• Sonuç bulunamadı

BÖLÜM 1: DEMOKRASİ KURAM(LAR)I

1.1. Demokrasinin Gelişim Seyri

1.1.2. Klasik Demokrasinin Kuramsal Temelleri

Tarihte ilk kez M.Ö. beşinci yüzyılda Yunan tarihçisi Heredot tarafından kullanılan demokrasi sözcüğü, Yunanca halk anlamına gelen demos ve erk anlamına gelen kratein sözcüklerinin birleşmesinden türetilmiştir (Heywood, 2006: 96; Holden, 2007: 6; Erdoğan, 2005 :232; Arblaster,1999: 27).

Yönetsel bir sistem olarak demokrasi Yunanlılar arasında gelişmiş ve M.Ö. altıncı ve dördüncü yüzyıllar arasında, belirgin biçimiyle Atina’da uygulanmıştır. Solon zamanında Demostenes’e kadar, demokrasiyi yaratanlar Atinalılardı. Bu bağlamda, Eski Yunan’da demokrasi sözcüğünün hangi manada kullanıldığını irdelemek gerekmektedir. 1.1.2.1 Eski Yunan’da Demokrasi

Atina demokrasinin izleri, Herodot ve Thukydides’in tarihlerinde, Aeschylus, Sofokles ve Öripides’in oyunlarında, Aristofanes’in hiciv ve komedilerinde, Demostenes ve Isokrates’in söylevlerinde, Sokrates, Eflatun ve Aristo’nun felsefelerinde, hem yağma hem de ihmale dayanabilmiş bina, sanat eseri, madeni paralar ve yazıtlarda, hâlâ eski canlılığı ile görülebilir (Lipson, 1984: 15).

Demos sözcüğünün Yunanca’daki tam karşılığı tartışmalıdır. Atina polisinde otuz-kırk bin civarında vatandaşın yaşadığı tahmin edilmektedir. Demos sözcüğünün Atina’da bütün Atinalılar, bazen de halk, hatta kimi zaman sadece yoksullar anlamına gelmesi ilginçtir. Sartori’ye göre, (1993: 23) halk manasına gelen bu sözcük hakkında en az altı farklı yorum mevcuttur. Buna göre; sözcüğün ilk anlamı herkes demektir. İkinci olarak sözcük sayısı belirsiz büyük bir kesimi ifade eder. Üçüncü olarak aşağı sınıf demek iken, sözcüğün dördüncü anlamı organik bir bütün demektir. Beşincisi salt çoğunluk

ilkesi ile beliren büyük bir kesim, son olarak da sınırlı çoğunluk ilkesi ile beliren büyük bir kesim anlamına gelmektedir.

Yunan polisinde yurttaşlığın sınırı bütünüyle site yönetiminin içerisinde yer almaktan geçiyordu. Bir başka deyişle yurttaşlık siyasal katılım hakkına sahip olmak anlamını taşıyordu. Nitekim Aristoteles yurttaşı, “yargıya ve yetkeye katılan, yani yasal, siyasal ve yönetsel görevler alan” şeklinde tanımlamıştır (Aristoteles, 1983: 70).

Eski Yunan’da yurttaşların elde ettikleri katılma hakkı doğuştan kazanılan bir haktı; bu da, Yunanlıların ana ve babalarının üyesi oldukları şehirlerin yurttaşı olarak kalmalarından kaynaklanmaktaydı. Yurttaşlar, meseleler hakkında oy vermekte, genel münakaşalara katılmakta ve memur olabilmekte aynı siyasi ve hukuki haklara sahiptiler. Perikles’in dediği gibi aktif olarak kamu faaliyetlerine katılmayan yurttaş sadece lüzumsuz olmakla kalmaz, aynı zamanda devlet içinde de bir tehlike teşkil eder. Eski Yunanda ferdiyetçilik doktrini yoktu. Gerçek anlamıyla yüksek menfaatler otomatik olarak kentin menfaatleriydi. Vatandaşın hayatı ancak kente hizmetle ve onun idaresine katılmakla değer kazanırdı. Bugünkü manada özel alanın bulunmaması nedeniyle Yunanlıların siyasal özgürlük deneyimi bireysel haklar temeline dayanan kişi özgürlüğü anlamına gelmemiş; özgürlüğün sınırları yurttaş olmak ve siyasete aktif olarak katılmakla çizilmiştir (Mayo, 1964: 37; Sartori, 1993: 308; Sarıbay, 1998 :67). Atina’da yurttaşlar karar alma faaliyeti için yılda en az kırk defa toplanıyorlardı. Bu manada, Atina’da devlet ve toplum bütünleşmesi söz konusudur; yurttaşlar aktif katılımla politika oyununda yer almaktadırlar. Buna karşın, Atina demokrasisinde kadınlar ve özgür doğmamış olanlar, yani köleler demos’un dışında bırakılmıştır.

