• Sonuç bulunamadı

Günlük iletişimde olduğu gibi, edebi eserlerde de dil kullanımında belirli mekanizmalar kullanıcının amacına bağlı olarak devreye sokulur. Konuşucu / yazar, iletişimsel ya da estetik kaygılarla dilin içinde belirli bir söyleme yer verir. Söz sanatları, tonlama, vurgu, imgeler ya da metaforlar bunların arasındadır. Anlamın ortaya çıkmasını sağlayan bu öğeler, kullanımları itibari ile modernist ve postmodernist edebiyatın da gerçekliği kurma adına kullandıkları araçlardır.

Anlamın nasıl ortaya çıktığına bakmadan önce, gerçekliğin ne olduğunu betimlemek gerekir. Nietsche’ye göre gerçek “metaforlardan ve söz oyunlarından oluşan hareketli bir ordu, kısaca şiirsel ve retorik olarak yoğunlaştırılan, dönüştürülen ve uzun kullanımlar sonucunda sabit, bağlayıcı ve putlaşmış olan insan ilişkilerinin toplamıdır. Gerçek insanın yanılsama olduğunu unuttuğu yanılsamalardır” (1980:880-881). Boys-Stones ise metaforları “süsleyici özelliğe sahip sözlü kozmetikler” (2003:4) şeklinde tanımlar. Bu iki sav arasında önemli bir fark göze çarpar. İlki metaforların gerçeği oluşturan öğeler olduğunu söylerken, diğeri ise anlam ilişkisi yerine şekilsel bir bakış açısı sunar. Ancak şekille ilgili olarak sunulan “kozmetik” ve “yanılsama” ifadeleri her iki savı birbirine yakınlaştırır. Bu durumda tıpkı kozmetiğin gerçek görüntüyü, güzelleştirmek adına da olsa, sakladığı ima edilmiş olur. Nietsche’nin metaforu yanılsama olarak ifade etmesi de gerçekliğin sunumunun metaforik olarak imkansızlığını gösterir.

Etimolojik olarak metafor, bir kavramla diğer bir kavram arasında bir simgeleme ilişkisi olarak tanımlanabilir. Metaforun bu anlamı ile sahip olduğu işlevler şu şekilde sıralanabilir: bir konuşma sanatı, bir dil aracı, şiirsel hayal gücünün bir ifadesi, farklılaşan dilbilimsel bir ifade, düşünce ya da davranışın sözcük oyunları ile anlatımı vb.. Temel amacının bir sosyal gerçekliği oluşturmak olduğu iddia edilebilir, çünkü simgelemede bir sözcük ya da ifade doğrudan anlamı dışında bir şeyler anlatmak için kullanılır. Metafor kavramı, genellikle sözcüğün yananlamlarına yüklenen bir sıfattır. Geleneksel bakış açısında, dil dünyayı görmek, anlamak için dünyaya açılan bir tür pencere gibi düşünülebilir. Bu bakış açısı nesneler dünyası ile dünya gerçekliğinin kurulmaya çalışıldığı dilbilimsel öğeler arasında kökten bir ayrılığı gösterir. Shapiro’ya göre, “bilginin kriteri olarak ‘doğru’, sözcükle nesne arasında mükemmel bir ilişkiyi belirler ve ilke olarak nesnelerin gerçekte oldukları haliyle dil arasında bir eşleşmeyi gösterir. Bu bakış açısında, günlük dil dünyanın algılandığı ve geçerli kılındığı bir araçtır ve bu yüzden de metafor bir dilsel bozulmadır” (1984:200).

Ricoeur’ya göre, Aristotelesçi gelenekte metafor "yere göre değişime, hareket bakımından, asıl olarak ‘bir yerden ... bir yere’” (Ricoeur, 1981:17) şeklinde tanımlanır. Aristoteles metaforu konumlandırmaya ve harekete göre tanımlasa da, Shapiro’nun metafordan dolayı, dilin kurulu mantıksal sıralamasının bozulacağı şeklindeki iddiasını doğrulamaz. Ricoeur, “Aristoteles metaforun mevcut bir mantıksal düzene sahip olduğunu ve bu düzenin metaforun kullanımından önce ontolojik olarak belirlendiğini” iddia eder ve bu yüzden “tüm dilin gerçekliğe açık olduğunu” savunur

