• Sonuç bulunamadı

BÖLÜM 2: BİRİKİM DERGİSİNDE SOSYALİZMİ YENİDEN TANIMLAMA

2.4. Birikim Dergisi’nde Sosyalizm Eleştirileri

2.4.3. Birikim’de “İşçi Sınıfı” Tartışmaları

Birikim dergisinin ikinci döneminde “sosyalizmde devrim” tasavvuru, “öncü parti” ve “proletarya diktatörlüğü” yaklaşımının yeniden gözden geçirilmesinin yanı sıra “işçi sınıfının” yapısına ve sosyalist bir topluma geçişteki rolüne yönelik değerlendirmelerle de ele alınmıştır.

Birikim’in ilk sayısında, Laçiner, henüz SSCB dağılmamışken, varolan sosyalist toplumlarda işçi sınıfı egemenliğinin sadece sözden ibaret olduğunu vurgulamıştır. Teorinin aksine, sosyalist ülkelerde işçi sınıfının; parti, plânlama ve devlet aygıtı egemenliğine geçtiğini vurgulayan Laçiner, bu durumun uygulamadan değil, teorinin kendisinden kaynaklandığını belirtmektedir. Sosyalist toplumun ancak sanayileşmiş toplumlarda gerçekleşebileceğini savunan egemen sosyalist anlayışın işçilere biçtiği misyon “kol gücü”nün ötesine geçememektedir. Dolayısıyla “işçi sınıfı”nın, “devrim” sırasında ve sonraki süreçte “kol ve fizik güç” olarak kabul edilmesi egemen sosyalist anlayışın ürünüdür. Laçiner’e göre, bu durum geleneksel sosyalist yorumun üretim araçlarının özel mülkiyetten kurtulmasına odaklanırken kapitalizmden farklı bir üretim tarzı değişikliğini öngörmemesinden kaynaklanmaktadır (Laçiner, 1989[1]: 26-28). Bu bağlamda; Birikim’de, işçi sınıfının “sınıf” olarak mevcudiyetinin sorgulanmasından önce sosyalist teorinin işçi sınıfına biçtiği rol ve sosyalizm sonrasında işçi sınıfının konumu tartışma konusu yapılmıştır.

Sınıf ve sınıfsal yapı analizleri Marksist teoride merkezi bir önem taşır. Marx için kapitalist toplumda üretim araçlarının mülkiyetine sahip olan ve olmayan şeklinde en temelde iki sınıf bulunmaktadır. Ancak sanayi devrimi sonrasındaki gelişmeler Marksist sınıf analizinin yeniden değerlendirilmesini gerektirmiştir. Üretim örgütlenmesinin

arasındaki çeşitli düzeylerde ortaya çıkan ayrımlar söz konusu değerlendirmenin yeniden yapılmasına sebebiyet vermiştir:

“Bütün bu gelişmelerin özellikle Marksist sınıf analizi bakımından iki temel soruna yol açtığı söylenebilir. İlkin, bu gelişmeler, geleneksel işçi sınıfı tanımının ‘homojen’ doğasının, hem teknik işbölümünün incelmesi nedeniyle içsel, hem de cinsiyet, etnik yapı gibi sınıfları dikine kesen bölünmelerin önem kazanması nedeniyle dışsal (yani sınıf dışı) parçalanmasına; bunun yerine daha ‘heterojen’ doğada bir işçi sınıf tanımı ihtiyacının ortaya çıkmasına yol açmıştır. İkinci olarak, bütün bu gelişmeler, yeni bir ‘maaşlı’ çalışanlar kesiminin doğmasına yol açmıştır ki, bu mülksüz, ancak kapitalist sistem içinde proletarya için ulaşılmaz nitelikte koşul ve fırsatlara sahip, başka bir deyişle ‘zincirlerinden başka kaybedecek çok şeyi olan’ bu ‘kesim’ Marksist olmayanlar kadar, birçok Marksist tarafından da Marx’ın analizini zorlayan çelişik bir gelişme olarak alınmış; ve bu ‘kesim’in sınıfsal doğası hakkında ciddi tartışmalar çıkmıştır” (Argın, 1992[36]: 23).