Atina demokrasinin en önemli özelliği, kararların halkın doğrudan katılımıyla alınması ve yöneticilerin kura ile tayin edilmesidir. Bu durumu eleştiren Platon, Devlet adlı eserinde Atina demokrasisini bir düzen panayırına benzetmiştir. Platon’un, düzensizlik ve kuralsızlık sistemi olarak tanımladığı demokrasiye ilişkin verdiği örnekler oldukça çarpıcıdır. “Demokraside atlar, eşekler öyle serbest, öyle mağrur yürümeye alışırlar ki, yollarından kaçmayana çarpar geçerler. Her yerde dolup taşan bir hürriyet kısacası ” (Eflatun, 1985: 248). Platon’un burada sözünü ettiği hürriyet zincirinden boşanmış bir başıboşluğu; hukukun, liyakatin hiçe sayıldığı bir sistemi ifade etmektedir. Bunun için

Platon, demokrasinin zorbalık yolunu tutmasının nedeni olarak doymak bilmeyen özgürlük isteğini göstermektedir.

Platon’a (1985: 241) göre, demokrasiye geçiş adeta yoksulların “devrim” yoluyla zenginleri alaşağı etmesiyle gerçekleşir:

“Şimdi böyle bir düzende baştaki zenginlerin, yoksularla bir yolculukta, bir toplantıda, ya da bir seferde bir araya geldiklerini düşünelim. Zayıf, kuru, güneş kavruğu bir yoksul, gölgede yağ bağlamış bir zenginle ana baba gününde yan yana geldi mi ne düşünür? Bu adamlar yoksulların korkaklığı yüzenden zengin olmuş demez mi, kendi kendine? Sonradan bir araya gelip konuşun bu yoksullar şu sözü etmezler mi: ‘bu adamlar bizim elimizde be! Yok bu adamlar!’(…) İşte bu kavgada fakirler düşmanlarını yendiler mi, demokrasi kurulur. Zenginlerin kimi öldürülür, kimi yurt dışına sürülür. Geri kalan yurttaşlar devleti ve devlet işlerini eşit şartlarda paylaşırlar. Çok defa iş başına gelecekler kurayla seçilir.”

Platon’un “demokrasi” karşısındaki bu olumsuz tutumunun arkasında, hocası Sokrates’in M.Ö. 399’da dine karşı saygısızlık ve gençlerin ahlâkını bozmak iddialarıyla halk arasından kurayla atanan yargıçların 220’ye karşı 281’nin lehte oyuyla demokrasi adına ölüme mahkûm edilmesinin payı var mıdır, bilinmez (Arblaster, 1999: 33; Erkızan: 2000: 103). Demokrasi karşısında olumsuz tutum takınan sadece Platon değildir. Yunan siyasi düşüncesi, ister tarihçiler ister filozoflar ya da söylevciler tarafından ifade edilmiş olsun, sürekli bir demokrasi eleştirisidir (Canfora, 2003: 38). Aristoteles de demokrasiyi; tiranlık ve oligarşiden sonra en kötü yönetim biçimi olarak kabul eder. Aristoteles’e göre demokrasi, polite’nin bozulmuş halidir. Üyeleri yurttaşlar arasından seçilen yargı düzeninin gelmesiyle mahkemeler güç kazanmış, tıpkı bir tirana yaltaklanıyormuşçasına, halkı hoşnut edecek her şeyi yapmaya başlamışlar ve böylece demokrasi ortaya çıkmıştır. Aristoteles yine de çoğunluğun yönetimini bir tek adamın yönetimine yeğler. Aristoteles’e (1983: 117) göre, iyi düzenin iki unsuru vardır; iyi düzenin yasalara uyulması ve uyulan yasaların iyi olması. Aristokrasinin yol gösterici ilkesi erdem, oligarşinin servet, demokrasinin ise özgürlüktür. Eşitliği ise, “sınıflardan birinin ötekine ağır basmaması” olarak yorumlamaktadır.

