• Sonuç bulunamadı

Cengiz ÇAKMAK

1

Bu çalışma ülkemizde özellikle son 30 yılda ortaya çıkmış olan üniversite anlayışını değerlendirmeyi amaçlamaktadır. Özellikle vakıf üniversitelerinin yaygınlaşması ile birlikte çıkan bu anlayış, alışılagelmiş üniversite mefhumunda köklü bir değişikliği öngörmektedir. Alışılagelmiş üniversite fikri, üniversitenin insanlığın akıl mirasını taşıyan ve geliştiren bir kurum olması idealinden hareket etmiştir. Şüphesiz, üniversite kavramının başlangıcından günümüze kadar değişmeden kaldığını söylememiz mümkün değildir. Ne var ki farklı tarih dönemleri ve coğrafyaların üniversite anlayışlarında büyük ölçüde mevcudiyetini sürdürmüş olan şey, üniversitenin belli bir hakikat anlayışı ve arayışı temelinde eğitim vermesi düsturudur. Bu hakikat anlayışı ve arayışı günümüzün yeni üniversitesinde yerini piyasa anlayışı ve kar etme arayışına bırakmıştır. Bu durumun en güzel örneğinin vakıf üniversitelerinin öğrenciler için hazırladığı broşürlerde görülebileceği kanaatindeyim. Bu broşürlerin birindeki resimleme özellikle dikkatimi çekti: burada gençliğinin sevinci içinde bir genç, çiçekli gömleği, sırt çantası, spor ayakkabıları ile üniversiteye giriyor; üniversitenin diğer kapısından takım elbiseli, evrak çantalı, beyaz yakalı biri olarak çıkıyordu. Bu resimleme bana önce Pink Floyd’un The Wall filmini hatırlattı. Bu filmde de öğrenciler bir makineye giriyor; sonra her biri yüzleri olmadan, yüzlerinin belli bir karakteristiği olmadan çıkıyordu. Yüz demek kişilik demekti. Bu makine öğrencilerin kişiliklerini alıyor ya da hepsine belli bir kişiliği dayatıyordu. Benzer biçimde bahsettiğim resimlemedeki üniversite de gelen hammaddeyi

biçimlendiren, yontan bir üretim bandını andırıyordu. Bu yüzden çalışmamızın merkezine Prokrustes anlatısını koymayı ve üniversite ile Prokrustes’in yatağı arasında analojiler kurmayı uygun gördüm.

Hemen baştan şunu ifade etmenin gerekli olduğunu düşünüyorum: buradaki tavrımız falanca zaman ya da coğrafyadaki üniversitenin ideasına bütünüyle uygun olduğunu iddia etmek ya da kurtuluşun buraya geri dönüş ile mümkün olduğunu öne sürmek değildir. Geçmişteki güzel günleri yâd etme amacında da değiliz. İdea kavramı antikçağdaki anlamı ile düşünüldüğünde biraz da ulaşılmaz olana işaret eder. Üniversite ideasını da bu şekilde, ulaşılmaz ama özlenen bir şey olarak aldığımızda karşı karşıya olduğumuz sorunları layığınca analiz edemeyeceğimizi düşünüyorum. Günümüzün pek çok akademisyeni bir tür cennetten kovulmuşluk hissi ile bir üniversite ideasını özlüyor. Önümüzde duran realiteyi eski kavramlar ile, geçmişe özlem ile yorumladığımızda elimizde kalan şey bir analiz demeti değil, bir hüzün yumağı oluyor. Bu çalışma bir çözüm önerisinde bulunma iddiasında da değildir. Daha ziyade hedeflenen yeni bakış açılarının nasıl mümkün olabileceğini soruşturmaktır. Eğer karşı karşıya olduğumuz sorunların tespit edilip tartışılacağı bir sohbet zemini inşası için gereken malzemeyi sunabilirse çalışmamız büyük ölçüde amacına ulaşmış olacaktır.

