileri nedeniyle, kararların, IMF programı, DTÖ’nün ticari sözleşmeleri ve Dünya Bankası’nın talepleri doğrultusunda alınmasının yol açtığı demokratik meşruiyet sorununa dikkat çekmiştir. Ekonomik anlamdaki sermaye egemenliğinin siyaset etkisinden arındırılması sonucunda siyaset alanı, giderek daha fazla, yönetme stratejileri ve hegemonya kurma öğeleriyle belirlenir hale gelmekte, iktidar siyasetten gittikçe uzaklaşmaktadır. Sermaye birikim sürecinin küreselleşme ile birlikte geldiği aşamada; yürütme organının ekonomiye müdahale araçlarının etkisizleştirilerek ve ekonomi yönetiminin özellikle kilit sektörlerde (temsili demokrasinin temsil mekanizmalarını dışarıda bırakarak) “bağımsız kurullar”a devrediliyor olması da söz konusu meşruiyet krizini derinleştirmektedir (Güvenoğlu, 2004: 18).

Liberal demokrasinin meşruiyet krizini açığa çıkaran diğer bir gelişme de kitlelerin siyasete olan ilgilerinin giderek azalmasıdır. Araçsal demokrasi siyaseti teknik bir faaliyet alanına indirgeyerek halkın katılımından uzaklaştırmaktadır. Yurttaşların siyaset alanından uzak durduklarının en önemli kanıtı liberal demokratik ülkelerde giderek düşen seçime katılma oranlardır. Piyasanın görünmez elinin herkes için müreffeh bir hayat üretmeyi başaramaması gibi, “demokrasinin görünmez eli”nin de adil bir toplum içinde güvenli bireyler yaratamamakta; devlet piyasa yasalarını polis’in yasalarından üstün tuttuğunda, yurttaş tüketiciye, yoksullar ise “kusurlu tüketici”ye dönüşmektedir (Bauman, 2000: 116). İster gittikçe düşen seçime katılım rakamlarıyla, ister siyasetçilere yönelik genel güvensizlikle ya da ister kamusal ve siyasal olaylara karşı yaygın duyarsızlıkla ölçülsün, siyasete yabancılaşma modern siyasal krizin temel

göstergesi olmuştur (Barber, 1995: 22). Liberal demokrasi ideali ile uygulamadaki biçimi arasındaki mesafe azalacağı yerde artmaktadır. Liberal demokrasinin, yurttaşları siyasal katılımın dışında tutarak seçim dışında katılım mekanizması kurgula(ya)maması yurttaşların siyasal alandan çekilmelerine yol açmıştır. Katılmayı seçimlerle sınırlı tutmak, yurttaşlığın alanını fazlasıyla daraltmak, o görevi ayrıcalıklı gruplara tanımak anlamına gelmektedir (Sarıbay, 1998: 69). Karar mekanizmalarını etkileyebilecek olanaktan ve erkten yoksun yurttaşların katılımın dışına itilmesi, siyaseti teknik bir faaliyet alanına indirgemiş, lobicilik çalışmalarıyla sermaye grupları siyasal sistemin önemli aktörlerinden biri haline gelmişlerdir. Liberal demokrasinin; soyut yurttaş ve atomistik birey temelli, siyaseti sadece çıkar grupları ve partiler yoluyla yürütülecek temsil mekanizması olarak tasavvur etmesi meşruiyet sorununun bir başka boyutudur. 1.2.3.2. Yeni Toplumsal Hareketler

II. Dünya Savaşı’ndan sonra sanayi toplumlarının içerisinde görece refah seviyesi yüksek bir orta sınıfın oluşmasıyla birlikte yeni taleplerin ve talepler etrafında

şekillenen “kimliklerin” öne çıktığı görülmüştür. Cinsel, ırksal eşitlik, çevrecilik, silahsızlanma, feminizm gibi hareketler “özgürlük”, “adalet”, “eşitlik” vurgularıyla politik hareketin içerinde yer almaya başlamışlardır. Kitle iletişim araçlarının yayılması, yeni politik öznelerin kendilerini daha iyi ifade edebilmelerine olanak tanımış, böylece modernleşmenin bürokratikleştirici, homojenleştirici vurgusu eleştirilmeye başlanmıştır. “Yeni toplumsal hareketler” olarak da nitelendirilen bu hareketler; kamusal alanın demokratikleştirilmesi, kimlik ve fark siyaseti, sivil toplumun daha etkin hale getirilmesi gibi konularda siyasete nüfuz etmektedir.

