• Sonuç bulunamadı

Tanımlamaları çoğul ve bir o kadar da çelişkili ve muğlak olan postmodernizmi tanımlamaya çalışmak ancak onun bileşenlerini belirlemekle olabilir. Peki bu kavram bu kadar zor tanımlanabiliyorsa, “modernizm” kavramını geçtiğimizi (post durum), onu reddettiğimizi ya da ondan farklı yönlere saptığımızı nasıl belirlemek gerekir? İlk olarak, postmodernizmi tarihsel olarak 20. yüzyılın sonlarında yaşama yön vermeye başlayan ve günümüzde de bu yönlendirici konumunu sürdüren davranışlar, değerler, duygular ve inançlar sistemi olarak düşünmenin, kavramın anlaşılması açısından yararlı olacağı düşüncesindeyiz. Kavramı biraz daha yakından irdelersek, aslında postmodernizmi farklı normların bir aradalığı olarak da düşünebiliriz. Ancak bu normlar toplumsal olgu olarak homojenlik ve benzerlik kavramları yerine heterojenlik ve farklılık / ayrılık / aykırılık / marjinallik gibi kavramlarla nitelenebilir. Postmodernizm, bu yüzden, bir taraftan farklılıkların kabulüne dayanırken, öte yandan ise her tür farklılık ve benzerliğin sorgulanmasına yol açan şüphe / belirsizlik / güvenilmezlik / görecelik / değişkenlik gibi sabitlenmesi zor ve genel yargılar üretmeye pek de uygun olmayan kavramlarla şekillenen bir anlayışı kapsar.

Postmodernizm ile ilintilendirilmesi gereken ilk şey belki de dildir, çünkü tanımın anlama / anlamlandırmaya dayandığını kabul edersek, anlamın doğrudan üretici gücü olarak dilin varlığını buluruz. Postmodernizmi oluşturan "farklılık", "görecelik", "değişkenlik" ve "akışkanlık" gibi anlam üretiminin güvenilmezliğine yol açan olgular dilin kullanımı ve yarattığı anlam(landırman)ın eseridir. Dil öğrenildiğinde / edinildiğinde, dil kullanımının doğallığına inancımız tam olur ve sorgulama yetimiz çoğu kez gereksiz gelmeye başlar. Dikkatli olmadığımız zaman, dilin kurucu / kurgulayıcı gücü sonucunda çoğunlukla saçma diye nitelenebilecek pek çok ‘anlam’a yönelme hatasına düşebiliriz. Dile dayanan algı körelmesi, sürekli sunulan imgelerin zihinde her an aynı şekilde görülmesini sağlar ve insan artık kavramları, ifadeleri ve bunların sunduğu düşünceleri sorgulamaz hale gelir. Belirli bir süre sonra bu düşünceler doğallaşır ve gerçek olarak görülürken, farklı olan bunların örtüsü altında kaybolur.

Dil en temel düzeyde bir insan icadıdır. İnsanın kurmacası olarak düşünüldüğünde, temsil ettiği gerçekliğin geçerliliği, insanı, toplumu ve hakikati göstermesi şüpheli hale gelir. Dilin gerçekliği temsili sorunsalına yönelik yaklaşımları modern ve postmodern felsefeleri birbirinden ayıran en temel niteliktir. Modern düşünce, dilin anlam üretim mekanizmasını çözmeye ve anlamın ne olduğunu anlamaya çalışırken, postmodern düşünce bu tür genellemeci ve akılcı çözümlemelerin gereksizliğine ve yararsızlığına inanır. Dilin çoklu anlam katmanları yaratımı sayesinde genelleştirilebilir mutlak doğrular çürütülür, anlam devingen bir niteliğe sokulur ve asla genel bir yapı ya da anlam dizgesi oluşturulamayacağı ispat edilmeye çalışılır.

Ferdinand de Saussure’un ortaya attığı dilin bir işaretler sistemi olduğu ve anlamın farklılaştırma (differance) ile üretimi düşünüldüğünde, anlamın keyfi işaretlerle ortaya çıkışı fikri ile postmodernist anlam savı birbiriyle ilintili gibi durmaktadır. Anlamı üreten, her iki durumda da,