Liberal düşünce geleneği içerisinde Atina demokrasisine yönelik olarak çeşitli itirazlar yöneltilmiştir. Başta ölçek sorunu nedeniyle doğrudan demokrasinin bugün uygulanamayacağı vurgulanmış, araçsal demokrasi kavrayışının bir tezahürü olarak Atina’da siyasete katılımın derecesinin yüksek olduğuna ve bunun günümüzde getireceği tehlikelere dikkat çekilmiştir. Nitekim Sartori (1993: 305) (Eski Yunan’da)

“siyasete katılımın derecesi o denli yüksekti ki, toplumsal yaşamın işlevleri arasında çok büyük bir dengesizlik yaratıldı. Siyasal şişkinlik de ekonomik zayıflığı getirdi: Demokrasiler daha mükemmel olduklarında vatandaşlar da daha yoksullaştılar” saptamasında bulunmaktadır.

Atina demokrasisi, yüzyıllar geçtikten sonra modern demokrasiye ilham veren önemli bir tarihsel dönemdir. Nitekim 19. yüzyıla kadar demokrasi dendiğinde sadece küçük topluluklara uyan bir hükümet şekli anlaşılmıştır.

1.1.2.2. Machiavelli ve Hobbes’un Demokrasi Teorisine Katkısı

Siyaset bilimi içerisinde daha çok “amaca giden her yol mubahtır” ezberi üzerinden işlenen Machiavelli, siyaseti ve ahlâkı birbirinden ayıran böylece modern siyasetin kapılarını aralayan yazarların başında gelmektedir. İktidarın kaynağının Tanrı’ya değil kendine özgü kanunları bulunan siyasi güce bağlayan Machiavelli, etkileri günümüze kadar süren bir zihinsel devrime önderlik etmiştir.

Machiavelli’nin kurguladığı yönetim biçimi cumhuriyet idealine yakındı. İtalyan birliğinin oluşmasına engel olarak gördüğü Katolik Kilisesi’nin dinsel egemenliğine son verecek bir model önermekteydi. Bu model Kıta Avrupası’nda gelişen laisizmden başkası olmayacaktı. Machiavelli halkın katılımına açık bir prensliği öngörmenin yanı sıra laisizm ve ulus devlet anlayışını da barındırmaktaydı (Çaha, 1999: 18). Bu açıdan Machiavelli’de, modern döneme özgü düzenlemelerin ipuçlarını bulmak mümkündür. Katolik Kilisesi’nin yüzlerce yıllık baskısını kaldırması düşüncesi modern çağın yeni bir dünya arayışında önemli bir başlangıç noktasıydı.

Siyaseti “devlet yönetme sanatı” olarak tanımlayan Machiavelli, onu ahlâk ve hukuktan uzaklaştırarak “her şeye kadir devlet” geleneğine yaklaştırdı. Machiavelli, (1998: 132) yöneticilerin gerektiğinde ikiyüzlülüğe ve kurnazlığa hatta zulme de başvurabilecekleri görüşünü taşıyordu. Ona göre, “zulum, toptan bir defada ve kişinin kendi güvenliğini sağlamak ihtiyacıyle işlendiği, ısrarla sürdürülmediği ve elden geldiğince tebaanın yararı gözetilerek yapıldığı taktirde, iyi kullanılmış demektir.”

