• Sonuç bulunamadı

BÖLÜM 1: DEMOKRASİ KURAM(LAR)I

1.1. Demokrasinin Gelişim Seyri

1.1.3. On Dokuzuncu ve Yirminci Yüzyılda Demokrasinin Seyri

On dokuzuncu yüzyıla gelene değin demokrasi kavramı siyasi tartışmalarda olumsuz manada kullanılıyordu. Filozoflar, siyasetçiler çoğunlukla demokrasiyi kötü bir devlet

şekli, çoğu kez avam egemenliği, ayak takımı yönetimi, çoğunluğun tiranlığı, olsa olsa küçük bir cemaat içerisinde gerçekleşebilecek bir düzen olarak görüyorlardı (Schmidt, 2002: 18). Günlük siyasal konuşmada “demokrasi” kavramı hakaret içeriği taşımaktaydı. Avam idaresi, çoğunluk idaresi şeklinde düşünüldüğü için demokrasi mülk sahibi sınıfları korkutuyordu (Mayo, 1964: 22).

Halk yönetimi anlamına gelen demokraside, “halk” sözcüğünün çağrışımı da dönem dönem değişikliklere uğramıştır. On sekizinci, on dokuzuncu yüzyılın liberal düşünürleri halkı çoğunlukla orta sınıf ve üst sınıfla özdeşleştirmişlerdir. Bu dönemde

siyasal katılım mülkiyet sahibi ve eğitimli erkek yetişkinlerden oluşan bir azınlıkla sınırlandırılmıştır. Demokrasi kavramını “ayak takımı yönetimi”nin olumsuz çağrışımlarından kurtarmak ve liberal politik söylemde giderek daha fazla eklemlenen olumlu bir kavram haline dönüştürmek, on dokuzuncu yüzyıl boyunca birbirini sırayla izleyen tam bir devrimler ve karşı devrimler sürecini gerektirmiştir (Laclau, 1998: 10). Bu yönüyle, Batı’da temsili demokrasinin tarihi, kapitalizmin ve sınıf savaşının tarihiyle sıkı sıkıya ilişkilidir.

1.1.3.1. Demokrasi ve Özgürlük-Eşitlik İlişkisi

Lipson’un (Lipson: 1999: 18) benzetmesiyle söyleyecek olursak; “ fizikçiler için uzay ve zaman ne ise, demokrasi teorisyenleri için de özgürlük ve eşitlik odur.” Demokrasi yurttaşlar için mümkün olduğunca fazla özgürlük ve eşitliği vaad eden bir yönetim

şeklidir. Fakat bu durum bir takım çelişkileri ve soru işaretlerini de beraberinde getirmektedir. Siyasi doktrinler, demokrasi terazisinde eşitlik ve özgürlüğü farklı kefelere koymuşlar, hangi tarafın ağır bastığına göre konumlarını belirlemişlerdir. Dolayısıyla, demokrasi tartışmalarında “eşitlik” ve “özgürlük” dendiğinde ne anlaşılması gerektiği çok net değildir. Özgürlüğü negatif haklar bağlamında yorumlayarak bireysel haklar temelinde alan liberal kuram ile toplumsal eşitliği sağlama niyetini taşıyan radikal ve Marksist kuramların bu iki kavramı ayrı ayrı değerlendirme, ikisindense birini daha fazla ön plana çıkarma isteği söz konusu karışıklığı ortaya çıkarmıştır. Bu iki ideal olmadan demokrasiyi kavramak olanaksızdır.