toplumsal uzlaşmadır. İşaretlerin tikel anlamları üzerinde düşünüldüğünde bu ortak anlamlandırma (ya da anlamsal uzlaşma) belki çok daha olası gibi görünebilir. Ancak, genel iletişimi sağlayabileceği düşünülen tikel bir simge (sign), örneğin ‘elma’, genel hatlarıyla uzlaşı nesnesi gibi dursa da her bir kişinin zihnindeki ‘elma’ algısı, renk, büyüklük, koku, tat gibi özellikleri ile farklı bir nesneye işaret edecektir. Üstelik işaretler yan yana dizilişleri (sentaktik yapı), vurgu, bastırma gibi farklı mekanizmalar içinde daha da farklılaşmaya, özellikle de kavramsal düzeyde kimi zaman zıt bile algılanmaya olanak verebilir. Metin içine yerleştirilen ya da bağlam içinde sunulan anlamlar dizgenin de denetleyemeyeceği anlam farklılaşmalarına uygun hale gelir. İşte tam bu noktada, postmodernizm anlam yıkıcı, yapı bozucu, farklılaştırıcı özellikleri ile farklı dilsel bağlamlar yaratarak, anlam olgusunun kaygan (elusive) olduğunu metinler ve söylemler ile göstermeye başlar. Bu yolla yaratılan dilsel devingenlik, anlamsal devingenliğe de yol açar. Zamana, mekana, duruma, özneye, nesneye göre değişen bağlamlar ile yaratılan söylemler de anlamda sürekli devinimini kaçınılmaz kılar.

Yapısalcı olarak tanımlanan pek çok filozof, dilbilimci, antropolog ve hatta psikolog insan kültürü ile ilgili veriler elde etmek ve insanın dünyayı nasıl algıladığını ve ne düşündüğünü çözmek için dil üzerinde çalışmalar yapmıştır. Genellikle yaptıkları çalışmalarda işaretlerin zıtlığı üzerinde durarak karşıtların kullanımından bir takım kurallara ulaşmaya çalışmışlardır. Yapısalcılar, dil dediğimiz bu işaretlerin doğallığına inanarak, sabit anlamlar üretebileceklerini düşündüler. Fakat sabit anlamın düzenlenmiş işaretlerden elde edilebileceğine inanan yapısalcıların tersine, Jacques Derrida bunun imkansız olduğunu iddia etti. İşaretler keyfi ise, o zaman bu işaretlerin ilettiği anlam da keyfi, ya da bireye bağlı olacaktır. Dilin incelemesi sonucunda, aynı kişilerin ürettikleri metinlerde anlamsal tutarsızlıklar keşfeden Derrida, yapı bozuculuk ilkesini geliştirmiştir.

Yapı bozuculuk, dilbilimsel işaretlerin her zaman farklı anlamlar üretebileceğini savunur. Bu farklı anlamlar genellikle amaçlı bir şekilde metinlere yerleştirilmiş değildir. Bir yazar, ya da konuşucu, istediği kadar dikkatli olsun, kendi düşünce sistemini oluşturan işaretler sisteminin denetimi altındadır ve bu denetim onların yazdığı metinlerde kendini gösterir. Herhangi bir metnin okunması sonucunda bazı işaretlerin diğer işaretlere göre daha önemli ve taraflı olduğu anlaşılabilir. Anlam, buna göre şekillenir ve metinlerde ya da konuşmalarda yazar ile okur ya da konuşucu ile dinleyici arasında sabit anlamlar bulunmaz. Anlam her zaman için değişken bir yapıdadır. Bu yüzden, dilin dışında, dilden bağımsız mutlak gerçeklik olamaz, başka bir deyişle dil anlamın kurucusu, oluşturucusudur.

Derrida’ya göre dil her zaman metaforik özellikleri içinde barındırır. Metaforik özellik ise metni yazan kişinin, ürettiği metinde kendi tarihi ve kültürü dışında başka gerçeklik üretimini imkansız kılar. Dil, nesnel bir gerçekliği veremez ve tek bir anlam sunamaz. Bu yüzden de kurduğu ve belirlediği kimlik, kültür ve tarihten bağımsız olamayacak ve öznel değerlere göre şekillenecektir. Bu da kimlik adı verilen kavramın da belirsiz / değişken / öznel bir hale gelmesine neden olur. Dil, kimliğin kurulmasında oynadığı öznel / değişken yapısı ile değişimi / dönüşümü sağlar ve anlamın

örtüldüğünde ve değişik okumaların yolu kesildiğinde okur tek bir anlama yöneltilebilir. İdeolojik olarak, bir metnin nasıl yorumlanması gerektiğinin öğretildiği, ‘diğer’ / ‘öteki’ denen, kimi zaman marjinal düzeyde de olsa farklılıklar içeren okumaların üstünün çizildiği, yaygın ve sınırlandırılmış değerler ve inançlar dışındakilere yaşam hakkının tanınmadığı bir düzen ancak dilin bu tür çoğulcu anlamı göz ardı edilirse mümkün olur. Bu yüzden, Derrida gibi yapı bozucular ( ya da postmodernistler) dilin bu özelliği ile farklılığı, çeşitliliği, marjinalliği, çokluğu ön plana çıkartarak yeni bir dünya tasarımını sağlar. Bu dünya ise, bu değerlerin sosyal, siyasal, etnik, cinsel, estetik vb alanlarda geçerli olduğu postmodernist dünyadır.