“Bir hükümdar için en iyi kale, olsa olsa halkının sevgisi olabilir” diyen Machiavelli, (1998: 224) modern siyasetin öznesi olarak ortaya çıkacak olan yurttaşın, iktidarın

Machiavelli’nin sevilmek mi iyidir korkulmak mı sorusuna verdiği yanıt, korkulmak olmuştur Bunu, insanların kendisini sevdiren kimseye oranla, kendisinden korkutan kimseye zarar vermekten korktukları önermesiyle açıklayan Machiavelli, korkunun ceza tehdidinden kaynaklandığını belirtmektedir (Machiavelli, 1998:188).

Devletin bekâsına her şeyin üzerine koyan hikmet-i hükümet felsefenin günümüzün demokratik hukuk devleti bağdaşması mümkün olmasa da, demokratik siyaset bugün Machiavelli’nin belirttiği gibi devletten hareketle tanımlanamasa da, Machiavelli politik olanın özgüllüğünü kavramış olması itibariyle modern demokratik siyasetin doğmasına önemli katkılar sağlamıştır.

İngiliz devlet ve toplum analizcisi Thomas Hobbes, 1651’de yayınladığı Leviathan adlı eserinde klasik Yunan düşüncesine kadar giderek demokrasi konusunu da tartışmıştır. “İnsan insanın kurdudur” vecizesiyle, bir otorite ve sözleşme olmadığı hallerde bir başka deyişle doğal durumda insanların güvenlik içinde yaşayamayacağını ileri süren Hobbes, toplumsal huzurun sağlanması için bir devletin bulunmasını ve egemene itaat etmek sorumluluğunu vurgulamıştır.

Hobbes’a (1992: 94) göre, devlet olmadıkça, herkes herkese karşı daima savaş halinde olacaktır. İnsanlar onları korku altında tutacak genel bir güç olmadıkça savaş halindedirler, ve bu savaş herkesin herkese karşı savaşıdır. Devletin olmadığı bir yerde ölüm korkusu ve tehlikesi vardır; ve insan hayatı yalnız, yoksul, kötü, vahşi ve kısa sürer.

Hobbes, (1992: 139) Platon ve Aritoteles’de rastladığımız devlet şekillerinin üçlü ayrımını yinelemiştir.

“Temsilci bir kişi olduğunda, devlet bir monarşidir: bir araya gelecek herkesten oluşan bir heyet ise demokrasidir veya halk devletidir: sadece bir kesimin heyeti olduğunda ise aristokrasi adını alır. Başka türde bir devlet olamaz: çünkü, egemen güç ya bir kişide ya da birden fazla kişide ya da herkeste birden olmak zorundadır.”

Hobbes’un bu üçlü ayrımda demokrasiyi olumlu manada kullanması ilgi çekicidir. Monarşinin bozulmuş şeklini tiranlık, aristokrasinin bozulmuş şeklini oligarşi, demokrasinin bozulmuş şeklini ise anarşi olarak göstermektedir. Hobbes’a göre anarşi yönetimsizlikten başka bir şey değildir.

Hobbes, en uygun yönetim biçimi olarak monarşiyi göstermiştir. Demokrasi veya aristokrasi, bu yönetimlerde kamu refahı zararlı görüşlerden haince eylemlerden veya iç savaştan etkileneceğinden zararlıdır. Monarşide, monark meclis gibi kendi kendisiyle anlaşmazlığa düşmeyeceği için meclise göre daha sağılıklı kararlar alıp uygulayabilir. Hobbes, devletin amacının bireysel güvenliği korumak olduğunu belirtmektedir. Doğa yasalarına rağmen kurulu bir iktidar yoksa veya bu güç güvenliğimiz için yeterince büyük değilse, herkes, bütün diğer insanlara karşı korunmak için, kendi gücüne ve kurnazlığına dayanacak ve üstelik bunu meşru olarak yapabilecektir. Bunun için devlet, insanları yabancıların saldırısından ve birbirlerinin zararlarından koruyabilecek ve böylece kendilerini besleyebilmelerini ve mutluluk içinde yaşayabilmelerini sağlayacaktır. Bu dev gücü kurmanın tek yolu; bütün kudret ve güçlerini, tek bir kişiye veya hepsinin iradesini oyların çokluğu ile tek bir iradeye indirgeyecek bir heyete devretmesidir (Hobbes, 1992: 129-130). Hobbes’a göre, çoğunluğun yeterli oyla tayin ettiği egemene karşı oy vermiş olanlar da, egemenin yapacağı bütün eylemleri kabul etmek zorundadır. Aksi taktirde diğerleri tarafından haklı olarak yok edilmeye razı olmalıdırlar.