“Yeni toplumsal hareketler”, sanayi toplumundan post endüstriyel topluma geçişin sonucu olarak ortaya çıkan, geçmişte sınıf temelli hareket eden işçi sınıfı hareketi yerine; kültür, kimlik, özerklik, nitelikli yaşam, gençlik, alt kültür, ekoloji gibi meseleleri öne çıkaran hareketler olarak ele alınmaktadır. Post endüstriyel toplum, yeni güç merkezi ve yeni ilişkileriyle yeni bir toplum tipidir. Dolayısıyla yeni toplumsal hareketlerin peşine düştüğü talepler de refah toplumunun bölüşüm üzerindeki taleplerinden farklılaşmaktadır. Bu hareketler, kapitalizmin yarattığı sorunlara karşı bir tepki niteliğinde ortaya çıkmışlar, itirazlarını daha çok kültürel alan üzerinden yükseltmişlerdir.

Laclau ve Mouffe, (2008: 246) yeni toplumsal hareketlerin belirgin karakterini sınıf mücadelesinin terki olarak vurgulamaktadırlar:

“Yeni toplumsal hareketler, terimi bir dizi oldukça farklı mücadeleyi bir araya toplamaktadır: kentsel, ekolojik, otoriter rejim karşıtı, kurumsal yapı karşıtı, feminist, ırkçılık karşıtı, etnik, bölgesel mücadeleler ya da cinsel azınlıkların mücadeleleri. Bunların hepsinin ortak paydası, ‘sınıf’ mücadeleleri olarak düşünülen işçi mücadelelerinden farklılıkları olmaktadır. Bu işçi mücadelesi nosyonunun sorunlu doğasına takılıp kalmak anlamsızdır. Bu nosyon, ‘sınıflar’ın ayrıcalıklı statüsüne dayanan bir söylemin devam ettiğini açıkça sergileyen nedenlerle ‘yeni antagonizmalar’dan ayrı tutulan bir dizi çok farklı mücadeleyi üretim ilişkileri düzeyinde birleştirmektedir.”

Sınıf savaşını dolayısıyla proletarya diktatörlüğü yaklaşımını reddeden radikal paradigma, devletin zor yoluyla devrilmesini gerektiren “devrimci” bir alternatiften değil, hem devlet hem de sivil toplum içindeki çeşitli antagonizmaların -egemen hegemonik biçimlerine karşı bir “mevzi savaşı”na izin verecek şekilde- derinleştirilmesi ve eklemlenmesi yoluyla dönüşümünden yanadır. Böylece radikal ve çoğulcu demokrasi projesinin demokratik devrimle derinleştirilmesi hedeflenmektedir.

Post fordist üretime geçişin yarattığı mekânsal dönüşüm, emek piyasalarının esnekliğini gündeme getirmiş, hem piyasa hem de toplumsal farklılaşma yeni çağın ayırt edici özelliği haline gelmiştir. Homojen ve kitlesel bir işçi sınıfına dayanan geleneksel bir sosyalist politikanın önemini yitirmesi de bu sebeplere bağlanmaktadır (Hirst, 1995: 246; Melucci, 1999: 89). Özkazanç (2007b: 197) sınıf dışı olarak tabir edilen kesimi ortaya çıkaran koşulları; küresel kapitalizm, post fordist üretim, esnek çalışma koşulları gibi nedenlerle toplumsal yapıda meydana gelen değişime bağlamaktadır. Sınıf dışı sorununun temel kaynaklarından birisi, yapısal işsizlik ve esnek ve güvencesiz çalışma biçimleri nedeniyle istihdam alanından tamamen dışlanma ya da emek piyasasıyla bağların zayıflamasıdır. Bu sebepten dolayı, sınıf kavramının yerine statü, ırk, toplumsal cinsiyet gibi kavramlar ikâme edilmeye başlanmış, “kimlik siyaseti” yeni toplumsal hareketlerin en önemli dayanak noktalarından biri haline gelmiştir. Kimlikleri politik alana dahil etmeye çalışan yeni toplumsal hareketler, modernizmin tek boyutlu kamusal alan tasavvurunu yıkma, kontrol ve müdahaleye bağımlı olmayan bir sivil toplum inşa etme gayretindedirler.