Max Black (1962) metaforun sadece yedekleme (bir sözcüğü başka bir sözcüğün yerine kullanma) işlevi gördüğü şeklindeki düşünceye karşı çıkar. Buna göre, bir konuşmacı bir sözcüğün yerine ‘normal’ ya da ‘uygun’ olmayan başka bir sözcük koymaya çalıştığında, metafor ‘normal’ ya da ‘uygun’ bir yedekleme olarak ortaya çıkmaz. Böyle bir yedekleme yeni bir bilgi sunmaz ve bu yüzden bilişsel bir işlevi yoktur. Black (1962) metaforla ilgili “etkileşim düşüncesi” olarak bilinen faklı bir iddia ortaya atar: metafor yedekleme işlevi görmez, daha ziyade bazı ayrıntıları bastırarak ve bazılarını vurgulayarak belirli bir anlamı ortaya çıkarır. Etkileşim düşüncesi’nde, metafor, nesnesinin gözlemlendiği ve yeniden düzenlendiği bir gözlük gibidir. Maasen, “başarılı metaforlar bir nesne hakkında imtiyazlı bir bakış açısı kurar ya da nesneyi oluşturur ve böylece metafor olarak kaybolurlar” (1995:14-15) iddiasında bulunur. Metaforlar dünya içinde yaratıcı bir işleve sahip olamasalar da anlam yaratabilme özellikleri bulunur. Metaforun asıl önemli olan özelliği, değişik bağlamlarda anlam kurgusu ile nasıl bağlantılandırıldığıdır. Metaforun anlamı temsil etmesi ile ilgili olarak Shapiro “anlamlar ifadeler ile ifadelerin anlattığı şeyler arasındaki ilişkiden ortaya çıkar ve bilgi biçimleri içinde nesne ya da özneler yaratmak dahil insanların anlam yaratan eylemlerinden bağımsızdır” (1984:86) iddiası ile gösteren gösterilen ilişkisinin yanında insanların eylemlerinden bağımsız bir anlam üretiminden bahseder.

Ancak bir metaforla ilgili pek çok yorum ve zayıf sezdirim diyebileceğimiz bağdaştırmalar bulunabilir. Metaforlar dinleyicinin / okuyucunun tanıdık bir nesneyi sıra dışı şekilde görmelerini sağlayarak etkili olurlar. Bu şekildeki bir görme biçimi de günümüzde “algı-kırıcılık” (defamiliarisation) kavramıyla özdeşleştirilebilir. Sperber ve Wilson (1986) dinleyicilerin / okuyucuların bağlamla ilgili öğeleri öne çıkararak anlamlara ulaşmaya çalıştıklarını söyler. Metaforun yorumlanması da daha geniş bir metin içinde, bağlantılı olan dilsel öğelerin bütünlük ilişkisine dayanır. Bu da metaforla ilgili bilişsel bir boyutun olduğuna işarettir. Dinleyiciler / okuyucular metnin bir bütünlüğe sahip olduğu düşüncesine göre davranır. Spercer ve Wilson (1986) iletişim eyleminde hem konuşucuların hem de dinleyicilerin ortak bir bilgi altyapısına güvendiğini iddia eder. Bu iddianın altında Grice’ın “işbirliği ilkesi” diye adlandırdığı kavram yatar. Buna göre, herhangi bir iletişimde katılımcılar işbirliği yapar, yani iletişimin aynı kuralına uyum gösterir.

Edebi metinlerde, sözlü iletişimin olmadığı düşünülürse, yazarla okur arasında konuşanla dinleyen arasındaki ilişkiye benzer bir ilişkinin varlığını ve yapısını sorgulamak gerekir. İşbirliği ilkesi, yazarın ne anlattığı / anlatmaya çalıştığı üzerine kurulabilir mi? Belki de yanıtını postmodern öncesi dönemlerde, yazar merkezli eleştiri yöntemlerinde aramak mümkündür. Psikanalitik çözümlemelerin tümünü bu kategoriye sokmak gerekir. Ancak, üstünde düşünülmesi gereken şey, işbirliği ilkesinin yazılı metinlerde yazar ve okurun karşılıklı bir ilişkiyi gerektirdiğidir. Bu yüzden, yazarın ne dediğinin yanı sıra, belki de daha önemlisi, okurun yazılan metinden ne anladığıdır. Böyle bir bakış açısı, eleştiriyi özgün yazarının niyetini çözerek yeniden üretmek amacını taşıyan yazar merkezli yorum yöntemlerinin sonuna işaret eder. Ancak aynı zamanda, metinde okurun her türlü anlama ulaşabileceği düşüncesine dayanan yapı-bozuculuk ya da yapısalcılık sonrası kuramlarının da