Prokrustes anlatısından bahsetmek isiyorum. Prokrustes Yunan Mitolojisinde metale şekil veren bir demircidir. Adı eski Yunancadaki “prokrouein” kökünden gelmektedir ve “germek, esnetmek” manasındadır. İlk adı olan “Damastes” hizaya getiren demektir. Aynı zamanda Poseidon’un oğullarından biri olan bu haydut demirci, yollarda garip kalmış yolcuları geceyi geçirmek üzere davet eder. Tutsak ettiği yolcuları demirden yatağına yatırır. Eğer yolcunun boyu yatağa göre uzun gelirse testere ile bacaklarını keserek kısaltır. Kısa gelmesi durumunda ise gerdirerek uzatır. Diğer bir deyiş ile yatağa göre farklı niteliklerde ya da ebatlarda olanı her seferinde kendi sabit standartlarına uydurur. Bu metaforu üniversitelerin öğrencilerini şekillendirme biçimlerini ifade etmek üzere kullanmak istiyorum.

Yalnız, Prokrustes anlatısı bu kadarı ile sınırlı değildir. Eğer öyle olsaydı çalışmamız, altmışlı yıllardan seksenlere kadar uzanan avant – garde hareketin “eğitime ihtiyacımız yok” söylemine geç kalmış bir destekten fazlası olamazdı. Hikâyenin yaygın olan bir başka biçimine göre Prokrustes’in aslında küçük ve büyük olmak üzere iki yatağı vardır. Dolayısı ile tutsağın boyu birine uysa diğerine uymayacaktır. Uzun boylu yolcuyu küçük yatağa, kısa boylu olanı ise büyük yatağa yatırır. Bu durumda tutsak için hiçbir kurtuluş yolu yoktur.

Prokrustes yatağı batı literatüründe tam uyumun dayatıldığı kalıcı standartları tarif etmek için kullanılagelmiş yaygın bir metafordur. Biz de bu hattı takip etmeye çalışalım. Başta bahsettiğimiz günümüz üniversitesini şekillendiren iki dayatmacı unsur olduğunu düşünüyorum. Bunlardan ilkini devlet ve iş piyasalarının dayatmaları olarak belirleyelim. Diğerinin de üniversitenin kendi bünyesinden gelen, kendi iç dinamiklerinin sonucunda ortaya çıkan dayatmalar olduğunu söyleyelim.

Üniversitenin devletin taleplerine uygun olarak biçimlendirilmesi yeni ortaya çıkan bir durum değildir. Nitekim Kant, bir fakültenin verdiği eğitim ve onun topluma olan etkisi devleti doğrudan ilgilendiriyorsa ve devletin çıkarlarını besliyorsa bu fakültenin üst fakülte olarak nitelendiğini ifade etmektedir. Kant’ın yaşadığı dönemde üst fakülteler çatısı altında teoloji, hukuk ve tıp fakülteleri bulunmaktadır. Bu fakültelerin öğrettiği konular halk üzerinde en etkili ve kalıcı olacak araçların üretilmesi sürecini desteklemektedir. Bu yüzden devlet üst fakültelerin verdiği eğitim ile doğrudan ilgilidir. Günümüzün üniversitesinde ayırt edici olan taraf, devletin taleplerine ek olarak bir de sermayenin, iş piyasalarının talepleri doğrultusunda eğitim veriliyor olmasıdır. Dikkatli bir göz özellikle bazı üniversitelerin sadece piyasanın belli ihtiyaçlarını karşılamak ya da pazarlamak üzere eğitim verdiğini ve günümüzün yükselişte olan eğilimlerine uygun bölümler açtığını fark edecektir. Üniversite dediğimiz yapıyı tamamen piyasanın koşullarına uygun biçimde tasarlamaya çalıştığımızda bunun olması da doğaldır. Ne var ki teknik, hesaplayıcı, istatistik üzerinden hareket eden bir aklın düsturları ile bilgi üretilmeye kalkıldığı zaman, üniversite temel niteliklerini kaybetmektedir. Diğer

bir deyiş ile üniversitelerin tamamen piyasa koşullarına uygun hale getirilmesi Prokrustes’in kısa olan yatağına yatırılmaya benzemektedir.