Yeni toplumsal hareketler çoğu zaman kimlik iddialarına dayanırlar, ancak burada sözü edilen “kimlik” hiçbir zaman tam olarak oluşmamakta, aslında, özdeşleşme

özdeşliğe/kimliğe indirgendiği için, aralarındaki ölçüştürülemezliği ya da boşluğu göz önünde bulundurmak gerekmektedir (Butler, Laclau ve Žižek, 2005: 7). Laclau’ya göre, konumlar ve talepler çoğulluğunu, hiçbir önsel rasyonelliğin bir merkez etrafında toplanmaya itemediği düşünüldüğünde, hiçbir tikel simgesel matrise bağlı olmayan bir “halk” inşası demokratik işlev görmenin olmazsa olmazıdır. Boşluğun üretimi olmaksızın, ne halk, ne popülizm, ne de demokrasi olur (Laclau, 2007: 190). Laclau, soyut halk kavramının içerisini “kimliklerle” doldurmaktadır. Johnston, (1999: 159) sosyal hareketlere katılım için merkezi olan üç farklı kimlik boyutu tespit eder: bireysel kimlik, kolektif kimlik, kamusal kimlik. Bireysel ve kolektif olmak üzere iki boyuta sahip olan kimlikler kolektif kimlikler tarafından şekillendirilmektedir.

Eski politik paradigmada gündemi belirleyen konular, gelir dağılımı, ekonomik büyüme, kalkınma gibi konular iken, baskın siyasal aktörler baskı grupları ve siyasal partiler idi. Toplumsal ve siyasal çatışmaların çözüm yeri ise temsili hükümet idi. Yeni toplumsal hareketler bu paradigmayı yıkmıştır (Offe, 1999: 59). Yeni toplumsal hareketlerin ortaya çıkmasıyla politik aktivistlerin de özellikleri değişmiştir. Ekonomik güce sahip, yüksek eğitimli hizmet sektörü çalışanları ve iş piyasasının dışında kalan grupların oluşturduğu kategoriler (işsizler, öğrenciler, emekliler, ev hanımları) yeni toplumsal hareketlerin en yoğun katılımcılarıdırlar. Eski hareketlerde merkeziyetçilik ve liderlik vasfı oldukça önemliyken, yeni hareketlerin adem-i merkeziyetçi ve esnek örgütlenme tarzına sahip olduğu görülmektedir.

Yeni toplumsal hareketler, aynı zamanda modernizmin sonuçlarının sil baştan yeniden değerlendirilmesine yol açmıştır. Post modernizm, aydınlanmanın üst anlatılarının yıkıldığına; rasyonellik, ilerleme, adalet gibi ilkelerin zayıfladığı saptamasına dayanmaktadır. Ampirizm ve niceliksel yöntemlerden kaçınan post modernist teoriysenler genellikle dilbilimden yararlanarak “söylem”e vurgu yapmaktadırlar. Buna göre, maddilik ve ekonomik temelli yaklaşımlar çoktan işlevini yitirdiği için siyaset gelişigüzel, parçalı, çatışmalı ve bölünmüş kategoriler aracılığıyla işleyebilir (Stabile, 2001: 133; Touraine, 1999: 46). Post modern düşüncenin kökleri Nietzche’ye kadar dayandırılmakta birlikte, asıl karşılığını Lacan, Lyotard, Foucault, Derida gibi düşünürlerin çalışmalarında bulmuştur.

