• Sonuç bulunamadı

BÖLÜM 1: DEMOKRASİ KURAM(LAR)I

1.2. Siyasal Doktrinler ve Demokrasi

1.2.1. Liberal Demokrasi Kuramı

Yukarıda serilmemeye çalıştığımız düşünsel gelişim seyrine paralel olarak, demokrasi kavramı modernizm içerisindeki anlamsal karşılığına “liberal demokrasi kuramı” içerisinde kavuşmuştur. Ancak liberalizm ve demokrasi kavramlarının bir araya gelmesi, yan yana kullanılmaya başlanması bu sözcüklerin birbirlerine karşıt çağrışımları nedeniyle sanıldığı kadar kolay olmamıştır.

Liberal Demokrasi Kuramı başlığı altında; liberalizm kavramının tarihsel gelişimi ve anlamı ürezinde durulacak, liberalizm ve demokrasi arasındaki ilişkiye yer verilecek ve liberal demokrasinin temel özellikleri sıralanacaktır.

1.2.1.1. Liberalizm ve Demokrasi

Demokrasi açısından önemli soru egemenliğin kime ait olduğudur, liberalizm ise egemenliğin kullanım biçimi ve sınırlandırılmasıyla ilgilenmektedir. Demokrasi egemenliğin yurttaşa ait olmasını, çoğunluğun iradesinin tecelli etmesini zorunlu görürken, liberalizm ister çoğunluk ister azınlık olsun yönetimin sınırlandırılması gerektiğini savunur.

On dokuzuncu yüzyılda liberal düşünceye mensup olanlar, demokrasi ile (siyasal eşitlik) liberalizm arasında bir çelişki olduğu görüşünde idiler. Ancak, toplumsal mücadelelerin ardından genel oy hakkının yaygınlaşması ve kapitalizmin gelişimine paralel olarak “liberal demokrasi” tamlaması ortaya çıktı. Liberal demokrasi kavramı II. Dünya Savaşı sonrasında Batı toplumlarındaki mevcut siyasal kurumları ifade etmek için yaygın olarak kullanılmaya başlanmıştır. Siyasal modernlik dendiğinde Batı toplumlarında varolan liberal demokrasi anlaşılmaktadır. “Siyasal gelişmenin siyasal modernleşme olarak anlaşılması, siyasal modernleşmenin de siyasal demokrasiye doğru ilerleme olarak kavranması, modernliğin siyasal boyutunun liberal demokrasi olarak soyutlandığını göstermektedir” (Köker, 2005: 47).