Hobbes’un felsefesi demokrasi doğrultusunda tasarlanmasa da demokrasi düşüncesi Hobbes’dan sonra büyük değişiklikler geçirmiştir. Liberal düşüncenin temel ilkelerinden biri olan sözleşme ile yönetilmeye rıza gösterme ilkesini Hobbes’un görüşlerinden çıkarmak mümkündür. Hobbes’un sözleşme öncesi insanın doğal durumuyla ilgili görüşleri ve devletin amacını bireysel güvenliği sağlamak olarak belirtmesi liberal gelenek ile örtüşmektedir.

Hobbes, Leviathan’da tebaanın kanaat ve inançlarından bağımsız, hükümdarın mutlak egemenliğine dayanan bir devlet tasarlamaktadır. Böylece kamusallığın dışında bırakılan tebaanın inanç çatışması da siyasal alanın dışına itilmiştir. Bu bağlamda, Hobbes’un dinsel inancı değerden düşürmesi, gerçekte özel kanaatin değer kazanması sonucunu ortaya çıkarmıştır (Habermas, 2007: 184). Gray, (2003a: 29) devleti, özel inançlara kayıtsızlık bağlamında köktenci hoşgörüyü sunması itibariyle yorumlaması nedeniyle Hobbes’u, “modus vivendi”nin temel olduğu liberal düşünce geleneğinin babası olarak görmektedir. Gray’e göre, Hobbes’un kendisi çoğulculuğun karşısında yer almasına rağmen, siyaset anlayışı çoğulcu bir biçimde tekrar formüle edilebilir.

Pettit’e göre; (1998: 67) Hobbes, özgürlüğü tahakkümsüzlükle değil de müdahalesizlikle yani fiziksel zorlama ve tehdidin getirdiği zorlamanın olmamasıyla özdeşleştiren ilk düşünür olmuştur. Böylece baskının devletten kaynaklandığını ileri süren liberal düşünce gelişmiş, tahakkümsüzlük bireylerin eline bırakılarak toplumsal eşitsizliğin yolu açılmıştır.

1.1.2.3. J. Locke, Montesqueiu ve J.S.Mill’in Demokrasi Teorisine Katkısı

J.Locke, Montesqueiu ve Mill’in görüşlerine liberal demokrasinin inceleneceği bölümde de yer verilecektir. Ancak yine de sözü edilen düşünürlerin demokrasi teorisine katkılarını kısaca hatırlatmakta yarar vardır.

İngiliz deneyciliğinin Bacon’dan sonra sürdürücüsü olan Locke liberal düşünce geleneğine değerli katkılar sunmuştur. Locke’a göre devlet, bireylerin yaşama, özgürlük ve mülkiyet haklarını korumak üzere, bireyler arasında varılan rızayla kurulur.

Devlet üzerindeki, doğal haklarla yoğrulmuş paternalist Hıristiyan yorumuna şiddetle karşı çıkan Locke’a göre, yönetici ya da iktidar olmak tanrısal ve doğal bir hak değildir. Sözleşme ve pozitif hukuk kökeninde kutsallık olduğu söylenen devletin yerini alacaktır. Esasen siyasi otoritenin varlık sebebi, insanların yaşama, hürriyet ve mülkiyet gibi temel ve doğal haklarının düzenlenmesi ve korunmasıdır (Tokun, 2003: 73).