Oskar Negt’e göre, (1996[89]: 92) işçi sınıfının oluş hali veya yüksek toplumsal bilinci nedeniyle tarihin öznesi olarak görülmesi zaten daima kuşku uyandırıcıdır. Marx, tekil proleterin özellikleri, eğilimleri ve beklentilerinin tahliliyle ilgilenmemiş,1 kolektif bir özne olarak onun “tarihsel misyonu”na değinmişti. Negt; Marx ve Engels’in işçi sınıfının örgütlenme biçimi ve niceliksel artışını gözlemlerken, devrimci iradesini abarttıkları ve sistemin bu iradeyi entegre etme imkânını küçümsedikleri görüşündedir. Birikim’in 146. sayısında yer alan, Robert Castel imzalı “İşçi Sınıfı Partiyi (Mücadeleyi) Niçin Kaybetti?” başlıklı yazıda, yazar, sanayi toplumunda ücretli kesimin % 75’inin işçilerden oluştuğunu ancak gelinen noktada işçi sınıfının kendinden daha yüksek gelirli ve daha iyi konumlu aracı meslekler, orta ve yüksek düzeyde yöneticilerden oluşan bir katman tarafından “alaşağı edildiğini” belirtmektedir. Böylece, Castel’e göre sosyo-politik mesele devrim olmaktan çıkmış, bunun yerini işçi sınıfının toplumsal konumunu değiştirmesinden çok toplumsal zenginliğin daha eşit dağıtımı sorunsalı almıştır (Castel, 2001[146]: 31). Eric Hobsbawm, “Klasik İşçi Hareketine Elvada mı?” adını taşıyan yazısında da aynı tespiti yapmaktadır. Hobsbawm’a göre (1989[5]: 22) sosyalizmin, “sanayi proletaryasının gelişmesinin ardından geleceği şeklindeki eski varsayımın artık bir hükmü” kalmamıştır. İnsel de, 20. yüzyılın sonunda işçi sınıfının toplumsal mücadelelerin hegemonik aktörü olmaktan çıktığını belirtmekte, bu sürecin üretimin parçalanmasına paralel olarak devam edeceğine işaret etmektedir. “Emek dünyasında giderek artan taşeron emek, atipik iş akitleri, yarım zamanlı çalışma, kesintili çalışma ve

1 Negt’e göre, “insanların özgürleşmesini engelleyen genellikle egemenlik sistemi değil, onların tek tek özelliklerinin bileşimidir; bu o kadar ileri gidebilir ki kendi çıkarları aleyhine tercihler yapabilirler.”

yeni ‘serbest’ çalışma biçimlerinin baskısı karşısında, emek dünyasının parçalanmışlığı artarak devam edecek”tir (Caille ve İnsel, 2000[139]: 33).

Toni Negri de, post fordist proletaryanın, “otomatikleşen üretim süreçleri ve merkezi olarak gittikçe büyüyen, artan bir şekilde doğrudan bilgisayarla ilintili, iletişimsel ve kabaca eğitimsel/formatif emek ile meşgul olan entelektüel proletaryaca idare edilen bilgisayarların denetlediği süreçlerin yeniden yapılandırdığı işçi sınıfının önemli bir kısmını teşkil ettiğine” işaret etmektedir (Negri, 1995[79]: 65). Jacques’e göre, post-fordizm daha esnek ve adem-i merkezi üretim biçimleriyle ifade edilse de, sermayenin büyüyen temerküzüne karşılık “sınıf” siyasette belirleyici etken olmaktan çıkmıştır denemez. Ancak, cinsiyet ve soy üzerine dayalı başka bağlar ve başka kimlikler giderek artan bir önem taşımaya başlamıştır. Jacques bunu, “eski toplumsal bloklar öldü. Sürekli değişen kimlikler çağında yaşıyoruz” şeklinde ifade etmiştir (Jacques, 1990[13]: 37). Jacques, “yeni zamanlar”ın temel özelliklerini; ulusal piyasaların yerini uluslararası piyasalara bırakması, tek ülkede sosyalizm ülküsünün sona ermesi, çevre krizinin gözle görünür hale gelmesi, erkek egemen iktidar ve işbölümü yapısının sorgulanması, sivil toplumun büyüklüğünde ve kapsamında önemli bir dönüşüm yaşanması şeklinde özetlemektedir.