Özgürlük, birim olarak birden başlar ve kümeye doğru genişler. Eşitlik ise, birim olarak kümeden başlar ve bireysel üyelere ulaşır (Lipson, 1984: 468). “Demokrasi, eşitlik ve özgürlük, bir üçgenin üç noktasını veya açısını oluştururlar” (Holden, 2007: 34). Buna karşın bu idealler birbiriyle çatışma içerisindedirler. Aşırı özgürlük idealinin eşitliği zedelediği; buna karşın aşırı eşitlik isteğinin de özgürlüğü ortadan kaldırdığı argümanı liberal okul tarafından sürekli vurgulanmaktadır. Liberal kuram içerisinde de özgürlük ve eşitlik arasındaki gerilime ilişkin farklı yaklaşımlar mevcuttur. Örneğin Rawls bu gerilimi “özgürlükte eşitlik” fikriyle aşmaya çalışırken, ultra minimal devlet tasavvuru ile liberalizmi daha radikal bir biçimde yorumlayan Nozick, (2006: 21) Rawls’un liberalizm içinde eşitlikçi müdahaleyi öngören yorumuna karşı Anarşi, Devlet ve

Ütopya’da, devletin refahı artırma veya eşitsizlikleri giderme amacıyla faaliyette bulunmasının meşru olamayacağını ileri sürmektedir.

Liberal demokrasi tamlaması içerisinde yer alan, liberal sözcüğü özgürlüğü temsil ederken, demokrasi sözcüğü ise eşitliği temsil etmektedir. Bunun için, liberal kuramda, siyasetin araçsal kavrayışının etkisiyle, demos’un katılımını sınırlandırılan mekanizmalar geliştirilmiş, eşitlik “fırsat eşitliği” ve hukuk karşısında eşitlik olarak değerlendirilmiş, devletin bu konudaki müdahaleci pozisyon alışı özgürlüklere vurulan bir darbe olarak nitelendirilmiştir.

Liberal demokrasi, eşitliği sonu olmayan bir yarışta ulaşılamayacak bir ideal olarak ele almaktadır. Bu kavrayışta, sınıfsal eşitlenme çabasının türdeş bir toplum yaratma ülküsünde olan, özgürlükleri ve çoğulculuğu yok eden totaliter bir devlet aygıtı ortaya çıkaracağı korkusu hakimdir. Eşitliği sağlama çabasında olanlar hesap verme yükümlüğüne sahip olacaklar mı, yoksa eşitlik ülküsü adı altında kendilerine imtiyaz mı sağlayacaklar? Bu konuda; Orwell’ın (1989: 90) “herkes eşit onlar biraz daha mı eşit olacak?” veya Lord Acton’un Fransız İhtilali için sarfettiği “öldürücü eşitlik tutkusu hürriyet ümidini boşa çıkardı” sözleri sık sık tekrarlanır. Liberal düşünce okuluna göre; özgürlük olmadan eşitlik istenemeyeceğine göre, özgürlüğün eşitlikten önce gelmesi gerekmektedir. Eşitlik en üst düzeye çıkarılmaya çalışıldığında sorunlar da o ölçüde büyüyecek özgürlük ortadan kaybolacaktır. “Eşitliğin özgürlüğü ve onla birlikte liberal demokrasiyi yok ettiği kesindir” (Sartori, 1993: 389). Görüldüğü üzere liberal düşünce okulu eşitliği, gerçekleşmesi imkânsız bir ideal olarak değerlendirilmekte bu yönde girişilecek çabaların başta özgürlükler ve serbest piyasa ekonomisi olmak üzere toplumsal düzeni tehdit edeceği görüşünü vurgulanmaktadır. Örneğin, Nozick (2006: 67) eşitlik yönündeki taleplerin başta bireysel özgürlükleri ortadan kaldıracağını ileri sürer. “Aramızda bazılarının başkaları için feda edilmesini mazur gösterecek bir sebep olamaz. Farklı yaşamları olan farklı bireyler vardır ve kimseninki başkaları için feda edilemez.” Özetle, demokrasi eşitlik ilişkisi dendiğinde anlaşılması gereken siyasal eşitlik, fırsat eşitliği ve hukuk karşısında eşitlik olmalıdır. Diğer tarafta ise, sosyo ekonomik eşitlik sağlanmadan demokratik haklardan yararlanmanın mümkün olamayacağı görüşü hakimdir.