Locke, Hobbes’tan ayrılarak doğa durumunu insanın, insanın kurduğu olduğu bir kargaşa ve hukuksuzluk olarak değil bir özgürlük durumu olarak tanımlamıştır. Doğal hukuk açısından herkes özgür ve eşittir. Hukukun amacı özgürlüğü yok etmek ya da sınırlandırmak değil, korumak ve yaymaktır. Locke, liberal ekonomi kurumunun temel değerlerinden biri olan mülkiyet hakkını devletin doğuşundan önce de varolan doğal haklarından biri olarak saymaktadır. Özel mülkiyetle birlikte, insanların miras bırakma hakkına kavuşmuş olduğunu belirtir.

Locke, siyasi otoritenin kaynağını karşılıklı rızayla kurulan sözleşmeye dayandırarak liberal siyasetin temellerini atmıştır. Dolayısıyla Locke’un düşüncesinde insanlar doğal hukuktan kaynaklanan haklarını sözleşmeyle koruduklarında, anayasaya dayanan sınırlı devlet de ortaya çıkmış olur. Dolayısıyla, mutlak ya da despot yönetimler rıza ve hukuki yönetime dayanmadıkları için Locke’a göre gayri meşrudurlar. Locke, halkın rızasına dayanmayan bir devletin, insanların itaatini talep etmeye hakkının bulunmadığını söyler

(Tokun, 2003: 89). Locke, otoritenin tek kaynağı olarak halkın rızasını getirerek ve sivil bir yönetimin alması gereken biçimini anayasal demokrasi olarak saptamıştır.

Locke, demokratik sürece kimlerin katılacağını üstü kapalı bir biçimde sınırlandırarak, “Hükümet Üzerine İkinci İnceleme” başlıklı çalışmasında siyasi otoritelerin doğru hareket edip etmediğine “halk karar vermelidir” derken, kullandığı “halk” tanımı yalnızca zengin (ve beyaz) erkekleri kapsıyordu (MacEwan, 2007: 283). Locke’ta mülk sahiplerinden oluşan kamusal topluluğun insanlardan oluşan kamusal toplulukla özdeşleştiği görülmektedir (Habermas, 2007: 133).

Montesquieu’nun demokrasi kuramına katkısı Locke’taki gibi doğrudan olmamıştır. Bununla birlikte; iktidarın kontrolü, otoritenin sınırlandırılması, gücün dağıtılması konusundaki düşünceleriyle demokrasi kuramına yeni yaklaşımlar kazandırmıştır. Montesquieu’nun kuvvetler ayrımı modeli onun İngiliz siyasal kurumlarına duyduğu hayranlığıyla şekillenmiştir. İngilizler için şöyle der: “Bütün dünyadaki insanlar içinde,

şu üç bakımdan en ileri durumdadırlar: dindarlıkta, ticarette ve özgürlükte” (Weber, 2005 :38). Bir başka yazısında, “İngiltere günümüzde dünyanın en özgür ülkesidir” der. Özgürdür çünkü kralın yurttaşlarından birine haksızlık yapmaya hakkı yoktur çünkü kralın yetkisi parlamentonun yaptığı yasayla sınırlandırılmış ve denetim altına alınmıştır (Schmidt, 2002: 59).

Montesquieu, demokrasiden yana değil, kuvvetler ayrımına ve kuvvetlerin karşılıklı kontrolüne dayanan anayasal bir monarşiden yanadır; o da demokrasiyi küçük devletlere uygun bir yönetsel sistem olarak değerlendirir (Benhabib, 2006: 228). Ona göre, eşitlik ruhu demokrasiyi aristokrasi veya tek kişinin egemenliğine dönüştürür; buna karşın abartılmış eşitlik ruhu despotik egemenliğe yol açar. Bu nedenle, Montesquieu eklemiştir: “demokrasi iki aşırılıktan kaçınmak zorundadır: tek kişinin yönetimine götüren eşitsizlik duygusundan; tek kişinin zorbalığına götüren aşırı eşitlik duygusundan” (Sartori, 1993: 183).