Birikim’de bu konuya ilişkin yayınlanan özellikle çeviri yazılarda, yazarların işçi sınıfının değişen yapısına ilişkin yaptıkları analizlerde sınıfın yerine “kimlikler”i ikâme ettikleri görülmektedir. Üretim teknolojisindeki değişim, üretim tarzının ve emek sürecinin esnekleşmesi homojen ve kitlesel bir işçi sınıfına dayanan geleneksel sosyalist politikanın önemini yitirdiği savunusunun yapılmasına sebebiyet vermiştir. Bu bağlamda, Ernesto Laclau’nun Birikim’de yayınlanan yazılarının üzerinde durmakta yarar vardır. Laclau, sanayileşmiş Batı toplumlarında, işçi sınıfının sayısal olarak azalması ve ekonomik açıdan bölünmesi ve çok çeşitli yeni antagonizmaların ortaya çıkmasına paralel olarak, nüfusun geniş kesimlerinin giderek artan bir biçimde marjinalleşmesinin sınıf savaşı argümanını zayıflattığını belirtmektedir. Laclau’ya göre, 19. yüzyılın ürünü olan Marx’ın sınıf nosyonunun sorgulanması gerekmektedir. Marksist geleneğin, ‘evrensel sınıf’ olarak işçi sınıfı tasavvurunun yanlışlığı ortaya çıkmıştır. Ancak yeni toplumsal “öznelerin” hiçbirisi insanın özgürleşmesi için global bir tasarımı gerçekleştirmeye yazgılı değildir. Buna karşın, “saf bir biçimde özerk olan

hareketler” dünyası aralarında ortak bir dayanışma duygusu yaratılmadıkça kesinlikle demokratik bir mekân ortaya çıkmayacaktır. Toplumsal mücadelelerin çoğulluğunun odaklandığı yer parti değil geniş ve kararsız demokratik kurumlar sistemi olmalıdır. Laclau, sınıf siyaseti yerine toplumsal mücadeleyi ve çoğul öznelerin müzakerelerine dayandırdığı radikal demokrasi tasavvurunu getirmektedir (Laclau, 1989[5]: 25-27). Dolayısıyla Laclau’da demokrasi imkânı, evrensel olanın gerekli bir bedeni ve gerekli bir içeriği olmamasına ve bunun yerine farklı grupların kendi tikelliklerine geçici de olsa evrensel bir temsil işlevini yüklemek için aralarındaki yarışmaya bağlıdır (Laclau, 1994[62]: 48). Laclau ve Mouffe’a göre, evrensel ve tek bir homojen “sınıf” fikri geçerli değildir. İşçi sınıfının evrensel bir sınıf olarak reddi radikal demokrasi için demokrasinin ön şartıdır. Buna göre, bir evrensel sınıf olarak işçi sınıfı anlayışı reddedildiğinde, “keyfi bir şekilde ‘işçi mücadeleleri’ etiketi altında toplanan şeyin alanında yer alan antagonizmaların çoğulluğunu ve bunların büyük çoğunluğunun demokratik sürecin derinleştirilmesi için taşıdıkları paha biçilmez önemi kabul etmek olanaklı hale gelir” (Laclau ve Mouffe, 2008: 257).

Birikim’in, 158. sayısında kendisiyle yapılan söyleşide, Laclau, “siyasetin temel meselesinin sosyal yapının homojenleştirilmesi değil, aksine, farklılıkların eklemlenmesi” olduğunu belirtmektedir. Bu sebeple, Laclau’ya göre toplumsal homojenleşme beklentisi günümüzde Marksizm’in temel sorunudur. “İşçi sınıfı artık gündemde değildir. Dolayısıyla, “hegemonik imgelem, mevcut çoğul talepleri yeni cephelere denk düşebilecek popüler özneler kurmaya imkân verecek türden eklemlenmelerin peşine düşmelidir” (Yeğen, 2002[158]: 31).