Postmodern Durum (1984) adlı kitabında, Jean-François Lyotard Batı medeniyetinin tüm yüce / büyük anlatılarının yok olduğunu iddia eder. İnsan doğası ve tarihle ilgili pek çok anlatı ve mantığa dayanan açıklama bulunur ve bunlar "Din", "Aydınlanma" ve "Marksizm" gibi mantığa ve bilimsel determinist tahminlere dayanır. Lyotard bu büyük anlatıların temellerinin çürüdüğünü ve artık geçerliliklerini yitirdiklerini iddia eder. Bir kurum olarak, Marksizmin baskıcı eğilimleri barındırdığına ve sosyal olarak inşa edilen hapishane toplumları üretme potansiyeline sahip olduğuna inanan Lyotard, tümel, genelleyici açıklamaların baskıcı ve tümel sonuçlara yol açacağını savunur. Marksizm gibi genel sosyal ve siyasal deterministik açıklamalara dayanan sistemlerin, insanın cinsel, ilkel dürtülerini ve doğasını görmezlikten geldiğine inanır. Postmodern yaklaşımı yansıtan bu türden iddialar, dilin bir güç ve iktidar kurma aracı olarak kullanımıyla, sağlanır. Düşünceler, ideolojiler ve tümel olan her türden ifade / kavram doğrudan insana / topluma tahakküme yönelir ve ilk başta ilerici gibi görünse de, insan doğasının güvenilmezliği / çıkarcılığı sonucunda yavaşça birer denetim mekanizmasına dönüşür.

Batı Avrupa’nın büyük anlatısı Kapitalizm ise yeni düzenlemelerle insanların iyi bir yaşam sürebileceği bir hale getirilebilirdi, çünkü ilk ortaya çıktığında; “Eşitlik, özgürlük, (eğitimin getireceklerinden yararlanmasına izin verildiği takdirde) insan zekasına inanç, evrensel akıl öğretileri her yandan fışkırıyordu” (Harvey, 2012:26). Lyotard hoşgörülü, pragmatik, çoğulcu, özgürlükçü ve anarşist olabilen ve kökleri farklılığa saygı ve tekelleşmeden uzak bir iktidar anlayışına dayanan bir toplum önerir. Bu tür bir toplumsal yapının anlatıları küçük, yerel, eşit ve hiyerarşiye karşı anlatılar olmalıdır. Onun öngördüğü toplum ve bu toplumun anlatısı günümüzde inançsal boşluk ve kültürel yüzeysellik içinde, sosyal yaşamın her an kendini tekrar ettiği ve parodisinin yapıldığı, parçalanmış, yabancılaşmış bireylerin tarih ve kendilik bilinçlerinden yoksun şekilde farklı binlerce televizyon kanalı ve onların işaret ettiği reklamlar tarafından yönlendirildiği bir toplumdur. İlerleme / gelişme ve özgürlük gibi kavramlar, ironik bir dönüş içinde, ilkelleşme ve esaret şeklinde ortaya çıkmış gibi görünüyor. Bu yaşam tasarımı, belki de tam olarak Jean Baudrillard tarafından öngörülen bir manzaraydı; “gerçeklik yok olmuştur ve onun yerine sadece simülasyonu olmadığını göstermeye çalışan göstergeler, sistemler, yani, simulacrum’ları vardır” (Lucy, 2003:71). Ona göre gerçek ile yüzeysel olan arasında bir fark yoktur. Günümüz insanları sadece gösterenin olmadığı bir gösterim dünyasında medyanın tüketicileridir. Bu durumda, Lyotard büyük anlatıları eleştirirken haklı idiyse,

farklılığı ve yerelliği temel alan önermesi ile daha özgürlükçü bir toplum modelinde, neden Baudrillard’ın belirlediği tarihsel ve kimliksel bilinçlerinden yoksun kitlelerin esaretine tanık olduğumuz bir çağdayız?