Montesquieu, siyasal sistemlerin sınıflandırılmasında Antik Yunan’dan gelen altılı ayrımdan dördünü seçmektedir. Eğer başta tek bir kişi varsa, kişinin yasalara uyup uymamasına göre, devlet monarşik ya da despotik olur, eğer birden fazla kişi ortaklaşa yönetiyorsa cumhuriyet var demektir. İktidarı halkın yalnızca bir bölümü kullanıyorsa

(Lipson, 1984: 35). Montesquieu’ya göre demokrasinin karakteristik özelliği, halkın yasa koyucu iktidarı kullanması ile anayasa ve tek tek yasalar konusunda karar verme hakkının olmasıdır. Ancak Locke için yaptığımız hatırlatmayı burada da yinelememiz gerekiyor. Halk dendiğinde Montesquieu çağdaşları gibi insanların tümünü değil servet sahibi burjuvaziyi anlıyordu (Schmidt, 2002: 52-6).

Devletin despotik bir yapıya bürünmemesi için yönetimde kuvvetler ayrılığı ilkesine başvurması ve bunu siyasal anlamda özgürlüklerin sürdürülmesi için elzem görmesi Montesquieu’yu liberal siyasal gelenek içerisinde ayrıcalıklı bir yere oturtmuştur. Nitekim, Amerikan Cumhuriyeti’nin kuruluşunda en çok atıfta bulunulan yazar Montesquieu olmuştur (Zakaria, 2007: 46). Locke ve Montesquieu’nun liberalizmle ilişkileri “laissez faire” ekonomisini vurguladıkları için değil, hukuk devleti ve anayasal devleti savunmaları nedeniyle kurulmaktadır.

Locke tarafından ortaya atılan, Montesquieu tarafından geliştirilen ılımlı demokrasi geleneğinin sürdürücü olan Mill, siyasal katılma ve liyakat kavramlarının üzerinde durmuştur. Siyasal katılma, vatandaşların çıkarlarını korumalarını; liyakat ise birey ve toplum için yüksek değerde olan amaçları görme yeteneği sağlar. Mill halk egemenliğinden temsile dayanan egemenliği anlıyordu. Ancak Mill siyasal katılımın sınırsızca genişletilmesinden endişe duyuyordu. Bu sebeple, çoğunluğun frenlenmesi, çoğunluk despotizminin engellenmesi ve “ehliyetsiz insanların” siyasal katılımın dışında tutulmasını istiyordu (Mill, 2000: 181).

Oy hakkı, bilgi ve zekaya göre verilmeli, seçme hakkı, okuma yazma bilen ve vergisini ödeyen vatandaşlar için geçerli olmalıydı. Mill çoğul oy hakkını savunmuştur; onun için oy hakkı eşit oy hakkı anlamına gelmiyordu. Günümüzün demokratik değerleri açısından Mill’in bu savunusu demokrasinin araçsal zeminde kavranışına atfedilen “demokrasi korkusu”na denk düşmektedir. Ancak Mill, seçme hakkının sadece erkeklere açık olmaması gerektiğini, kadınların da bu haktan yararlanması gerektiğini söyleyerek döneminin çok ilerisine geçmiştir (Mill, 2000: 161-178).

İnsanın karnını doyurmaktan sonra en önemli ihtiyacını özgürlük olarak belirleyen Mill, siyasal zorbalık karşısında bireyin korunmasından yanadır. Daha sonra liberal kuram içerisinde “negatif özgürlükler” olarak adlandırılacak olan bu özgürlükler Mill’in düşüncesinde geniş yer tutmuştur. Düşünce ve düşündüklerini söyleme ve yayma

özgürlüğü, herkesin hayatını kendi istediği gibi yaşama özgürlüğü, bireylerin bir araya gelebilme özgürlüğü olmadan hükümetin şekli ne olursu olsun hiçbir toplumun özgür olamayacağını, çoğunluğun bir kişinin bile görüşüne saygı göstermesi gerektiğini vurgulamış, tek tipleşme karşısında çoğulculuğu savunmuştur (Mill, 2000: 24).

Mill kusursuz bir yönetimin temsili olması gerektiği söyleyerek; temsili yönetim ile