1.2.3.3. Radikal Demokrasinin Temel Özellikleri

Liberal demokrasinin söz konusu meşruiyet problemine çare bulmak amacıyla geliştirilen, 1980’li yılların ortalarından başlayarak giderek yaygınlık kazanan “radikal demokrasi” kavramı devlet toplum ilişkisini yeniden yapılanma sürecine sokacak demokratik bir yönetim inşa etmek niyetiyle, “demokrasiyi demokratikleştirmek” parolasıyla ortaya çıkmıştır. Radikal demokrasi kuramcıları karar alma süreçlerini farklı kimliklere açma yoluyla kamusal alanı yeniden tanımlama ve katılımcı tarzda bir demokrasi inşa etme niyetindedirler.

Radikal demokrasi teorisi klasik Yunan idealine kadar götüren teorisyenler olmakla birlikte, asıl sorun modern endüstri toplumunda doğrudan ve kişisel kontrol araçlarının vatandaşlara nasıl verileceği sorusuna yanıt bulmaktır. Radikal demokratik geleneğin tarihini Rousseau’nun Toplum Sözleşmesi adlı ünlü eserine ve 1830’lu yıllarda

İngiltere’de yükselen Çartist harekete1 kadar götüren görüşler de mevcuttur. 1960’larda Batı toplumunda yaşanan değişim çerçevesinde ortaya çıkan yeni toplumsal hareketlerin yeni taleplerle ortaya çıkmaları radikal demokrasi yönündeki somut talepler olarak ifade edilmektedir. Radikal demokrasinin tarihi; 1956 (Macaristan’ın işgali), 1968 (Prag Baharı ve 68 olayları), 1989 (Berlin Duvarı’nın yıkılması ve ardından SSCB’nin çözülmesi) olaylarının ışığında şekillenen yeni sol, savaş karşıtı hareketler ve öğrenci hareketlerinden, Batı Maoizmi’nden, Avrokomünizm’den geçerek, kimlik ve söylem politikalarına; Althussercilik’ten, post yapısalcılık ve Post Marksizmden etkilenerek postmodernizm tartışmalarına uzanmıştır (Wood, 2007: 97).

Radikal demokrasi projesi a) kimlik-fark ilişkisine dayalı, b) devlet egemenliği söylemini sorunlaştıran, c) siyasal alanı global/ulusal/yerel etkileşim eksenine doğru genişleten, d) sivil toplumu da devlet/parti gibi bir siyasal özne olarak düşünen, e) katılımcı demokrasinin liberal demokrasi için önemini vurgulayan bir siyaset arayışı olarak tanımlanıyor (Keyman, 2000:IX). Ancak radikal demokrasi kuramını ele alırken, bu düşüncenin pek çok damardan beslendiğini göz önünde bulundurarak, radikal demokrasi kuramları demek daha doğru bir yaklaşım olacaktır. Radikal demokrasi içerisinde; “müzakereci demokrasi”, “tartışmacı demokrasi”, “katılımcı demokrasi”, “güçlü demokrasi” gibi farklı teorik açılımlar bulunmaktadır.

Radikal demokrasi yorumunu benimseyenler modern toplumun evrensel siyasalara dayalı, bütünleştirici tasavvurlarına eleştirel bir şüphecilikle bakmışlar; öznesiz bir tarih anlayışı benimsemişler ve her türlü evrenselleşmenin meşruiyet zeminini kaybettiğini iddia ederek, kimlik politikası ve çoğulcu siyaset arayışını savunmuşladır. Radikal demokrasinin, post modernizm ile ilişkisini de bu temel üzerinde değerlendirmek gerekir. Farklılıkların tanınmasına dayalı kimlik politikası toplumsal yaşamın demokratikleştirilmesi iddiasını taşır. Demokratik toplumun şartı kurucu tamamlanmamışlıktır. Farklı politik öznelerin talepleri tek bir antagonizmaya indirgenemez. Dolayısıyla demokrasiyi dengeye getiren farklılıkların çatışmasıdır, iktidar indirgenemez derecede heterojen bir yapıda bulunduğu için ayrı egemenlik ilişkilerine temel oluşturur (Laclau, 2003: 156).