Revizyonist liberalizmin temsilcilerinden Dworkin, eşitliği geleneksel liberalizmden farklı yorumlamaktadır. Dworkin’e göre, siyaset kuramları eşitliğe verdikleri önem ölçüsünde değer kazanırlar. Geçerli olan siyasal kuramlar sosyal ve siyasal anlamda eşitlikçi olanlardır. Dworkin, siyasal toplumun güçsüz bireylerinin de en az güçlü üyeler kadar ilgi ve saygı görme haklarının bulunduğunu savunmaktadır. Dolayısıyla karar verme hakkı, toplumun belirli bir kesiminde değil eşitlikçi bir anlayışla herkeste olmalıdır (Dworkin, 1977).

Klasik liberal teoride, özgürlüğe yönelecek tek ciddi tehdit yönetimden gelmektedir. Ancak, bireylerin birbirlerinin haklarına tecavüz etmemeleri için, bir sözleşmeyle (anayasa) bütün temel hak ve özgürlüklerin teminat altına alınmalıdır. Yönetime düşen ise tanıdığı bu hakların sadece uygulanmasını gözetmektir. Herkesin uymakla yükümlüğü olduğu yasalarla teminat altına alınan özgürlükler vurgusu liberal düşüncede baskındır. Bunun için, Cicero’nun “özgür olabilmek için yasaların kölesi olmalıyız” yahut, Locke’un “yasa yoksa özgürlük de yoktur” sözleri hatırlatılarak, Roma Hukuku ve Doğal Hukuk düşüncesinden beslenen iktidarın sınırlandırılması ve insanların insan olmakla doğuştan kazandığı varsayılan haklar vurgusuna başvurulmaktadır. Konuşma, örgütlenme, toplanma, ifade, düşünce, haberleşme gibi özgürlüklerin olması kaçınılmaz bir gerekliliktir. Siyasi otoritenin bireysel yaşama müdahale etmemesi kısaca özel alana girmemesi gerekir. Sınırlandırılmış iktidar, güçler ayrımı, yargı bağımsızlığı gibi kurumsal düzenlemelerle yönetimdeki yozlaşmanın önüne geçilmeye çalışılır. Halkın yönetimi anlamına gelen demokrasi, liberal demokrasi geleneğinde temsil mekanizması yoluyla demos’un siyasete “sınırlı” katılımına olanak tanınmakta böylece demokrasinin yozlaşmasının, çoğunluğun tahakkümünün önüne geçilmeye çalışılmaktadır. Bu yönüyle ‘demokratik devlet’, “halkın iradesini temsil ettiği varsayıldığı için, otokratik bir devletten daha güçlü ve özgürlük için potansiyel olarak daha tehlikeli” görülmektedir (Erdoğan, 2005: 247). Dolayısıyla, halkı zorbalıktan korumak anlamına gelen “demo protection” ile halk yönetimi manasına gelen “demo power” arasındaki ilişki (demokrasi özgürlük) gerilimli bir ilişkidir. Çünkü demokrasi dizginlenmediği takdirde özgürlüğü tehdit edebilir. Bugün “liberal demokrasinin meşruiyet krizi” olarak adlandırılan sorun, liberalizmin yurttaşı siyasete katmaktan çok onu özel alana hapsetmesinden ve katılım mekanizmalarını sınırlandıran anlayışından kaynaklanmaktadır.

1.1.3.2. Demokrasi ve Ulus Devlet

Demokrasi bir yandan ulusal devlet anlayışına bağlıdır, bir yandan da bu anlayışla çatışmaktadır. Ancak, modern demokrasinin uygulama sahasının ulus devlet olduğu yaygın olarak kabul görmektedir. İlk demokratik dönüşümün imkânları, Yunan, Roma, Ortaçağ ve Rönesans dönemi kent devletleri ölçeği ile sınırlıydı. Eski Yunan’da bütün yurttaşların katılımıyla, temsil mekanizması olmaksızın halkın arasından kura ile seçilen yöneticiler vasıtasıyla uygulanan doğrudan demokrasi modelinin yerini, ulus devlet yapısı içerisinde uygulanan temsili demokrasi modeli almıştır. Ulusal yasa yapım sürecinde demosun tartışma ve yüzyüze ilişkiye dayanan meclislerde oy verme sürecine doğrudan katılımı artık mümkün değildi. Temsil mekanizması, demokratik düşüncenin önündeki teorik engelleri ortadan kaldırmıştı. Ulus devlet, demokrasinin oluşabileceği bir siyasal mekân haline gelmiştir.