Demokrasi dönüştürülerek liberalleşmiş, böylece aşağı sınıfların liberal devleti ortadan kaldırma girişimi olmaktan çıkmıştır. Bir başka deyişle, liberal devlet giderek demokratikleşirken, demokrasi de giderek liberalleşmiştir (Weinstein,1981: 254). Macpherson’a göre, (1984: 8) devlet, üretim araçlarını ellerinde bulunduranlara hizmet ederken, aşağıdan gelen baskılar sonucunda demokratikleşmek zorunda kalmıştır. Demokrasi, bir elbise gibi liberalizmin sırtına sonradan geçirilmiş; rekabetçi, bireyci piyasa toplumunun ve bu toplumda özgürce demokratik olmayan bir biçimde yarışan siyasal partiler aracılığıyla hizmet veren liberal devletin işleyişiyle hazırlanmış bulunan ortama uydurmak zorunda kalmıştı. Bir başka deyişle, Batı dünyasına demokrasiden önce sermayeye, rekabete, piyasaya dayanan bir toplum ve siyaset anlayışı egemen olmuştur. Liberal düşünürlerde hakim olan kanaat, Batı’da önce liberalizmin geliştiği, liberal kurumların tesis edildiği ve sonradan bunun üzerine de demokrasinin inşa edildiği yönündedir. Demokrasi liberal devletin esasını oluşturan bir unsur olarak ortaya çıkmamış, ona sonradan eklemlenmiştir. Zakaria’ya göre de, Batı yönetimlerini diğerlerinden ayırt eden şey demokrasi değil anayasal liberalizmdir (Zakaria, 2007: 21). Liberal demokratlar, liberal demokrasiyi mümkün tek demokrasi biçimi olarak görme eğilimindedirler. Buna göre, demokrasi olarak nitelendirilen diğer siyasal sistemler, gerçek demokrasiyi yansıtmaz. Sartori, liberalizmsiz demokrasi olamayacağını, liberalizmden arındırılmış demokrasinin olsa olsa bir diktatörlüğü ifade edeceğini söylemiştir. Atilla Yayla’ya (1999: 60) göre, “artık demokrasi adıyla andığımız siyasi yönetim biçiminin adı liberal demokrasi”den başka bir şey değildir. Dolayısıyla, salt demokrasi sözcüğü ile anılsa bile bundan anlaşılması gereken “liberal demokrasi”dir. Halkın iradesinin özgürlük için potansiyel bir tehlike olabileceği nedeniyle demokrasiye temkinli yaklaşan liberalizm demokrasiyi “liberal demokrasi” tamlaması içinde eritme eğilimindedir. Bu bakış açısıyla; hukuk devleti, özel mülkiyet hakları, kuvvetler ayrılığı, ifade ve toplanma özgürlüğü, sınırlı ve sorumlu siyasi yönetim gibi uygulamalar demokrasinin değil anayasal liberalizmin mirasıdır. Dolayısıyla demokrasi modern anlamdaki varlığını liberalizmin gelişimine borçlu olup özgürlüğü onun ‘liberal’ sıfatından gelmektedir; kendi başına demokrasinin özgürlükle doğrudan doğruya bir bağlantısı yoktur (Sartori, 1993: 420). Demokratik olan bir yönetimin totaliter olması ve otoriter bir yönetimin ise liberal ilkelere göre hareket etmesi mümkün olduğundan

hareketle, Hayek’in, “liberalizme en ufak bir hayat hakkı tanımayan demokratik bir yönetimdense, liberal bir diktatörlüğü tercih ederim” (Bowles ve Gintis, 1996: 43) sözleri, demokrasinin zıddının otoriterlik, liberalizmin zıddı ise totalitarizm olarak kabul edilmesinin bir başka ifadesidir.

Bununla beraber demokrasi ve liberalizm arasında bir gerilim de mevcuttur. Örneğin, birey odaklı liberalizmde özel alana değer verilip kamusal alan karşısında özel alana vurgu yapılırken, demokraside hak ve yükümlülük kapsamında tüm düzenlemeler kamusal alanda yapılarak bireyler yurttaş sıfatıyla kamusal alanın bir parçası haline gelmektedirler (Çaha, 1999: 205).

1.2.1.2. Liberal Demokrasinin Özellikleri

Liberal demokrasilerin ortak özellikleri; anayasal devlet, bireysel hak ve özgürlükler ve azınlık hakları başlıkları altında irdelenecektir. Liberal gelenek içerisinde yasaların egemenliğini tesis etmek için iki ayrı araç geliştirilmiştir. Bunlardan ilki kuvvetler ayrılığı diğeri de anayasadır. Liberal düşünce başta devletin baskısı ve tahakkümü olmak üzere bireyin her türlü zorlamadan uzak olması gerektiğini savunmaktadır. Liberalizmde bireycilik; kişisel özerkliği yani özel alandaki hareket serbestliğini (kişisel haklar) ve eşit hukuksal statüye sahip bireyin, yurttaş olarak siyasete katılmasını (siyasal haklar) ifade eder. Azınlık/Çoğunluk ilişkisi ise, liberal demokrasi kuramı içerisinde, liberalizm ve demokrasi arasındaki gerilimi ifade etmektedir. Çünkü demokrasi en dar manasıyla çoğunluğun iradesinin tecelli etmesi iken, liberalizm ise azınlık haklarının korunması gerektiğini savunur. Görüldüğü gibi, bu kavramlar daha çok liberal düşünce geleneği içerisinde tartışılacaktır.