Radikal demokrasi, Marksist kuramın politik boşluklar taşıdığından hareketle, Marksizmin demokrasi yorumunu yetersiz bulmakta ve bu yorumu geliştirme iddiası taşımaktadır. Buna göre, Marksist kuramın politik boşluklar barındırması her şeyden önce sınıfsal sömürüye odaklanmasından kaynaklanmaktadır (Bowles ve Gintis, 1996: 283). Bu görüşe göre, “işçi sınıfı” gibi tamamen birleşmiş ve homojen bir fail fikrini bir yana bırakmak zorunludur. İşçi mücadelesi nosyonunun sorunlu doğasına takılıp kalmak anlamsızdır. Post-Marksistlere göre siyaset söylemsel düzeyde eklemlenen ancak birbirini belirlemeyen yan yana duran kimlikler, farklar, konumlar üzerinden üretilebilir.

Laclau ve Mouffe, Hegemonya ve Sosyalist Strateji adını taşıyan eserlerinde durdukları zemini şu şekilde açıklıyorlar: (Laclau, Mouffe, 2008:29) “Artık post-Marksist bir zeminde duruyoruz. Artık ne Marksizmin başvurduğu öznellik ve sınıflar anlayışını, ne onun kapitalist gelişmenin tarihsel yönelimi görüşünü, ne de antagonizmaların ortadan kalktığı saydam bir toplum olarak komünizm anlayışını sürdürmek olanaklıdır.” Laclau ve Mouffe, sınıf çatışmasının artık ortadan kalktığını, bu çatışmanın yerini ise, değişik toplum kesimlerinin sivil toplum aracılığıyla yürüttükleri çatışmaların aldığını savunmaktadırlar. Kimlik siyaseti saplantısını bırakıp işçi sınıfının isteklerine yeniden kulak verme talepleri karşısında ise sosyalist hedeflerle işçi sınıfının çıkarları arasında mantıksal ve zorunlu bir ilişki bulunmadığını ileri sürmektedirler. Laclau ve Mouffe’a göre, politikanın öznesi, hegemonik eklemlenme pratiği içinde konjontürel olarak bir

araya gelen özne konumlarıdır. Laclau ve Mouffe, geliştirdikleri radikal demokrasi teorisinde Gramsci’den ürettikleri “hegemonya” kavramını anahtar kavram olarak kullanmaktadırlar.

Radikal kuramcıların durdukları post-Marksist zemin de sorgulamaya değerdir. Sınıf savaşının reddi, eski sınıf ilişkilerinin ortadan kaybolduğu iddiası, proletarya diktatörlüğünün çoktan miadını doldurduğu savı zaten ortodoks Marksist düşünceden epeyce uzaklaştıklarının kanıtıdır. Öte yandan, radikal kuramcılar solun yeni görevini liberal demokratik ideolojiyi reddetmek değil, tersine onu radikal ve çoğul bir demokrasi doğrultusunda derinleştirmek ve geliştirmek olarak açıklamaktadırlar. Çünkü onlara göre, solun hegemonik bir stratejisinin olanağı, demokratik zeminin terk edilmesinde değil, tersine, demokratik mücadeleler alanının bütün sivil topluma ve devlete doğru genişletilmesinde yatmaktadır. Dolayısıyla demokrasiyi burjuvaziyle ilişkilendirilip olumsuzlama yaklaşımı bir kenara bırakılmalıdır (Laclau ve Mouffe, 2008: 270).