Aydınlanma düşünürlerinin tekrar tartışmaya açtığı demokrasi kavramı, o dönem sınırlı bir toplulukta uygulanabilecek bir yönetsel sistem şeklinde tahayyül ediliyordu. Demokrasi fikri ulus devletlerin modern dünyası için anlamlı bir nitelik kazanmıştı. Ulus devletin çok daha geniş alanında, bireysel haklar tek bir hukuk sistemi içinde garanti altına alınmıştır. Ölçek sorunu, modern demokrasinin doğuşunda temsil mekanizması yoluyla aşılmaya çalışılmıştır. Modern dünyada demokrasi, yönetim sorumluluğunun yetişkin yurttaşlar yerine onların seçtiği siyasetçilerden oluşan gruba devredildiği temsili demokrasidir.

Ulus devletin siyasal olarak ortaya çıkması Otuz Yıl Savaşları sonrasında imzalanan Westfelya Antlaşmasına dayandırılmaktadır. Fransız İhtilali ile birlikte burjuvazinin iktidara el koymasıyla milliyetçilik akımları hızla tüm dünyaya yayılmıştır. İçlerinde pek çok etnik unsur bulunan imparatorluklar bu akım karşısında çok fazla direnememişler, böylece ulus devletler çağı başlamıştır. Ulus devlet modeli, feodal dönemde, burçlar arasında ticaret yaparak zenginleşen ve siyasal yönetime ortak olmak isteyen burjuvazinin, ortak gümrük tarifesi, ortak sınırlar, ortak vergiler ve ticaret yollarının güvenliği gibi taleplerini karşılayan devlet biçimi idi. Eğer modern kurumların yaygınlaşmasını sağlayan en önemli kurumsal unsurlardan biri kapitalizm ise, diğeri de ulus devletti (Giddens, 2004: 67). Merkezileşme, bürokratikleşme ile birlikte özellikle mali örgüt yapısı bünyesinde yapılan değişikliklerle beliren ulus

devlette, burjuva sınıfının çıkarı genel çıkarla özdeşleştirilmiş ve üçüncü zümre ulus olarak inşa edilmiş; burjuva toplumunun özel alanı, kamu erkinin organlarına sıkı bir

şekilde eklemlenmişti (Habermas, 2007 :177). Diktatörlüğün ve Demokrasinin Toplumsal Kökenleri’nde Barrington Moore, (2003: 498) bütün bu tarihsel sürecin en belirgin özelliklerinden birinin de tarım kesiminin denetim altına alınması olarak ifade etmiştir. “Tarım kesiminin disiplin altına alınması işçi sınıfının disiplin altına alınması kadar önemli idi.” Ulus devlet, ortak hukuk sisteminin bütün sınırlara yaygınlaştırılmasını sağladı. Sayısız küçük kent devletinin çatışması yerini ortak ve yürütülebilir bir hukuk sistemine bırakmıştı. Ulus devletin geniş ölçeği, çıkarların ve çıkar gruplarının çeşitliliğini de beraberinde getirmişti. Bu gruplar arasındaki çıkar çatışması, başkanlık sisteminden parlamenter sisteme kadar uzanan temsil kurumunun bir diğer unsuru olan siyasal partileri ortaya çıkardı.