Tanıl Bora, derginin 103. sayısında yer alan “ÖDP’de ‘Sınıf Savaşları’- Sınıftan Kaçış Mı, Sınıfa Kaçış Mı?” başlıklı yazısında derginin 100. sayısında Metin Çulhaoğlu’nun1 Birikim’e yönelik eleştirisine verdiği cevapta, “işçiler ve emekçiler sözünü bir amentü gibi kullanma alışkanlığının sorgulanması gerektiğini belirtmektedir. Bora’ya göre, sosyalizm içindeki geleneksel sınıfçılık, sosyalizme ehil bir özne kavrayışından uzaklaşmıştır. İşçi sınıfı etnik bir varlık gibi ve muhayyel bir “büyük kurtarıcı” olarak değil, “gerçek bir toplumsal özne olarak ele alınmalı, bu tarihsel varlığıyla”

düşünülmelidir. Bora, geleneksel paradigmanın “sınıftan kaçış”1 ithamının karşısında post fordist dönemde kapitalizmin aldığı hal itibariyle “sınıfa kaçış” ithamının yöneltmenin daha doğru olacağını düşünmektedir. Ancak bu yorumuyla post-Marksistlerin yanında da durmadığını belirtmektedir. Bora’ya göre, yapısalcılık sonrası Marksistlerin devrimci özneyi “kendini yapan özne” olarak tasarlamalarında bir hakikat saklı olmakla birlikte bu, post modernizmin belirsizlik sınırlarına hapsedilemez. Yine de alternatif özne ve sınıf yorumu, maddi temele değil maddi hayatın üretimine dayanmalıdır. Bununla birlikte klasik şemasına sığmayan yeni gelişmeler (esnek üretim ve çalışma biçimlerinin yaygınlaşması, enformal sektörün büyümesi, sendikal hareketin bitme noktasına gelmesi vs.) ekonomik açıdan verimsiz sayılan insanları, şehirleri, bölgeleri hatta kıtaları dışlamaktadır. Bora, bu yeni tahakküm biçiminde toplumun kıyısına itilen “işsizler”in ve Marksizm’in tali eklemlenmeler olarak gördüğü ırkçı, sömürgeci, cinsiyetçi pratiklerin sosyalist düşünce tarafından sorunsallaştırılması gerektiğini vurgulamaktadır (Bora, 1997[103]: 14-17). Görüldüğü üzere, Tanıl Bora, post Marksizm ile geleneksel yorum arasında orta yolu bulma çabası içerisindedir. Bora, bir taraftan kimlik hareketlerini bir realite olarak kabul etmekte ancak sosyalizmin sorunlarının salt kimlik hareketlerine tahvil edilemeyeceğini de eklemektedir. Bu bağlamda, ortodoks Marksistler, kimlikleri görmezlikten gelmekte, post-Marksist paradigmayı savunanlar ise kimliklerin dar sınırları içerisinden çıkarak fotoğrafın bütününü görememektedirler.

Bora, kitabi solculuğun kimlik hareketlerine ilişkin gelişmeleri, sınıfsal perspektifin kaybolması ve liberalizmin hegemonyasına bağladığını, söz konusu hareketleri “fuzuli” mesele olarak gördüğünü belirtmektedir. Bora’nın kitabi solculuk dışında, kimlik meselesine farklı bir yorum getiren solun görüşü olarak Birikim’in “yeni toplumsal hareketler”e ilişkin değerlendirmelerini örnek göstermektedir. Bora, kimlik hareketlerini değerlendirirken, Marksizmle, radikal demokratik tasavvur arasında bir yerde durmaktadır.