Farklılıkların tanınmasına dayalı postmodernist kimlik politikası, çıkar grupları olarak kavramsallaştırdığı toplumsal hareketler vasıtasıyla devlet politikalarını ve siyasal karar alma süreçlerini etkileyerek demokrasinin geliştirilip derinleştirileceği vurgusuyla çoğulcu liberal demokrasi anlayışına yaslanmaktadır. Radikal kuramlar, demokrasinin demokratikleştirilmesini kurgularken, liberal geleneğin özel alan içerisine hapsedilmiş soyut birey anlayışını sorgulamışlar, farklı kimliklerin temsili yoluyla yurttaşlığın ve katılımın sınırlarının genişletilmesi gerektiğini savunmuşlardır. Demokrasinin derinleşmesi ve yaygınlaşması için “çatışma” ve “diyalog”a radikal kuramlarda özel bir önem verilmiştir. Buna göre, çatışma ve bölünme olmaksızın çoğulcu bir demokratik siyasetin hayata geçmesi mümkündür değildir. Post-Marksist kuramcılar, liberal demokrasinin ekonomik ve siyasi alanların ayrılığı anlayışına bağlı kalmışlar; siyasetin ekonomi üzerinde üstünlüğü tezini ileri sürmüşlerdir. Ekonomik determinizmi reddetmek adına siyasal alanın belirleyiciliğine yapılan vurgu radikal kurumacıların ortak özelliklerinden bir tanesidir.

1.2.3.4. Radikal Kuramlar

Radikal Kuramlar başlığı altında, liberal demokrasiye yönelttikleri eleştiri bağlamında kendilerini konumlandıran, post-Marksist düşünceyle etkileşim içerisinde olan fakat liberal gelenekten de uzak düşmeyen radikal yorumlar ele alınacaktır.

Şüphesiz bu yorumları daha da çoğaltmak mümkündür. Ancak burada, Birikim dergisinde daha yoğun bir şekilde yer ettiğini düşündüğümüz; “tartışmacı demokrasi”, “müzakereci demokrasi” ve “katılımcı demokrasi” yorumlarına yer vereceğiz.

1.2.3.4.1. Tartışmacı Demokrasi

Post-Marksist düşünce içerisinde ortodoks Marksist paradigmanın demokrasi yorumuna alternatif olarak önerilen radikal demokrasi projesi hem liberal demokrasinin meşruiyet krizine çare aramak hem de Marksizmi günün koşullarına uygun olarak yeniden yorumlamak iddiası taşımaktadır. Laclau ve Mouffe, tarihsel belirlemeciliği reddederek Gramsci’den aldıkları hegemonya kavramını, post yapısalcılık ve psikanalitik kurama başvurarak geliştirme çabası içerisine girdiler. Ancak burada, hegemonik öznenin “sınıf” olduğu yönündeki yaklaşım terk edilerek, hegemonya kavramı, toplumsal yapılardan ve kurumlardan bağımsız bir varlık, dışarısı olmayan, kendi kendini kuran içine kapalı bir döngüsellik halinde yorumlanmıştır.

Laclau ve Mouffe, sınıf indirgemeciliğini reddettikten sonra heterojen özne konumları arasındaki kusursuz ilişkiye ve söylemsel olarak üretilmiş özerk özne konumlarının sonu gelmez ve bitimsiz mücadelesini analizlerinin merkezine oturtmaktadırlar. Siyaseti, maddi belirlenimden ve sınıftan bağımsız olarak düşünen radikal demokrasi projesi örtük olarak kapitalizmin verili gerçekliğini kabul etmektedir. Bir başka deyişle, post-Marksist düşüncede kapitalizmin aşılamaz olduğu görüşü hakimdir ve kapitalizm eleştirisinin artık solun gündeminden düşmesi gerektiği savunulmaktadır. Dolayısıyla da mülkiyet ilişkileri yorumlarında belirleyici bir unsur olarak yer tutmamıştır.

Laclau ve Mouffe’un savundukları radikal demokrasi tasarımı da toplumun yapılanmasında ekonominin karşısında siyasal momente ayrıcalık tanır. Radikal demokrasi kuramlarının ortak paydası sınıf mücadelesinin artık miadını doldurduğu savıdır. Bu sebeple, İşçi mücadelesi nosyonunun sorunlu doğasına takılıp kalmak

muğlaklaşmıştır. Bunun için bir grubun çıkarları koca bir toplumla özdeşleştirilemez. Sol düşünce içerisinde işçi sınıfına verilen ayrıcalıklı önem ve devletin rolünü