Liberal demokratik temsili sistem, yürürlükte olduğu her toplumda ulus devlete dayanmaktadır. “Bu o kadar böyledir ki, demokrasi ile ilgili sorunlar üzerinde duran birçok araştırmacı, ‘ulus devlet’i demokrasinin bir ön koşulu olarak görmektedir (Köker, 2008b: 339). Bu da, liberal demokrasi ulus devlete ihtiyaç duymadan yaşayabilir mi? sorusunu siyaset biliminin başlıca güncel tartışma konularından biri haline getirmektedir.

Hobsbawm, (2008: 101) “Liberal demokrasi, başka siyasal rejimler gibi, onun içinde uygulama alanı bulunabileceği bir siyasal birime ihtiyaç duyar ve bu da ulus devlettir. Böylesi bir birimin bulunmadığı alanlarda kesinlikle uygulanamaz” diyor. Hobsbawm’a göre, önemli kararlar ulus üstü örgütler tarafından alınmaya başlandığında siyasal sistem kaçınılmaz olarak krize girecektir. Avrupa Birliği’nin kurumsal yapısı içerisinde ortaya çıkan “demokrasi açığı”, parlamentonun demokratik anlamdaki işlevsizliği, AB yurttaşlarının parlamento seçimlerine son derece düşük düzeyde katılım göstermesi, demokrasi krizine örnek olarak gösterilmektedir.

Bauman da, (2000: 178) benzer saptamalarla demokrasinin uluslararası kurumlara havale edilmesinin etkili siyasi eylem için gerekli araçlardan yoksun olduğu ve mekânda yurttaş katılımını imkânsızlaştırdığı için yurttaşlığı da ortadan kaldıracağını savunmaktadır. Bauman bunu siyaset ve iktidarın ayrışması olarak tanımlamaktadır. Siyaset yerel ve bölgesel kalırken, sermaye ve enformasyon ulus aşırı mekânlarda

hareket etmektedir. Guehenno, (1998: 25) Yunan sitesinden bu yana bir yere kök salarak, bir mekâna bağlı olarak gelişen siyasetin, ulusun yok oluşu ile birlikte ortadan kalkacağını söylemektedir. Ona göre bu durum sonuç olarak, yurttaşı olmayan bir toplum, yani olmayan bir toplum yaratır. Benhabib (2006: 227) topraktan bağımsız temsil modellerinin (dile, kimliğe, etnik mirasa, dinsel inanca) göre kurgulanabileceğini söylemekle beraber, demokrasinin toprak parçasından bağımsız gelişmesinin çok zor olduğunu belirtmektedir. Liberal kuramcılar arasında da benzer kaygıları taşıyanlara rastlamak mümkündür. Örneğin, Touraine’e göre, (2004: 281) ulus devletlerden daha geniş siyasal bütünlüklerin oluşumu ulus üstü düzeylerde demokrasinin kurum ve düzeneklerinin zayıflamasına veya ortadan kaybolmasına yol açmaktadır. Gray de (2003b: 116) hiçbir ulus ötesi kurumun, ulus devletlerin sahip oldukları demokratik meşruluğa sahip olamayacaklarını savunmaktadır.

1.1.3.3. Temsili Demokrasinin Yaygınlaşması

Gerçekte, temsil demokratlar tarafından icat edilmemiş, monarşik ve aristokratik bir ortaçağ yönetim kurumu olarak gelişmiştir. Temsil fikri demokratik düşünceye sonradan dahil edilmiştir. Temsil mekanizması ilk olarak sekizinci yüzyılın başlarında manastır tarikatlarının kendi aralarında üstlerini seçmek için uyguladıkları bir yöntem olarak ortaya çıkmıştır. Yüzyıllar süren deney ve uygulamalar sonunda çeşitli dinsel tarikatlar seçimle ilgili eşi görülmedik ince ve karmaşık anayasal usuller koymayı başarmışlardır (Lipson, 1984: 377; Sartori, 1993: 152; Dahl, 1996: 35). Demek ki temelde temsil kurumu sonradan demokratik teoriye ve pratiğe dahil edilecek bir kurumdur.