Belki de bu sorunun yanıtını veren kişi Michel Foucault olmuştur. İktidarın evrensel olduğunu ve tüm canlılar tarafından başkalarına karşı uygulandığını savunan Foucault’ya (1977) göre bu gerçek, değer ve inanç sisteminin altında yatan nedendir. Geleneksel olarak, devlete ve onun işleticisi olan hükümete, yurttaşların verdiği iktidar ve yönetme yetkisi sayesinde kanunlar üretilir ve herkes haklarına kavuşmuş olur. Ancak, Foucault bu tür bir siyasi mekanizmanın iktidar ve hakimiyet ile ilgili gerçeği gizlediğini iddia eder. Ona göre iktidarın belirli bir özü ya da biçimi yoktur ve her şekilde kendini oluşturabilir. İktidar sadece devletin egemenliğinde bulunmaz, başkaları tarafından ele geçirilebilir. İnsanların bir tarihleri, inançları ve değerleri bulunur ve bu yüzden sistemlerle farklı kurumlar arasındaki ince ilişki bir taraftan özne konumunda olanları diğer taraftan ise denetlenenleri ortaya çıkarır. Bu kurumların söylemleri o kadar güçlüdür ki insanların kendileri hakkındaki düşüncelerinden çok, bu kurumların söylemleriyle yarattıkları düşünceler, davranışlar ve inançlar daha önemli hale gelir. İnsanlar, bu yüzden, kendilerine ait benzersiz bir kimliğe sahip olamazlar, tersine farkında olmadıkları sistemler ve iktidar ağı ile oluşturulan, şekillenen tebadırlar. İktidar insanları kontrol etmek ve cezalandırmak için mekanizmalar üreterek kabul edilebilir teba yaratır, onlara değer yükler ve davranışlarını denetler. İnsanlar böylece kendi kendilerini denetleyen ve davranışlarının sorumluluğunu üstlenen kişiler haline dönüşürler. İnsanların bu halini sürekli gözetlenen bir hapishaneye benzeten Foucalt’a göre; “iktidar bilgi üretir ve bu iki kavram birbirine dönüşür” (1977:27).

Bilgi ve iktidar ilişkisi, postmodern söylemin en fazla ilgilendiği konulardan birisidir. Postmodernizm, modern kavramların dil yoluyla insanlara sosyal gerçeklikler olarak dayatıldığını ve farklı olan her türlü düşünceyi reddettiğini savlar. Postmodernizm neredeyse tüm sosyal alanlarda kendine özel bir etki alanı yaratmıştır. Pek çok sayıdaki ‘postmodernizm’ler yoluyla, postmodernistlerin üzerinde anlaştıkları tek ilke var gibidir: gerçeklik dediğimiz olgunun onu yaşadığımız, yorumladığımız ya da temsil ettiğimiz yöntemlerden bağımsız olarak nesnel bir varlığı yoktur. Bu durumda, sosyal alanlar “daha öznel ve iddiasız girişimler” haline gelmiştir “çünkü gerçeklik dikkat etmeyi gerekli kılar” (Gubrium ve Holstein, 1997:8). Postmodernistler arasındaki genel uzlaşmanın bozulduğu nokta gerçekliğin ne olduğu konusu değil, nasıl oluştuğu / oluşturulduğu ve insanların zihninde nasıl yerleşik hale geldiği / getirildiğidir. Gubrium ve Holstein’e göre “postmodernistler anlamı keşfetmek yerine onun yerini bulma peşindedir. … Onlar gözlem yerine okuma, bulgu yerine yorum önerirler. Asla bir şeyi test etmezler çünkü test etmek kanıt gerektirir ve kanıt postmodern bağlamda anlamsız bir kavramdır” (1997:8). Kanıtsızlığın sonu ise hem kanıtlanmış olan herşeyin geçersizliği hem de artık mantık, bilim ya da akıl ile herhangi bir sorunun çözümünün imkansızlığıdır. Bu yaklaşımın kendisi bir kaostur ve sonucunun her açıdan kaotik olması