geçersiz sayılmasıdır. Bunun nedeni, okurun da işin içine girmesiyle yazarın tek kutuplu bir öneminin kalmamasıdır. Ancak yazar da tümüyle ortadan kalkmaz. Önemli olan aynı anda hem okur hem de yazardır, çünkü kişiliklerin (biyografik) değil, yazılı metnin iki üreteni anlamı oluşturur. Hangi ifadeler ne şekilde anlaşılmaktadır? Bir metnin nasıl anlaşılması gerektiği, ilettiği iletinin ne olduğundan çok, eğer bir ileti varsa bunu hangi dilsel ve bilişsel öğelerle aktardığına bağlıdır. Kısacası işbirliği ilkesi, edebi metin eleştirisinde bir metnin ne olduğu değil, nasıl olduğu sorusuna göre incelemeyi gerekli kılar. Bu da, sözcükleri, tümceleri, tümce ötesini ve metaforları incelemeyi gerektirir. Aynı zamanda, bilişsel süreçlerin anlamlandırmayı nasıl oluşturduğuna da dikkat edilmelidir.

Edebi metnin yorumunda kültürel birikimin ve fiziksel deneyimlerin de yeri olduğu söylenebilir. Foucault’a (1975) göre, fiziksel deneyim çalışma olarak bir öğrenme sürecinin sonucudur ve bu yüzden kültürün bir öğesidir. Ancak, tek başına metin yorumlaması için yeterli değildir. Yorumlama açısından metaforların anlamı tüm bu kavramların yanı sıra bütünlük içindeki karşılıklı ilişkilerine dayanır. Bütünün de anlaşılması onu kuran parçaların anlaşılmasından geçer. Kısaca bütün parça yoluyla parça da bütün içindeki konumuyla anlam kazanır. Bu yüzden de metaforik anlam bir bütün olarak söyleme bağlıdır. Howarth’a göre “anlam sistemleri olarak söylemler insanların toplumsal rollerini anlamalarını sağlar ve siyasi etkinliklerini etkiler” (1995:115). Söylemlerin sosyal rol ve siyasi etkinlik bakımından bu etkileri gibi, okurun anlam üretiminde benzer etkileri olduğu söylenebilir.

Söylemlerin sosyal kimlik oluşturması edebi metinlerde de benzerdir. Foucault (1972) söylem kuramını makro düzeyde söylemin yapısal dizgelerine göre tanımlar. Bu geniş çaplı tarihsel anlam süreçlerini kapsar ve söylemsel uygulamalara bağlı anlamlı siyasi uygulamalara karşılık gelir. Kimlik, sadece anlam ilişkileri bağlamında değil kurumsallaşmış iktidar ilişkilerinde de kurulur. Mottier (2005) de ulusal kimlik, cinsiyet, ırk gibi kavramların çevresindeki söylemlerin özerk olmadığını fakat dayandıkları uygulamalar ve kurumsal destekler bağlamında anlam kazandıklarını söyler. Kimlik kurulması anlam üretimini amaçlayan metinler ve ifadeleri kapsayan dil oyunlarına ve stratejik oyunlara dayanır. Bu oyunlar anlam üretim yöntemlerinin sosyal ve siyasal iktidar ilişkilerini üreten, yeniden şekillendiren, sürdüren ve değiştiren söylemlerdir.