Bu okulları tamamen piyasa koşullarına indirgeyerek sadece dışarıdan gelen talepler doğrultusunda biçimlendirdiğimizde, teknik, ölçmeyi, istatistiki temel alan bir akıl ile biçimlendirmiş; bu aklın düzeyine indirgemiş oluruz. İstatistik temelinde değerlendirildiğinde bilgi üreten üniversiteyi performans eksenli üniversiteye dönüştürmüş oluruz. Bu tür üniversite şüphesiz istatistiksel yeterlilik koşullarını sağlayacaktır. Sözgelimi nicelik olarak bakıldığında bünyesinde üretilmiş birçok yayın gözükecektir. Ne var ki burada nicelikte çok olmak, nitelikli olmak manasına gelmemektedir. Çok sayıda yayın yapılması ne bu yayınların ne de bunların üretildiği kurumun niteliğini teminat altına alacaktır. Diğer bir deyiş ile istatistiksel akıl, bilgi üretimi için bir teşvik unsuru değildir.

Elbette ki fakültelerin devletin, iş piyasalarının, toplumun koşul ve taleplerine bütünü ile kulakların kapatarak biçimlendirilmesi gerektiğini savunmuyoruz. Aksine bu tür bir üniversitenin gerçeklik ile bağını koparmanın ilk adımını atmış olacağını düşünüyoruz. Kurum olarak üniversite, fikir olarak üniversitenin aracılığıyla daralmaktan kurtulmuştur. Eğer üniversite sosyoekonomik koşullar altında var olmayı, bilimde ve entelektüel hayatta gerçekleşen değişimlere uyum sağlamayı başaramamış olsaydı, uzun zaman önce tarih olmuştu. 20. yy’da üniversite bir kurum olarak da yalnızca batı’da değil, tüm dünyada gücünü koruyabilmiştir. Bu başarı üniversitenin aşkın erdemlerinden çok, biteviye adaptasyon yeteneği sayesinde gerçekleşmiştir. Dolayısıyla üniversiteyi tarif eden kapsayıcı bir idea ya da ilke belirleme denemeleri tehlikeli olabilir. Bu türden denemeler ya üniversite deneyiminin çeşitliliğini tarihsel olarak kapsama konusunda başarısız olacağından ilgisiz kalacak ya da başarılı olsalar bile, üniversitenin uyum sağlama ve hayatta kalma yeteneğini sınırlandıracaklardır.

Üniversiteyi sadece akademik seçkinlerin nüfuz ettiği bir yapı olarak görmenin karşı karşıya olduğumuz ikinci büyük sorundur. Dar bakış açısına sahip akademisyenlerin ideolojik ve bilimsel hastalıklarla bezeli “her şeyin en doğrusunu biz biliriz” tavrı en az iş piyasalarının “neyin değerli olduğunu biz biliriz” tavrı kadar yıkıcıdır. Öyle ise üniversitenin sadece akademik seçkinlerin

iradesi ile biçimlendirilmesini de Prokurustes’in uzun yatağına yatırılmaya benzetelim. Üniversiteyi bu şekliyle bıraktığınızda elinizde kalan şey donmuş, dinamizmini kaybetmiş bu yüzden de bitmiş bir kurum olacaktır.

Böylece Prokrustes’in iki yatağından birini üniversite ideasını ölçmeye hesaplamaya çalışan teknik piyasacı akıl ve diğerini de dar bilimci akıl olarak belirlemiş olduk. Benim bildiğim kadarı ile üniversite kavramı ile ilgili çatışmaların büyük kısmını bu iki aklın arasındaki savaşın farklı biçimleri olarak yorumlamamız mümkündür. Bu çatışmanın kökenleri çok eskilere, Platon ve Sofistler arasındaki savaşa kadar geri götürülebilir. Kant’ın “Fakültelerin Çatışması” isimli metni büyük ölçüde bu tartışmayı tarif eder. Derrida ve Heidegger başta olmak üzere çağımızın pek çok düşünürü üniversiteyi konu aldıkları çalışmalarında bu mücadeleye değinmişlerdir.