Postmodernizmin parçalamaya giriştiği diğer bir konu bilimin tarihin şekillenmesindeki rolüdür. Bireysel düşünceden, mitlerden ve yanılsamalardan dolayı, bilimin dünyanın test edilebilir ve nesnel bilgisine doğru götüren özgürleştirici öyküsü de parçalanır. Aynı şekilde sosyal bilimcinin statüsü de yerle bir edilir. Eğer sosyal gerçekliğin nesnel bilgisi imkansızsa, o zaman akıl, kişilik ve toplumla ilgili sosyal bilimcilerin anlattıkları sadece diğer türden anlatıcıların aktardığı öykülerden daha gelişkindir. Masalın gerçekliği ile bir sosyoloji uzmanının iddiaları aynı doğruluk düzeyine sahip olur, çünkü her ikisi de insana özgüdür ve dille ifadesini bulur; “İnsana özgülük ya da dilde insanın belirleyiciliği, ister istemez, öznelliği de beraberinde getirir; öznellik insan dilinin doğasında vardır” (Doğan, 1999:65). Nesnellik insandan bağımsızdır, ama her türden yorumlama, gözlem ve akıl yürütme insan yapımıdır ve bu yüzden tarafsız olamaz. Nesnel olmayan herhangi bir bilgi ise sadece diğer bilgi sunumları kadar geçerli olur.

“Bilim”, “bilgi”, “kanıtlar” ve “deneycilik” gibi somutluk iddiasını taşıyan kavramlara dayanan modernist dünya görüşünün yerine, postmodernizm ne koymaktadır? Onun da bir hikayesi olmalıdır. “…Unutulmuş, mantıksız, önemsiz, baskılanmış, aşırı uçtaki, klasik, kutsal, geleneksel, tuhaf, yüceltilmiş, hor görülmüş, reddedilen, inkar edilen, özcü olmayan, marjinal, kıyıda köşedeki, dışlanmış, sesi gür çıkan, susturulmuş, tesadüfi, yaygın, elenen, alçaltılan, parçalanan…” (Gubrium ve Holstein, 1997:75) postmodernizmin ilgi alanıdır. Bu açıdan bakıldığında, postmodernizm her şeyi kapsayan, her tür konu ve izleği işleyen bir şemsiye kavramdır.

Konuların ne olduğundan çok nasıl işlendiği postmodernizmin en çok ilgilendiği noktadır; “Belirli bir düşünceyi, içeriğini değiştirmeden dile getirmenin birden fazla yolu vardır” (Doğan, 1995:138). Bu yüzden, söylem çözümlemesi, kullanılan dile yoğunlaşılmasını zorunlu kılar. Bunu hem sözlü hem de yazılı metinlerde çözümlememizi ister ve nasıl konuşmamız ya da yazmamız gerektiği konusunu dışlayarak, günlük yaşantımızda nasıl konuştuğumuzu ya da yazılı metinlerde nasıl anlam ürettiğimizi incelemeye yönelir. Nasıl sorusunun yanı sıra her ikisinin de dil hakkında olması itibariyle söylem çözümlemesi ve postmodernizm birbirinin içine girmiş iki kavram gibi durur.

Best ve Kellner’in vurguladığı gibi, “postmodernizm söyleme öncelik verme konusunda yapısalcılık sonrası’nın (poststructuralism) yolundan gider; her iki yaklaşım da tüm olguları göstergeler sistemi olarak algılayan söylemsel bakış açısının parçasıdır. Bu yüzden sosyal yaşam dilbilimsel çözümlemeye bağımlıdır” (1991:26). Bu gösterge sistemleri gerçeklik, iktidar, cinsiyet, tarihsellik gibi pek çok kavramın belirleyicisidir. Foucault (1977), gösterge sistemleri üzerinden yaptığı çözümlemelerle, "iktidar" kavramını sınıflar ve bireyler düzleminden söylemler düzlemine taşır. Bu, yeni bir bakış açısı olarak, toplumsal ve siyasal olayları / kavramları tarihsel süreçlerle açıklama eğiliminin yerine dile dayanan söylemin belirleyici olduğunu gösterir. İçerik yerine bu içeriğin nasıl oluşturulduğuna odaklanır. Doğan'ın belirttiği gibi, “Farklılık tümüyle dil kullanımıyla ilgili “tekniklerde” yatmaktadır", çünkü söylenmek istenen şey nasıl söylendiğine göre alıcı tarafından alımlanır ve "teknikler" yoluyla "dinleyicinin (okurun) dikkat ve algılama süreçleri denetlenebilir ve yönlendirilebilir" (Doğan, 1996:77).