Edebi metinler, anlatılar olarak, hem dil oyunlarının hem de stratejik oyunların alanı olabilirler. Manning (1994) anlatıları birinin deneyimlerini gösteren, başı, ortası ve sonu olan hikayeler, Barthes (1974) her türlü iletişim biçimi ve Bruner (1990) insan bilgisinin ana şekli olarak tanımlar. Son iki tanım anlatılarla söylemi birbirine yakınlaştırır. Manning’in tanımı ise anlatıları bir tür olarak görür. Mottier’e (2005) göre, anlatıları bir söylem olarak görmek mümkündür ama söylem anlatıları da kapsayabilen daha geniş bir yapıdır. Anlatılar söylemin muhtemel yapıtaşları olabilirken, metaforlar hem anlatıların hem de söylemin yapıtaşları olabilir. Metafor gibi anlatım araçları kimliğin söylemle kurulmasına katkıda bulunan önemli dilsel öğelerdir. Yuval-Davis’e göre, “kimlik kurulması

biçimlerini kapsar” (1997:43). Ken Plummer’ın belirttiği gibi, “öyküler kimlikleri ortaya çıkarır; kimlikler farklılıkları ortaya çıkarır; farklılıklar ‘öteki’ni tanımlar ve ‘öteki’ de kültürün, toplulukların ve bireylerin ahlaki yaşamının kurulmasına yardımcı olur” (1995:19). Sonuç olarak, metaforlar yoluyla kimlik kurulmasının söylemsel bir mekanizma olduğunu söylemek yanlış olmayacaktır. Metaforik küçük anlatılar birilerinin dahil edilmesi ya da dışlanmasına yönelik söylemsel mekanizmaya yardım eden öğelerdir.

Metaforların anlam, kimlik inşası ve edebi metinlerle ilişkisini özetleyecek olursak, bunun üç boyutu olduğunu söylemek mümkündür. İlk olarak, metaforların şiirsel bir işlevi ve anlam kurucu bir öğe olduğunu söyleyebiliriz. Bu özellik sadece şiirde değil, romanlardan öykülere, masallardan reklam metinlerine ve hatta siyasi, popüler ya da ticari yazılı metinler ve sözlü iletişim biçimlerine kadar her alanda bulunur. İkincisi, metaforların kimlik kurucu özelliği vardır. Metaforlar adlandırma ve etiketleme de dahil kimliklerin, sınırların, ötekilerin, kendilik tanımlarının, doğru ve yanlış gibi ahlaki önermelerin taşıyıcısıdır. Üçüncüsü ise, metaforlar etki olarak iktidar ilişkilerini kurma, onlara meydan okuma ve değiştirme potansiyeline sahiptir. Bu özellikleri ile metaforlar gerçekliği sınıflandırır ve düzenler. Anlam, kimlik kurulması ve iktidar ilişkileri metaforların aracılığıyla kendini serimler.

Dilin tarafsız bir araç ya da gerçek dünyanın nesnel doğrularına hitap eden bir simgeler dizgesi olduğunu düşünmek postmodernizmde artık geçerli değildir. Durum öyle olsaydı, bir sözcük bir nesneyle bağlantılı olur, onu gösterir ve bu sabit bir ilişkiye dönüşüp her zaman geçerli bir gerçeklik haline gelirdi. Ancak Saussure’den bu yana belirli bir sözcükle ona karşılık kullanılan nesne arasında sabit bir ilişkinin olması imkansızdır. Bunun yerine dil, sözcüklerin diğer sözcüklerle belirli ilişkileri içinde anlam kazandıkları farklı işaretler / gösterenler dizisi olarak görülmelidir.

Derrida’nın farklılaşma / farklılık (differance) kavramına göre, dil ve nesne ilişkisi asla sabitlenemez ve sürekli zamanla değişir. Bu ilişki “açık ve akışkan bir konuşma zinciri ya da tarihsel süreçte evrimleşen dil oyunları” (Torfing, 1999:86) olarak görülmelidir. Kullandığımız sözcükler ve konuşma eylemi kendi içinde bireysel bir iletişim gerçekliğini oluşturan bireysel bir seçime dayanır. Bilimsel dediğimiz gözlem bile, gerçeği kullanıcının sahip olduğu dilsel, iletişimsel kavramlarla ve kendine özgü bir dille anlatabilir. Bu yüzden, gerçekliğin gözlemi ve oluşturulması her zaman bireysel bir kurmacaya işaret eder. Luhmann’ın söylediği gibi: “bu yapıyı hiç kimse aşamayacağına göre, şu soruyu sormak gerekir: dil kullanımıyla hangi gerçeklik ve nasıl kurulur?” (1995:92). Eğer sözcüklerin ve dilin dışında bir gerçekliğe ulaşmanın yolu yoksa ya da gerçeklik diye bir şey söz konusu değilse, sözeylemlerin iç mantığını çözümlemek gerekebilir.