Çizdiğimiz tabloya yakın olması açısından Kant’ın çağından bahsetmek istiyorum. Kant’ın yaşadığı çağda Prusya’da yapılan ayrım uyarınca yukarıda bahsettiğimiz üst fakültelerden başka bir de alt fakülteler vardır. Bunlar felsefe fakülteleridir. Kanaatimizce burada felsefe ile kastedilen şey “humanitas” olmalıdır. Felsefe fakültesi, alt fakülte olarak nitelendirilmiştir, çünkü o devletin çıkarına değil sadece bilime hizmet etmek amacındadır. Kant’a göre bunlar, verdiği eğitim açısından bilimim kendisinden başka hiçbir yere hesap vermemelidir. Bu anlamı ile bağımsızdırlar. Aynı zamanda bu fakülteler her şeyin değerlendirilip sorgulanacağı, tartışılacağı bir kamusal alan olmalıdırlar. Kant bu fakültelerin her şeyi tartışma özgürlüğü olduğunu ve buranın esas olarak hakikatle ilgili olduğunu belirtmektedir. Kant, üniversite kurumunun bir ideaya göre kurulduğunu bu yüzden belli bir özerkliğe sahip olması gerektiğini ifade etmektedir. Ne var ki ona göre üniversite kendi dışında başka bir iradenin güdümünde işlevlerini yerine getirmektedir.

Üniversite fikri üzerie konuşulurken bir kaç önemli ayrıntıdan daha bahsedilmelidir. Bunlardan ilki, ilk günlerinden itibaren üniversitelerin uluslararası kurumlar olduklarıdır. 19. ve 20. yy.’larda elbette üniversiteler de ulusalcılığın baskın gücünden kurtulamamış ve politikacıların üniversiteleri ulusal kimliği şekillendirmek ve yine ulusal çıkarlara hizmet etmek üzere kullanmaları

kaçınılmaz olmuştur. Ancak bilim ve öğrenmenin kozmopolitliği baki kalmıştır. Eğer üniversite modeli çok hayati bir gerekliliğe sahip olmasaydı, böyle bir şey mümkün olamazdı.

Bahsedilmesi gereken diğer bir ayrıntı ise, üniversitelerin, profesörlerin devlet tarafından atanıp, maaşlarını yine devletten aldıkları ya da dikte edilmiş müfredata göre eğitim verdikleri durumlar söz konusu olduğunda bile, kurumsal birer kimliğe ve özerkliğe sahip olmalarıdır.

Modern bir fikir olarak “akademik özgürlük” anlayışı bu türden baskı ve müdahalelere bir cevap olarak ortaya çıkmış ve pek çok ülkenin anayasasında spesifik bir özgürlük olarak yer almıştır. Akademik özgürlük fikrinin iki öngörüsü vardır. Öncelikle araştırmacılar doğruluk arayışında bütünüyle özgür olmalıdırlar. Ulaştıkları bilgileri öğretme ve yayınlama yetkisine sahip olmalıdırlar. Objektif bilim ve entelektüel ölçütler üniversitelerde dini ve politik müdahaleleri en aza indirebilmelidir. Bilimin profesyonelleşmesi ve bilginin uzmanlık alanları üzerinden düzenlenmesi, uluslararası alanda kabul gören standartların oluşmasını sağlayacak ve bilim insanları ve öğretim üyelerine daha geniş bir bağlılık duygusu kazandıracaktır. Demokrasilerde akademik özgürlük, akademi üyelerinin daha aktif vatandaşlar olmalarını mümkün kılacak ve politik alanda söz sahibi olmalarının önünü açacaktır. Böylelikle üniversiteler entelektüellerin evi haline gelecek, yaratıcı ve bağımsız bir kültürel gücün kaynağını oluşturacaklardır.

İkinci olarak üniversiteler kurumsal olarak özerkliğe sahip olmalıdırlar. Kendi iç işlerini yönetebilmeli ve akademik durumlar söz konusu olduğunda kendi kararlarını verebilmelidirler. Humboldt üniversitelerin dışsal baskılardan izole edilebildikleri ölçüde en iyi çalışmalarını gerçekleştirdiklerini ve topluma da en yüksek şekilde hizmet edebildiklerini dile getirir. Her ne kadar 19. yy. kapitalizm için altın çağ olarak görülse de, üniversiteler ticari çemberin içinde yer almamalıdırlar. Üniversite ve üniversite mensuplarının, pazar ilişkilerinin ve ölçülebilir değerlerin dışında kalmış olmaları bir tür erdem olarak görülmüştür. Bu tarz bir özerklik, özgürlük ve çeşitliliği koruyan en önemli unsurun ancak çoğulcu sivil toplum ve kendi yönetimini üstlenen kurumlar olduğu görüşünü savunan, klasik liberalizmin bir yansımasıdır. Diğer bir deyiş ile üniversitenin ulvi görevi

üzerine sahip olunan felsefi efsunun özellikle Avrupa’da oldukça uzun bir süre önce sonu gelmiştir.