“Bereket versin, dogmatik sola –dağ gibi kapitalizm dururken- ‘talî’ görünen meselelerin; yani etno-kültürel ayrımcılığın, yani yurttaşlık statüsündeki erozyonun, yani patriyarki ve cinsiyet rejiminin, yani ekolojik yıkımın, pekâlâ kapitalist egemenlikle alâkalı olduğunu gören bir sol da var. Şu ayrımları da yaparak: Bir yandan, bu çelişkiler kapitalizmin içsel ve bünyevi çelişkileridir;

kapitalizm kendini bunlarla yeniden üretir; bununla beraber şimdi metalaşma ve sermayenin yeniden üretim sürecinin formatladığı bu çelişkilerin kapitalizmden önce de bir hayatı vardı, dolayısıyla hem bu tarihselliğe bağlı olarak hem de deneyimin (uyumlanmanın, uyarlamanın, direnişin…) özgüllüğüne bağlı bir özerklikleri vardır. Bu çelişkiler kapitalizme mutlaka/her durumda/topyekûn emek-sermaye ilişkisinin ‘mantığıyla’ eklemlenmezler; deyim yerindeyse içselleşmiş dışsal etkenler olarak, çarpma-bölme işleminden çok toplama-çıkarma işlemine benzetilebilecek bir matris içinde emek-sermaye ilişkisine/çelişkisine bağlanırlar. Ekonomi dışı zorun ve kayıt-dışı ekonominin kapitalist iktisadiyat içinde ‘kurallı’ istisnâlar, yapısal mekanizmalar olması gibi” (Bora, 2008[234]: 23).

Akçam, kimlik hareketlerinin doğrudan Marksizmle ilişkilendirilemeyeceğini, feminist, çevreci, anti ırkçı, hareketlerin Batı medeniyetine yönelttikleri “radikal” eleştirilerin aynı zamanda Marx’ın temel öneme sahip görülen bazı fikirlerinin de eleştirisi olduğunu belirtmektedir (Akçam, 1992[34]: 15).

İnsel’e göre, 19. yüzyılın dünyasında işçi sınıfı insanlığı kurtaracak kesim olabilir ancak bugün “toplumsal üretimde merkezi ve vazgeçilmez bir rol oynadığı için geleceğin taşıyıcısı” olduğu varsayılan işçi sınıfı ortada yoktur. Bunun karşısında işçi sınıfının tüm ücretli kesimi (yüksek vasıflı teknik kadrolar) kapsadığı argümanına İnsel, “bu işçi sınıfı nerededir ki ona katılınmaktadır? Ve nasıl oluyor da bu işçi sınıfının bilinci ona katılanlardan daha yüksektir ve ortalıkta gözükmemektedir? Sözü edilen ‘işçi sınıfı’ ne yerde ne gökte, gözle görülmez, dokunulmaz ve erişilmez bir ulvi katta oturuyor olmasın”1 şeklinde ironik bir ifade kullanmaktadır (İnsel, 2000[132]: 17).

Birikim dergisinde işçi sınıfının kapitalizm içerisinde homojen bir sınıf olup olmadığı, sosyalizme geçişteki rolü ve sosyalizm sonrası işlevine ilişkin değerlendirmelerde Marksist “sınıf analizi”nin reddedildiği görülmektedir.2 Ancak bu, Birikim’in tamamen post-Marksist “kimlik siyaseti” zemininde durduğu anlamına da gelmemektedir. Yukarıda Tanıl Bora’dan yapılan alıntılarda görüldüğü üzere derginin çekirdek kadrosu, hiçbir sınıfın evrensellik iddiası olmadığından hareketle, toplumsal sınıfların tek belirleyeninin iktisadi ilişkiler alanı olmadığını savunmaktadır. Emeğe kutsiyet adfeden; “İşçi sınıfı her zaman haklıdır”, “üreten biziz yöneten de biz olacağız” gibi sloganik

1 İnsel, söz konusu ifadeleri Özgürlük ve Dayanışma Partisi’nin (ÖDP) II. Olağan Kongresi’nin ardından partideki gelenekçi kesim için kullanmaktadır.