Dil sadece siyasi söylemin bir aracı değildir. Kendisi siyasidir. Bu yüzden sosyal ve siyasi gerçekliği kurabilir. Dilin söylemle birleşmesi, hem sözlü hem de yazılı metinlerde özel anlamlar üretir ve bunlar sosyal bilgi düzeninde kurumsallaşır” (Keller, 2004:7). Söylemler dünyayı basitçe betimleme araçları değildir. Gerçekliği seçici biçimde kurar, oluşturur, çünkü “söylemlerin üretici yapısı vardır, yani söylemler açık şekilde tanımladıkları nesneleri sistematik olarak üreten uygulamalardır” (Foucault, 1972:74). Örneğin, Ortadoğu, sadece kendisi hakkında pek çok şey

konuşulması ve yazılması sayesinde ortaya çıkmıştır. Onun anlamı hakkında nasıl konuşulduğu ve yazıldığına göre şekillenmiştir. Tıpkı başka kavramlar gibi, zamanla anlamı değişmiş, farklı zamanlarda, çeşitli kişiler tarafından değişik yorumlarla sunulmuştur.

Söylemler bir şeyleri kapsar ya da dışarıda bırakır. Ortadoğu kavramının oluşumunda her zaman içerilen bir taraf varken, her zaman da bir taraf dışarıda bırakılmıştır. Bu çoklu bakış açılarının ve söylemleri kuranların oluşturduğu bir uygulamadır. Taraflı bir tutumu içinde barındırır ve bu yüzden, herhangi bir kavram gibi, yeni söylemlerle bir kavramın içi boşaltılabilir ya da mevcut anlamı pekiştirilebilir. Bu yüzden söylem yoluyla gerçekliğin kurulması her zaman seçiciliğe bağlıdır ve iletişimle ilgili seçimler her zaman başka şekilde yapılmış olabilirdi. Bu türden seçimlerin sürekli tekrarlanarak, gerçeklik yeniden kurulur ve bunlar daha önceden belirlenmiş, doğal gerçeklikler gibi algılanmaya başlar. Devam eden baskın söylemlerin tekrarı, kaçınılmaz olarak siyasi bir sonuç oluşturan iktidar etkilerine yol açar. Bu etkiler hem tekrara hem de merkezileştirmeye dayanır.

Merkezileştirme yerine merkezsizliği, tekrar yerine sürekli yeniyi ve değişimi örgütleyen postmodernizmde durumu incelemk gerekir. Sabit bir merkezin yokluğunda, söylemlerin herhangi bir şekilde kapalı olması imkansızdır. Örneğin, Ortadoğu kavramı birbiriyle çelişebilen pek çok farklı şekilde kurulabilir. Tanımları neredeyse sınırsız olduğu için, oluşturulan farklılıklar sürekli değişir ve pek çok diğer kavramın da ortaya çıkışını ve anlamını da belirleyebilir. Derrida’ya (1992) göre, bu kavramlar uzun ve bazen birbiriyle çelişen bazen de birbirini pekiştiren tarihi süreçlerdir. Torfing de “söylemlerin içinde anlamın sürekli kurulduğu farklı gösterenler kümesi” (1999:85) olarak algılanması gerektiğini söyler. Bu yüzden, söylemlerin tarihsel süreçler içinde nasıl bozulduğunu ya da farklılaştığını gözlemlemek gerekebilir.

Söylemler, onları oluşturan kişiler için, tek gerçeği kendilerinin anlatabildiğini kanıtlama yolunda birbirleriyle yarış halindedir. Doğru ile yanlış, iyi ile kötü, normal ile normal dışı söylemler içinde anlaşılır. Her zaman için bu karşıtlıklar kıyaslanır ve gerçekliğe en yakın tanımlama bulunmaya çalışılır. Ancak gerçeğin sürekli değişken doğası gibi onun tanımını vermeye çalışan sınırların da değiştiğini söylemek yanlış olmaz. Foucault’nun “söylemsel oluşumlar” (1972:48) dediği geçici baskın yorumlar siyasi kararları ve eylemleri şekillendirir ve meşrulaştırır. Toplu bağlayıcı kararların uygulanmasına yardımcı olurlar ve bu durumda mutlaka diğer farklı seçenekleri dışarıda tutarlar. Bu, “söylemlerin özel siyasi yapısını belirleyen” (Laclau and Mouffe 1985:112) bir özelliktir.