Ülkemiz açısından bakıldığında; ne devletin ve piyasanın beklentileri karşılanabilmiş ne de üniversite ideasına bağlı kalınabilmiştir. Tam anlamıyla hesaplayıcı, istatistikçi akıl ne de akademik seçkinlerin aklı üniversite anlayışımızı belirleyebilmiştir. Kant’ın tarif ettiği çatışmanın tarafları bile tam olarak netleşmemiştir; ne alt fakülteler alt fakülte, ne de üst fakülteler üst fakülte olabilmişlerdir.

“Educere” kavramı sorgulayan araştıran insanların yetiştirilmesi etkinliğinin adıdır. Meslek kazandırma amacında olan üst üniversitelerin faaliyetleri “educare” kavramı altındadır. Ne var ki ülkemizde educere bir yana educare etkinliği de tam anlamı ile ortaya konmamaktadır. Bunun sonucunu ve kanıtını acemi mimarların yaptığı sadece estetikten değil aynı zamanda kullanışlılıktan da yoksun, kötü binalarda görebiliriz. Mesleklerinin sadece praksis yönü ile ilgilenen, kar etme amacı ile hareket eden, insanları mal gibi gören tıpçılarda görebiliriz.

Son yirmi, otuz yılda karşımıza çıkmış olan manzara çözülmenin ne kadar derin olduğunu bize göstermektedir. Üniversite eğitimi almış çağdaş insan, kendini topluma ekonomik güç ile kabul ettirme gayretindedir. Üniversitenin ideallerinden biri şüphesiz ki refah ve toplumsal ilerlemedir. Fakat refah ve toplumsal ilerlemenin niceliksel ölçütlerle ele alınması, kaçınılmaz olarak bu insan biçimini yetiştirmektedir. Kant insanlığın ilerlemesinin göstergesinin tarihsel olaylar ya da bunların fayda veya refah sağlıyor olmaları olmadığını ifade eder. Ona göre ilerlemenin göstergesi insanlardaki ahlaki eğilimin ortaya konmasıdır. Piyasanın güdümünde hareket eden vakıf üniversitelerinin anlayışında ise ilerleme, olayların refah ya da fayda getirmesinin de ötesinde istatistiksel verilerin bir sonucu olarak alınmaktadır.

Dar bilimsel çerçevelere sıkışıp kalmış akıl biçiminin yarattığı akademisyen profili ise sadece belli akademik ritüelleri yerine getirerek bilgi kurmayı olmaya çalışmaktadır. Bunun neticesinde ne bilimsel gelişmeleri ne de toplumsal olayları takip eden; şiirle, sanatla pek arası olmayan, yaşam enerjisini

meslektaşlarını ve öğrencileri küçük görmekten, karalamaktan sağlayan bir hoca biçimi ortaya çıkmıştır. Akademisyenlik bir tür memurluk haline gelmiş, entelektüellik ve akademisyenlik karşıt kavramlar olmuşlardır. Bununla birlikte üniversitenin içindeki idari kadroların anlayışında da bir tıkanma meydana gelmiş; kendini şirket yöneticisi gibi gören bir idari yapı hatta rektör biçimi ortaya çıkmıştır.

Daha önce de belirtmiş olduğumuz gibi üst fakültelerin iş piyasalarının taleplerine yanıt vermesinden daha doğal bir şey olamaz. Fakat bu fakültelerin yetiştirdiği bireyler sadece kar yapmayı marifet sanan insanlar olmamalıdır. Öğrencilere verilecek eğitimin amacı sadece rekabet girişimcilik yeteneklerinin kazandırılması değildir. Bu fakülteler öğrencilerine aldıkları teknik bilgiler yanında doğruluk ve hakikat sevgisine sahip vahamet sahibi kişiler olabilecekleri donanımı da vermelidir. Educare ya da mesleki eğitim educere ile desteklenmelidir. Üniversite ideasının en temel yönü de budur; üniversite ethos sahibi kişilikli bireyleri yetiştirmelidir. Amaçlanan özgür, özerk, birey olabilen; dünyaya neşe ve mutlulukla bakabilen kişiler olmalarıdır.