1.2.1.2.1. Liberal Demokrasi ve Anayasal Devlet

Anayasa, bir ülkenin siyasal sistemini, bu siyasal sistemin hangi kurumlardan oluştuğunu, kurumların birbirleriyle ilişkilerini, o ülke içerisinde yaşayan insanların temel hak ve özgürlüklerini düzenleyen, bütün yasaların üzerindeki hukuki ve siyasi belgedir. Liberal devlette, anayasaların asıl amacı, temel hak ve özgürlükleri korumak ve iktidarı sınırlandıran mekanizmanın sınırlarını çizmektir. Anayasa yapmak, siyasi iktidarı hukuk çerçevesine almak, hükümetin eylem ve işlemlerini sınırlandırmak demektir.

Modern anayasacılığın klasik öğretisini Locke ve Montesquieu geliştirmiştir. On yedinci ve on sekizinci yüzyılda doğal hukuk öğretisinin yeniden yorumlanmasıyla birlikte ortaya çıkan sosyal sözleşme teorisinin de Hobbes, Locke, Rousseau gibi düşünürler aracılığıyla siyasal iktidarın sınırlandırılması bağlamında anayasacılık düşüncesine katkısı olmuştur. Locke, yönetimin başta yaşama, özgürlük ve mülkiyet olmak üzere doğal haklara uyması gerektiği üzerinde yoğunlaşırken, Montesqueiu bir adım daha atarak kuvvetler ayrılığı ilkesini geliştirmiştir. Tocqueville de (1994: 99) siyasal “gücü denetleyen, hızını kesen bir yetki yoksa o zaman da özgürlük tehlikeye girmiş olur” diyerek sınırsız gücün tehlikelerine dikkat çekmiştir. Lord Acton’un 1887’deki ünlü konuşmasında “güç yozlaşma eğilimindedir; mutlak güç mutlak olarak yozlaşır” sözleriyle gücün sınırlandırılması gerektiğine vurgu yapmıştır. Amerikan anayasacılık geleneğinde de sınırlı iktidarın önemine yapılan vurguya ilişkin bolca örnek bulmak mümkündür. Benjamin Franklin, Alexander Hamilton gücün yozlaşma eğiliminde olduğunu belirtmişlerdir. James Madison, The Federalist’te bir demokraside “zulüm ve baskı tehlikesi’nin toplumun çoğunluğundan” gelebileceğini ifade etmiştir. Anayasacılığın temel amacı olan “sınırlı devlet” liberal siyaset teorisinde başlıca iki gereğe işaret eden bir terimdir. Birincisi, iktidarın sınırlandırılması, diğeri ise iktidarın bireysel özgürlüğe bir tehdit oluşturacak şekilde bir elde toplanmasının önlenmesidir. Anayasacılık daha somut olarak, devletin temel işlevlerinin farklı organlar arasında paylaşılmasını, temel hak ve özgürlüklerin anayasada koruma altına alınmasını, bağımsız mahkemeler vasıtasıyla devlet iktidarının hukuki nitelik kazanmasını gerektirmektedir. Başka bir deyişle, anayasal devlet hukuk devleti anlamına gelmektedir (Erdoğan, 2005: 11-18). “Liberal siyasetin anayasacılık olduğu söylenebilir” (Sartori, :1993: 335). Liberal bir devletin inşası için, bu tanımlamalardan çıkan sonuç; siyasal sürecin işleyişin anayasal ilkelere bağlı olması, hukukun üstünlüğünün tesis edilmesi, temel hak ve özgürlüklerin anayasada koruma altına alınması ve iktidarın tek elde toplanmaması için kuvvetler ayrılığının gerekliliğidir.

Kuvvetler ayrılığı, toplumdaki tüm bireylerin özgürlüklerini korumak için yasama, yürütme ve yargı erklerin ayrı ellerde toplanmasını ifade eder. Yürütmenin yasamayı durdurma ve frenleme işlevine sahip olması, yasamanın da yürütmeyi denetlemesi gerekir. Hayek’e göre; (1999a: 189) kuvvetler ayrılığı ilkesi uygulamada hiçbir zaman

tam olarak gerçekleşmemiştir. Yasa yapma yetkisi ile hükümeti yönetme yetkisinin aynı temsili mecliste birleştirilmesi soncunda hiçbir modern demokratik ülkede devletin nihai yetkisi hiçbir zaman hukukla sınırlandırılamamış, bu yetki dilediği yasayı yapmakta serbest olan bir organın eline geçmiştir.