On dokuzuncu yüzyılda liberaller bir taraftan kitle demokrasinin tehlikesini seziyor, bir taraftan da demokrasiyi ehlileştirmek için çözüm yolları arıyorlardı. Demokratik bir ülkede olması gereken politik kurumlar hakkındaki fikirler henüz tam olarak olgunlaşmamıştı. Yalnızca mülk sahibi olanların oy kullanabilmesi ya da mülk sahibi ve eğitimli olanların çoğul oy hakkının bulunması çözüm yollarından bazıları idi.

“Locke ve sonrasındaki liberal öğreti, bireysel özgürlük kavramı açısından bakıldığında, şöyle, bir ayrıma sahipti: bireysel özgürlüğe sahip olmak herkesin doğal hakkıydı. Ancak, bireysel özgürlüğün korunması için gereken uygun siyasal kararların alınması, yalnızca bu uygun kararların ne olduğunu bilebilecek yeterliliğe sahip olanlara tanınmış bir ayrıcalıktı. Locke ve hatta yirminci yüzyıla kadarki birçok liberal düşünürün anlayışları, rasyonel düşünme yeteneğine ve

olanağına sahip olmayanların siyasal karar alma süreçlerine katılmalarına izin vermemek yönündeydi. Siyasal kararlara katılmalarına izin verilmeyecek olanlar da, çocuklar, kadınlar ve işçiler ve yoksul toplum kesimleriydi. Benjamin Constant’ın aktif yurttaşlık dediği siyasal karar alma süreçlerinde söz sahibi olma hakkı, belli bir düzeyin üzerinde vergi verme koşuluna bağlıydı” (Köker, 2008a: 109).

İskoç aydınlanmasının önemli temsilcilerinden Adam Ferguson, (1980 :187) Sivil Toplumun Tarihi Üzerine Bir Deneme adlı eserinde “Düşünceleri kendi geçimiyle ve bunun korunmasıyla sınırlı olan birisine ulusun idaresinde nasıl güvenilebilir? Böyleleri, meclislere karışıklık, karmaşa, yolsuzluk ve yozlaşma getirir” diyordu. Bentham’a göre, kadınların oy kullanma hakkını desteklemek, parlamentoda yapılacak reformların önüne geçmek anlamını taşıyordu. Yoksulların oy kullanmasını savunmak ise mülkiyetin güvenliğini tehlikeye atmak demekti (İspir, 2008: 85). Görüldüğü üzere, evrenselci dillerine rağmen Locke, Rousseau ve Jefferson kendilerinden önceki Aristoteles ve sonraki Mill gibi pratikte siyasal sisteme herkesin dahil edilmesine yanaşmamışlar, dar yurttaşlık sınırlarına karşı çıkmamışlardır (Dahl, 1996: 120). Özetle, on dokuzuncu yüzyılda dahi oy hakkı servet sahibi olma, vergi ödeme, okuma-yazma bilme gibi kriterlere bağlanmıştı. Oy hakkını kısıtlayan bu uygulamalar içinde en fazla vurgulanan mülkiyete bağlı kısıtlamalardı. İngiltere’de makine kırıcı hareket olarak başlayan Chartist Hareketin liderlerinden birinin sözleri bu bakımdan oldukça manidardır: “mülkümüz olmadığı için temsil edilmediğimizi söylüyorlar bense temsil edilmediğimiz için mülkümüz olmadığını söylüyorum” (Bowles ve Gintis, 1996: 39). On dokuzuncu yüzyıl

İngilteresi’nde yoksulluk sosyal aşağılık göstergesi olarak kabul ediliyor; Britanya’da işliklere konulan yoksullar diğer yurttaşların sahip olduğu haklardan neredeyse hapsedilmiş suçlular ya da belgelenmiş delilerle aynı derecede mahrum ediliyordu (Giddens, 2005: 268).