Öte yandan Edwards konuşma ve onunla ilgili söylem konusunda şu yargılara varır: “konuşma bir iletişim değil, bir eylemdir. Konuşma ne düşüncelerin yayılması için bir araçtır ne de dipte yatan bir tür gerçekliğin gerçekleştirilmesi amacını taşır, o sadece bir tür eylemdir” (1995:585). Sosyolojik açıdan bu belirleme önemlidir, çünkü inanç ve davranışlar, tıpkı kurumlar ve sosyal yapılar gibi, konuşmada tanımlanan nesneler olmaktan çıkar. Dilin, ister yazılı ister sözlü, postmodern söylemde oturtulduğu zemin anlam ilişkilerinden edimselliğe kayar.

Ancak, metin kavramını ele aldığımızda, sadece sözlü iletişim ve dil değil, yazılı metinler ve kullanılan dil, hatta geniş çaplı kültürel retorik de aklımıza gelir. Konuşmanın hareket alanı, bir metni yazan kişiyi besleyen ana kaynaklardan bir tanesi, kullanılan dilin somut alanı olan ve konuşucu/yazarın repertuarını oluşturan şey belki de bu retoriktir. Bu retorik, postmodernistlere göre, söylem çözümlemesinin ana odağını oluşturur ve dilin gerçekliği yansıtmayacağı, sadece kurabileceği savının uygulama alanıdır. Postmodernist söyleme göre dünya ancak hakkında konuştuğumuz ve yazdığımız şekilde anlaşılabilir. Bazı söylem çözümlemecileri, dilin dışında bir gerçekliği temsil eden ya da yansıtan bir metni savunan gerçekçi dil modellerini reddeder. Postmodernistler gibi, söylemsel bakış açısı da farklı toplumlardaki farklı konuşucu / yazarların dünyanın farklı öykülerini anlattığına inanır. Gerçekçi dil modellerinde, dilin göreceli, değer ve ideoloji yüklü yapısından dolayı, dünyayı bu yolla anlamaya çalışmak boşunadır.

Best ve Kellner’in (1991) de belirttiği gibi, postmodernistler doğru bilginin olasılığını sorgular. Modern ilerlemeci aydınlanma ülkülerini, bilim felsefecilerinin savunduğu önyargısız gerçekliği ve psikolojik ve tarihi büyük anlatı arayışlarını eleştirir. Haraway (1988) de postmodernizm ve dile dayanan söylem çözümlemesinin en büyük gücünü ve potansiyelini modernizmin öne çıkardığı doğru ve dünyayı temsil edebilen gerçekliğe yönelik eleştirisinden aldığını düşünür. Ancak, postmodernizmin mutlak doğruları çürütmeye yönelik girişimleri bazı kişiler açısından özgürleştirici gibi görünse de, bazı kişiler için gerçekliği tümüyle şüpheli bir kavram haline getirdiğinden, eleştiri kavramının kendisini yok eder. Birinci gruptakiler dilin ötesinde gerçek dünyanın varlığına ve bilinebileceğine inanmaz, gerçekliğin sadece dil yoluyla kurulduğunu ve nesnel olamayacağını iddia eder. İkinci gruptakiler ise dünya gerçekliğinin dilin dışında olabileceğini ve gerçekliğin dil yoluyla yansıtılabileceğini savlar. Dil dışı gerçeklik, ortak düşünce olgusuyla doğrudan ilintilidir. Bu görüşü savunanlar için dünyanın tanınması gerekir, çünkü dünyayı değiştirmek ancak onun ortak bir kavrayışla bilinmesinden geçer. Bu görüşü savunan kuramcılardan Dorothy Smith’e göre; ‘dile dönüş, gerçek yaşam ve siyasi ilgiden saf temsilin çölüne dönüştür. Sosyal yaşamı yeniden politize etmek için, sadece gerçekçi dil modellerinin sunabileceği dil-dışı bakış açısına güvenmek gerekir. Bunun anlamı sosyal dünya hakkındaki gerçekliği bilmektir ve eğer politik davranacaksak, şeylerin ne olduğu konusunda kimin haklı olduğunu bilmek zorundayız” (1997:177). Haklılık ve taraflılık gibi kavramlar belirli bir merkezin / doğrunun / gerçekliğin esas alınmasına göre şekillenir. İdeolojik bir tavır açısından gerekli olan eytişimsel bir bakış açısını yansıtan bu kavramlar, özellikle iktidara göre ikincil

kavramlara göre tanımlanan bu topluluklar, kendilerini bir şeyleri reddederek ya da savunarak kendilerini ortak bir ülkü etrafında var edebilirler. Merkezin yokluğu, postmodernizmin bir özelliği olarak, bu türden ortak davranış ya da düşünmeyi ortadan kaldırdığı için eleştirilir.