Anayasal liberalizm Batı Avrupa ve ABD’de gelişmiştir. Bu hakların gelişmesi, yönetim erki üzerinde denetimin, yasalar önünde eşitliğin, bağımsız mahkemelerin kurulması ve kilise ve devletin ayrılmasıyla mümkün olmuştur. Liberal düşünceye göre; anayasal liberalizmi tamamlayan unsur halk plebisiti değil bağımsız yargıçlardır; seçimler siyasal istemin ayrılmaz bir parçası olmakla birlikte sınırlı iktidar çok daha önemlidir. Bu anlamda, liberalizm ve demokrasi arasında bir gerilim olduğundan söz edebiliriz. Çünkü demokrasi katılımın genişletilmesini esas alırken anayasacılık çoğunluğun iradesini ve tercihlerini kısıtlamaya yöneliktir. Çoğunluk iradesine dayanan sınırsız demokrasi isteğinin anayasal liberalizme aykırı olduğu aşikârdır. Ancak liberal yoruma göre, demokrasi hukuk ile sınırlandırılmadan özgürlük mümkün olamamaktadır. Demokrasi idealini kuvvetler ayrılığının önüne koymak bireysel özgürlükleri yok eder şeklinde özetlenecek bu düşünceye göre, istikrarlı bir demokrasinin kurumsallaşması anayasal devletle mümkün olacaktır. Anayasal liberalizm bir ülkeyi demokrasiye götürebilir ama sadece demokrasi bir ülkeyi anayasal liberalizme götüremez. On sekizinci ve on dokuzuncu yüzyıldaki liberal yazarlarda gördüğümüz “demokrasi korkusu”nun sebebi de budur.

Dahl, (2001: 144) anayasaları, liberal demokrasi için olmazsa olmaz bir şart olarak görmekle birlikte, uygun koşulların yaratılmadığı taktirde tek başına anayasaların yeterli olamayacağı görüşündedir. Hiçbir anayasa koşullar elverişli olmadığı takdirde demokrasiyi koruyamaz. Demokratik açıdan bakıldığında kusursuz bir anayasa yoktur. Hepsinden önemlisi bir ülkede siyasal kurumların temelini sağlamlaştıran, siyasal istikrarı getiren anayasal düzenleme başka bir ülke için siyasal çöküşün sebebi olabilir. 1.2.1.2.2. Liberal Demokrasi ve Bireysel Haklar

Hukukun en temel amacı, bireyi en başta devletten sonra da diğer bireylerden korumaktır. Burjuva özel özerklik anlayışı, her insanın diğer insanlardan kendi özgürlüğünün gerçekleşmesini değil, sınırlarını görmesi gerektiği düşüncesine yaslanır.

toplum ayrımına dayanmaktadır. Sivil toplum, siyasal iktidarın dışında yer alan bireylerin özgür iradeleriyle ilişki kurdukları özerk bir kültürel yapı niteliği taşımaktadır. Devlet her bireyin kendi seçtiği hayatı yaşaması için eşit hakları garanti edecek, bu hakları tanıyacak, koruyacak ancak özel yaşama müdahale etmeyecektir. Başta Locke olmak üzere Mill, I.Berlin ve Hayek gibi liberal düşünürler bireysel özerkliği özgürlüğün ön koşulu olarak görmektedirler. Klasik anlamıyla özerklik, bir yandan yurttaşların kendi kendilerini idare etmeleri, öbür yandan bireylerin kendi kararlarını kendilerinin vermeleri gibi iki anlamla birden yüklüdür (Lakoff, 1999: 207). Liberal manada bireycilik düşüncesi, Locke, Bernard Mandeville ve David Hume ile başlamış, Josiah Tucker, Adam Ferguson, Adam Smith ve Edmund Burke ile gelişmiş ve Tocqueville ve Lord Acton’un eserlerinde son halini almaya başlamıştır (Yayla, 2000: 96).