2 Birikim’de ortodoks Marksist yorumun, sınıf tahayyülüne bağlı kalan yazıları da görmek mümkün olmakla birlikte bunlar derginin yukarıda çerçevesi çizilen eğilimini yansıtmaz. Örneğin; İlhan Tekeli, Yusuf Işık, Yıldırım Koç’un derginin 28. sayısında (Ağustos 1991) kaleme aldıkları “Yeniden Yapılanma ve Türkiye” başlıklı yazıda, “Marksizm’in sınıf tanımında herhangi bir revizyon ihtiyacı yoktur. Sınıf zaten geniş bir şekilde tanımlanmıştır” ifadeleri yer almaktadır.

önermeler, Birikim’de eleştirilmiştir. Buna göre, sosyalistler için en yüce değer emek değil özgürleşme mücadelesi olmalıdır.

Laçiner, işçinin yerine getirdiği kol emeğini sorgulamak yerine, “değeri yaratan emektir” sloganı altında kol emeğinin kutsanmasını, ortodoks yaklaşımın işçinin yerine getirdiği fonksiyonu dikkate almamasına bağlamaktadır. Laçiner, Marx’a atıfla, gerçek devrimin “üretim tarzı”nda meydana gelecek bir değişiklikle mümkün olacağı görüşündedir. Bu bağlamda, işçi sınıfının yerine getirdiği kol gücü fonksiyonuyla övünmek, bundan devrimci sonuçlar çıkarmak manasızdır. Bilimsel gelişmeler artık kol emeğine duyulan ihtiyacın giderek gereksizleştiğini göstermektedir. Emek yaratıcılığın simgesidir, bu sebeple sosyalist tasavvurda da yüceltilmiştir ancak bugün yaratıcılık alanı, maddi üretime, bedensel emeğe veya ücretli emeğe indirgenmeyecek biçimde genişlemiştir. “Buna rağmen insanların büyük çoğunluğu pasif, sınırlı, tekdüze iş dünyasına hapsedilmiştir.” Dolayısıyla Laçiner’e göre, “proletaryanın kendini ortadan kaldırması, zihinsel emeğin belirleyici olduğu bir eylemlilik halini benimsemesindedir” (Laçiner, 1989[5]: 14-17).

Negt de, solun “emek” kavramına yoğunlaşması ve emeği sermaye tarafından tanımlanan ücretli emek olarak görmesinin sonucu olarak, bunun dışındaki her türlü emek biçiminin oyun veya boş zaman şeklinde kabul edilmesine yol açtığını belirtmektedir (Negt, 1996[89]: 100). İnsel, antropolog Pierre Clastres’ın çalışmalarından hareketle, emeğin ancak insanlık tarihinin belirli bir döneminde kurucu bir değer olarak algılanabileceğini, toplumları var eden doğal değerin emek olmadığını ifade etmektedir. Dolayısıyla İnsel’e göre, “devlet iktisadi sınıflardan değil, iktisadi sınıflar devletten ürerler” (İnsel, 1990[17]: 25). İnsel’e göre ezilmişliğe başlı başına üstün bir önem atfedilemez. “Bir insanın işçi veya köylü olduğu için kendiliğinden sınıfsal bilince sahip olduğunu kabul etmek, ezilen kitlelerin istemlerinin çoğu zaman ezilmişlik konumunun damgasını taşıdığını görmemek, sol popülizmin doğası gereğidir.” Bu bağlamda, özgürlükçü sol, bir toplumsal sınıfın özgürleşmesini değil, o sınıf içindeki kişilerin özgürleşmesini savunur. Çünkü İnsel’e göre, bir sınıfın özgürleşmesini yeterli bulmak içinde yeni tahakküm ilişkileri potansiyelini barındırmaktadır (İnsel, 2007b: 42-43).

Görüldüğü üzere, Birikim’de, savunulan “sınıf”ın artık miadını doldurduğu görüşü, Birinci Bölümde, Radikal Demokrasi Kuramları başlığı altında çerçevesini çizmeye çalıştığımız post-Marksist tahayyülle örtüşmektedir. Ancak Birikim’de bu tespitte sık sık bulunulması, derginin söyleminin tam olarak radikal demokrasi zeminine oturduğu anlamına gelmemektedir. Bu konuya son bölümde, “Özerk Öznelerin Bilinçli Tercihi Olarak Demokrasi” başlığı altında tekrar değinilecektir.