Modern demokrasi anlayışı Amerikan ve Fransız devrimlerine kadar götürülebilir. Ancak 1800’lü yılların ilk çeyreğinde başlayan evrensel oy hakkının yaygınlaşması yirminci yüzyılın ilk yarısına kadar devam etmiştir. Birçok ülkede genel hakkı talepleri ve zorunlu askere alma uygulamaları birbiriyle doğrudan ilişkili hale gelmişti. Örneğin İsveç’te oy hakkı tartışmalarında ortaya atılan “her erkeğe bir oy bir silah” sloganı bu ilişkiyi çok iyi yansıtmaktadır (Bowles ve Gintis, 1996: 81; Giddens, 2005: 306).

Demokratik kurumların, bugünkü şeklini alması yirminci yüzyılda mümkün olabilmiştir. 1820’lerde ABD’de erkek nüfusun büyük oranına oy hakkı tanınmasıyla başlayan I. Demokrasi Dalgası, bir yüzyıl boyunca 1926’ya kadar 29 demokrasi ortaya çıkararak devam etti. (Huntington, 1999: 129) I. Dünya Savaşı’ndan sonra demokrasi büyük bir dalga halinde bütün dünyayı kaplamıştı. Savaştan önce veya sonra demokratik türden bir anayasaya sahip olmuş, ama 1930’larda yeniden otoriter bir rejime dönmüş birçok ülke vardı. İtalya 1922 yılında faşist bir öndere razı olmuş, 1925’ten sonra da diktatörlüğe teslim olmuştu. 1930’da Almanya’da Weimar Hükümeti devrilmiş ve 1933’te de Hitler tarafından tamamen ele geçirilmişti. 1942’ye kadar ters dalganın etkisiyle demokratik devletlerin sayısı on ikiye indi. Schumpeter, 1942 yılında kaleme aldığı Kapitalizm, Sosyalizm ve Demokrasi adını taşıyan eserinde kapitalizmin sonunun kendiliğinden geleceğini iddia etmiştir. Schumpeter’e göre; (1974: 108) kapitalizm, ekonomik olarak değil kazandığı başarı nedeniyle sosyal kurumlarının çözülmesi ve kendi yerine sosyalizmin gelmesini sağlaması sayesinde yıkılacaktır. Marksist düşünceye sahip olmadığını belirten Schumpeter bu durumu, “bir doktorun öleceğini bildiği hastasına bunu söylemesi” olarak açıklamaktadır.

Demokrasi, II. Dünya Savaşı sonrasında faşizmin çöküşünün ardından herkesin benimsediği bir ideal haline geldi. 1950’li yıllarda itibaren “siyasal gelişme” etrafında yürütülen tartışmalar yerini “demokrasi” tartışmalarına bırakmıştır (Köker, 2005: 34). 1950’lerde modernleşme ve “siyasal gelişme” teorilerinin etkisiyle sosyal modernleşmenin kaçınılmaz olarak siyasal alana da nüfuz edeceği ve demokratikleşmenin peşi sıra geleceği inancı hakim olmuştu.Ancak bundan sonra yaşanan yeni bir ters dalga demokrasi tarihinin salt doğrusal biçimde gelişmediğini, aksine inişler ve çıkışlarla dolu olduğunu göstermiştir. Demokrasiler hep çökme eğilimi göstermişler hâlâ da göstermektedirler (Özbudun, 1993: 11). Yetmişlerin ortalarına kadar süren ters dalganın ardından, Yunanistan, Portekiz ve İspanya’da diktatörlüklerin tasfiye edilmesiyle yeni bir demokrasi dalgası başlamıştır. Üçüncü dalga, Latin Amerika ülkelerine, Katolik dünyaya ve 1989 yılında Sovyetler Birliği’nin çökmesi üzerine Doğu Avrupa’ya doğru yaygınlık kazanmıştır. Plattner’e göre, bu gelişmelerin sonucunda, Fukuyama’nın sözünü ettiği gibi “tarihin sonu”na henüz erişilmemiş olsa bile, hiç değilse uzun ve barışçıl bir demokratik hegemonya süreci ile insanlık bir tür “pax democratica” çağına girmiştir (Plattner, 1995: 59)