Mill, kolektif düşüncenin bireyin bağımsızlığına meşru müdahalesini önlemek, siyasi zorbalığa karşı koruma getirmek için bireysel alanın özerkliğini savunmuştur. “Bir kimse bir şeyi yapmaya veya buna katlanmaya salt böyle yapması onun hakkında hayırlı olacaktır diye, onu daha mutlu kılacaktır diye, başkalarının fikirlerine göre böyle yapmak akıllıca ya da hatta doğru olacaktır diye, haklı olarak zorlanamaz.” İnsanın karnını doyurmaktan sonra en önemli ihtiyacını özgürlük olarak belirten Mill, bireysel özgürlüğün alanını üç madde ile açıklar ve bunlar sağlanamadığı taktirde toplumların tam anlamıyla özgür olamayacağını belirtir. Bunlardan ilki düşündüklerini söyleme özgürlüğüdür. İkincisi, kişinin kendi yaşayışını kendi bildiği gibi düzenleyebilmesi, tercihlerinde serbest olması iken, üçüncüsü, de bireylerin başkalarına zarar vermemek koşuluyla bir araya gelebilmeleridir (Mill, 2000: 21-24).

Liberal demokraside, demokratik olduğu kabul edilen bu kurumlar içinde toplumsal, iktisadi ve siyasal ilişkilerin bireysel özgürlüğe uygun olarak işlemelerinin sağlanması gerektiği düşüncesi öne çıkmakta ve aslında siyasal karar alma süreçlerine halk kitlelerinin aktif katılması olarak siyasal eşitlik temelinde tanımlanması gereken demokrasinin de, bireysel özgürlüğü güvence altına alan en iyi sistem olarak tanımlanarak savunulması söz konusu olmaktadır (Köker, 1987: 80).

Hayek’e göre, özgürlük negatif karakterli olduğu için diğer insanlardan gelebilecek baskının da ortadan kalkmasına yol açar. Aynı zamanda barış, güvenlik, sükunet gibi

olgular da negatif karakterlidir (Yayla, 2000: 29). Negatif özgürlüklerin karşısında yer alan pozitif özgürlükler hakkında taleplerde bulunmak ne denli çekici olursa olsun tehlikelerle doludur (Touraine, 2004: 27). Liberal düşünce açısından, insan yaşamının yegane gerçeği “varoluşlarımızın ayrı ayrı olduğu gerçeğidir.” Nozick, toplumun genel menfaati için insanların fedakârlık yapmasının hiçbir şekilde maruz görülemeyeceğini söylemektedir. Ona göre, farklı yaşamları olan farklı bireyler vardır ve kimseninki başkaları için feda edilemez (Nozick, 2006: 67). Toplumda tek başına yaşayan insan, Locke’dan bu yana ayrılmaz bir birliktelik sergileyen “yaşama, özgürlük ve mülkiyet” gibi haklardan yararlanabilir, ancak aşırı siyasal katılım siyasal sistemi istikrarsızlaştırabilir. Liberalizmin sınırlandırmasına tabi olmayan demokrasi tehlikelerle doludur. Atomcu birey kavrayışı, toplumun bir bütün olduğunu ileri süren kolektif düşünceye karşı bir tavırdır. Buna göre, yirminci yüz yılda ortaya çıkan Stalinizm, Nazizm gibi bütün sapmalar hep demokrasinin liberal gelenekten uzaklaşması sonucunda ortaya çıkmıştır.

1.2.1.2.3. Liberal Demokrasi ve Azınlık/ Çoğunluk İlişkisi

Liberal demokrasi kuramına göre, demokrasi çoğunluk iradesi olarak değerlendirilse bile, demokrasiyi kurumsallaştıran azınlık haklarına saygı ve güvencedir. Azınlık hakları demokratik süreç için zorunlu bir koşuldur. Çoğunluğun egemenliği dendiğinde kısıtlanmış çoğunluğun yönetimi anlaşılmalıdır.