Üniversiteler teknik bilginin yanında, sorgulayan bir zihni, bir doğruluk ve adalet kavrayışını da insanlara sağlayan mekânlardır. Kant’ın da vurguladığı gibi, buralar bilimsel anlamda özerk olan, eleştiri ve sorgulama görevi taşıyan kurumlardır. Onların görevi sadece öğrencileri belli yönlerde biçimlendirmek değil, herhangi bir çocuğun belli bir kabiliyetinin açılmasını, çiçeklenmesini sağlamaktır. Üniversiteler her şeyin özgürce tartışıldığı kamusal alanlardır. Üniversitenin sınırları içinde neyin tartışılacağına kurum içinden veya kurum dışından hiç kimse karar veremez.

İş piyasalarının koşulları müşterilerin talepleri bağlamında dönüştürülür. Üniversite söz konusu olduğunda ise iş piyasalarından gelen talepler doğrultusunda yetiştirilen öğrenciler biçimlendirilmektedir. İş piyasalarının ürünleri tüketiciye, üniversite mezunları ise iş piyasalarına pazarlanmaktadır. Hâlbuki üniversite alt fakültelerin humanitas bölümlerinden aldığı arka plan ile piyasa koşullarını dönüştürmelidir. Sanayi ve toplum için yeni fikirlerin üretildiği yerler buralardır. Üniversite parayı düzenleyecek bilgiyi üretmelidir. Toplumun

ihtiyaçlarını karşıladığı gibi aynı zamanda bir at sineği gibi rahatsız edici olmalıdır. O, piyasanın ve devletin dar ilgilerini bilgi ve hakikat bağlamında dönüştürür. Fakültelerin görevi bilgiyi üretebilecek donanımı öğrencilere kazandırmaktır. Dünyaya yaşamın tek amacının kar etmek olmadığını hatırlatacak ilk merci de burasıdır.

Alt fakültelerin üst fakülteler ile birlikteliği üniversitenin hakikate bağlılığının teminatı olarak görülmelidir. Alt fakülteler önce üniversitenin sonra toplumun vicdanı olabilirler. Onlar üniversitenin olmazsa olmazıdırlar. Bunların yokluğunda üniversitenin bir tarafı çolak kalacaktır.

Üniversitelerin karşı karşıya olduğu iki büyük sıkıntı vardır. Bunlardan ilki dışarıdan gelen, devletin ve piyasanın bastırmalarıdır. Şüphesiz ki üniversitenin varlık amaçlarından biri toplumun ve devletin taleplerine yanıt vermektir. Fakat bu taleplerin etik ve rasyonel açıdan değerlendirileceği yer üniversite olmalıdır. İkincisi üniversitenin içinden gelen tehlikedir. Bu akademisyenlerin “biz bilimi biliriz” tavrıdır. Üniversite dışarıya karşı takındığı eleştirel tavrı içeriye karşı da takınmalıdır. Üniversiteyi dışarıdan irade ile içerden iradenin birlikteliği kurtarabilir.

Son söz olarak önerimizin Prokrustes’in ne uzun ne de kısa yatağına yatmak olduğunu ifade etmek istiyorum. Burada demircinin bizi kesip kısaltmasından ya da çekiçle uzatmasından bahsetmiyoruz. Kastettiğimiz Prokrustes’in demir yatağından kurtulmaktır. Bu da ancak sağ ayak olan üst fakülteler ile sol ayak olan alt fakültelerin birlikte adım atmaları ile mümkündür.

KAYNAKÇA:

Hutchins, Robert M.; Ethics, Vol. 61, No. 2 (Jan., 1951), pp. 95-104

Kant, I.; The Conflict of the Faculties. Trans. Mary J. Gregor. Un. Of Nebraska Pr. Abaris Books 1992,

Scott, Peter; The Idea of the University in the 21st Century: A British Perspective, British Journal of Educational Studies, Vol. 41, No. 1 (Mar., 1993), pp. 4-25 Woodard, Roger D.; The Cambridge Companion to Greek Mythology, Cambridge University Press, 1997.