Hobbes, (1992: 133) “Çoğunluk, muvafık oylarla bir egemen tayin ettiği için, karşı oy vermiş olan da diğerlerin uymalı yani egemenin yapacağı bütün eylemleri kabul etmeye veya kabul etmediğinde, diğerleri tarafından haklı olarak yok edilmeye razı olmalıdır” diyerek çoğunluğun kayıtsız şartsız üstünlüğünü dile getirmiştir. Rousseau, (2006) toplum sözleşmesinin oy birliği ile kabul edilmesi gerektiğini vurgulamış; bunun dışında karar alımında oybirliğine ne kadar yaklaşırsa, genel iradenin de o kadar baskın çıkacağını belirtmiştir. Liberal gelenek içerisinde çoğunluk egemenliği kavramı demokrasinin yaygınlaşmasıyla tartışılır hale gelmiştir. Mill, (2000: 14) çoğunluk yönetiminin ehven-i şer olduğunu belirtmiş ancak oluşturabileceği tehlikelere dikkat çekerek halkın bir kesimi üzerinde baskı oluşturabilecek çoğunluk iradesine karşı önlemler alınması gerektiğini vurgulamıştır.

Çoğunluk yönetimi azınlığın çoğunluğun fikrini kabul etmesi anlamına geldiği için demokrasilerde çoğunlukçuluk tehlikesi ortaya çıkmaktadır. Çoğunluğun halkın tamamı adına kararlar alması bireylerin ve azınlıkların haklarını ihlal edecektir. Bu tehlikeyi bertaraf etmek için liberal demokrasi, çoğunluk yönetimini sınırlandırma eğilimindedir. Bu sınırlamalar çoğunluğun el uzatamayacağı anayasal düzenlemelerle, azınlığın temsiline izin veren seçim sistemleri ve çoğulcu toplum yapısı ile biçimlenebilir.

Anayasal bağlamda söz konusu olan çoğunluklar değil azınlıklardır. Azınlıkların muhalefet etme, muhalefette bulunma hakkına sahip olmalarıdır. İşte, “çoğunluk egemenliği ve azınlık hakları” deyimi tam burada bir anlam ve önem kazanmaktadır. Muhalefet engellenir, kösteklenir, veya ezilirse, o zaman deyimin anayasal anlamında bir “çoğunluk zorbalığı”ndan söz edebiliriz. Çoğunluk zorbalığının diğer anlamı ise kuvvetler ayrılığı ile sınırlandırılmamış iktidardır. İkincisi, çoğunluk ilkesi, seçim oy verme sürecine uygulandığı zaman iktidara gelen çoğunluk azınlığı derece derece yok edebilir. Üçüncüsü, çoğunluk ilkesi, toplumsal zorbalığı (Mill’in nitelediği gibi) meşrulaştırarak daha şiddetli bir hale getirebilir. İşte, Tocqueville ve Mill’in korktukları birey üzerindeki çoğunluk zorbalığı bu bakımdan hâlâ endişe konusudur (Satrori: 1993: 148).

Demokratik düşünce, farklılıkların ve çeşitliliklerin bir arada yaşayabileceği çoğulcu bir toplum tasavvurunu hayata geçirmek ister. Çoğulculuk, çeşitli hayat tarzlarını içinde barındıran toplum yapısı, özerk hareketler, sivil toplum örgütleri, partiler vasıtasıyla hayata geçirilebilir. Ve bu yönüyle, vatandaşların büyük bir bölümünün baskı gruplarının üyesi olduğu varsayımına dayanır. Çoğulcu kuramcıların görüşüne göre, demokrasi açısından belirleyici olan ülkenin sosyal yapısının çoğulcu biçimde düzenlenmesidir.

Çoğunluğun dilediği gibi hareket edememesi için bir sınır konmalıdır. Fakat, azınlık güçlü bir korumaya kavuştuğu zaman çoğunluğun karar almasını engelleyebilir. Çoğunluk kararı üzerinde etkili olabilecek azınlık vetosunun ölçüsü demokrasi teorisinin önemli tartışma konularından bir tanesidir. Azınlık vetosunun güçlü olduğu sistemlerde siyasal istikrarsızlığın kaçınılmaz olduğu göz önünde bulundurularak kararları nitelikli oy çoğunluğu ile alma yoluna gidilmektedir. Dahl (1996: 204) çoğunluk yönetiminin bütün alternatiflerinin ciddi eksiklikler taşıdığını belirtmektedir.

Lijphart (1997) yirmi bir ülkede çoğunlukçu ve oydaşmacı yönetimleri incelediği Çağdaş Demokrasiler adlı ampirik çalışmaya dayanan eserinde, çoğunlukçu demokrasinin homojen toplumlara daha uygun olduğu ve oralarda daha iyi işlediği, oydaşmacı demokrasinin ise çoğulcu toplumlara daha uygun olduğu sonucuna varmıştır. Dahl, Yunanca “çok” ve “yönetmek” anlamına gelen kelimelerden oluşturduğu poliarşi kavramını, modern temsili demokrasileri tanımlamak için kullanmaktadır. Poliarşiyi “tarihsel ve varolan alternatifleri ile karşılaştırıldığında insanın yapısı bütün yönetim tarzlarının en olağanüstü olanı” olarak tanımlayan Dahl, bu kavramın iki temel özelliği ile ayırt edilebileceğini belirtir (Dahl, 1996: 284). Yurttaşlık, yetişkinlerin büyük bir bölümünü içine alacak şekilde genişlemiş ve yurttaşlık hakları muhalefet etme ve yönetimde en üst düzeyde bulunan görevlileri seçimle işbaşından uzaklaştırma imkânını içermiştir. Dahl’a göre, poliarşi Avrupa’da alt kültürel bölünmelere rağmen başarılı ve kalıcı oldu ise bunun ilk nedeni siyasal önderlerin çatışmaları çözüme bağlamak için bütün siyasal kararlarda belli başlı alt kültür önderleriyle anlaşma sağlamasıdır. İkinci neden ise karşılıklı vetodur. Yani alt kültürlerin hayati çıkarlarını etkileyecek olan kararların onlara onayı olmaksızın alınmamasıdır. Dolayısıyla karşılıklı veto, hem azınlık vetosunu hem de çoğunluk yönetiminin reddini içermektedir. Alt kültürlerin parlamento ve diğer karar organlarında sayılarıyla orantılı temsil edilmeleri demokrasiyi güçlendirmektedir.

1.2.1.3. Demokrasi ve Kapitalizm

On dokuzuncu ve yirminci yüzyıldaki gelişmeler, servetin aristokrasilere ve monarşilere uygun olduğu konusundaki yaygın inancı değiştirerek, demokrasi ile ekonomik genişleme arasındaki doğrudan bir ilişki kurulmasına yol açtı. Bugüne kadar liberal demokratik kuram içerisinde ekonomik gelişme ile demokrasi arasındaki ilişkiyi ele alan çok sayıda çalışma yapılmıştır. Lipset (1986) Siyasal İnsan, Modern Dünyada Demokrasi, Nerede, Nasıl, Neden İşliyor? adını taşıyan karşılaştırmalı demokrasi araştırmasına dayanarak, devlet ne kadar zengin ise demokrasiyi sürdürme şansının o kadar yüksek olacağı tezini ortaya atmıştır. Lipset, kapitalist bir pazar ekonomisi ve bunun yanı sıra sanayileşme ve kentleşmeyi, büyüyen gelişen bir orta sınıfı, fırsatlara açık yani dikey hareketliliğe uygun piyasa koşullarını, etkin sivil toplum faaliyetlerini,

yüksek eğitim seviyesini demokrasinin işleyebilmesi için uygun koşullar olarak sıralamıştır.1

Lipset’e göre (1986: 205) toplumda yoksullaşma arttıkça, yoksulların siyasal sisteme katılımları da yavaşlayacaktır. Ayrıca bu grupların örgütlenme kapasitelerinin olmaması, katılma ve temsilin yokluğu etkili vatandaşlığın ve dolayısıyla bir bütün