Söylem belirli bir zamanda ne söylenebileceğini ve düşünülebileceğininin yanı sıra belirli konularda nasıl konuşabileceğimizi de dayatır. Foucault, “bireylerin söylediği ya da yazdığı şeyler ortak söylemsel kurallarla dayatılır, fakat bunlar bireysel yazarlar tarafından değiştirilemez” (1977:21) şeklinde hem söylemlerin hem de söylemin hedefi olan kitlelerin konumunu öne çıkarır. Shapiro “bir birey bir söyleme katılmak isterse, oluşmuş olan söylemsel yapıya ve kavramlara uyum göstermesi gerektiği” (1981:130) görüşündedir. Burada bahsedilen söylemsel katılım, yeni bir şeyler söylenemeyeceği anlamına gelmez. Yeni şeyler söylenebilir, ancak tıpkı postmodern romanın özelliği

gibi, katılım metinlerarası bir ilişkiyi gerektirir. Mevcut söylemlerle, ister karşı çıkmak isterse pekiştirmek amacıyla, yazarın / konuşucunun bir bağlantı kurması zorunludur.

Bu özellikler hesaba katıldığında, okuyucu bazen sadece yüzeysel yapının çözümlemesini yapabilir. Hangi konuların söyleme yansıdığını ve bunlarla ne tür bir gerçeklik algısı yaratıldığını gözlemleyebilir. Gözlemden kaçan şeyler, dil kullanımı yoluyla özel bir konunun nasıl kurgulandığı ve bazı özel etkilere nasıl ulaşıldığı ile ilgilidir. Gerçekliğin kurulması ne söylediğimiz ve bunu nasıl söylediğimizle ilgilidir. Nasıl sorusu ise söylemin daha derinine inmeyi gerektirir. Söylemlerin derin yapısında, gerçekliği nasıl kurduğumuzu belirleyen ana söylemsel araç metafor gibi görünmektedir.

Metafor, dilin ayrılmaz bir parçası olmasına rağmen, işlevinin ne olduğu tam olarak bilinmemektedir. Shapiro (1984) metaforu postmodern bir bakış açısıyla tanımlar ve onu söylem gibi kendi etkisini kendisi yaratan kurucu bir güç olarak görür. Metaforların üretimi ve algısı bir toplumun ve kimliğin oluşumunda önemli bir işlev görür. Saussure’ün gösteren-gösterilen ilişkisindeki gibi, metaforun anlattığı şeyle gerçek bir anlamsal bağı bulunmadığını söylemek yanlış olmaz. Bu yüzden, bir metaforun anlamını açıklamak hiçbir zaman tümüyle mümkün değildir. Onu diğer sözcüklerin yerine kullanılan bir söz oyunu olarak görmemek gerekir. Kendine özgü bağlamı içinde diğer kavramlarla karşılaştırmalı olarak anlamak önemlidir. İmgelerle ilgilenir ve onları bir anlam katmanından başka bir anlam katmanına taşır. Bu açıdan metafor bir gösterim aracı, bir göstergedir.

Lakoff ve Johnson (2003) metaforun insanların olguları tanımlamalarını sağladığını ve bu yüzden de davranışlarını belirlediğini iddia eder. Metaforlar, tıpkı söylemler gibi, sunulmak istenen gerçekliğin belirli yüzlerini öne çıkarırken, diğer bazı yüzlerini de maskeleyebilir. Öne çıkarma ise bir deneyimi, düşünceyi, olguyu başka bir deneyim, düşünce ya da olgu yoluyla temsil etme eylemidir ve kullanılan araç dildir. Yine söylem gibi, metafor da seçiciliğe dayanan bir işlemdir. Dilin araç olarak kullanılması onu zihnin işlem ve düzenleme biçiminin bir aynası haline getirir. Metaforun bu özellikleri onu söylemin biçimlendirme ve oluşturma aracına dönüştürür.

Dilin farkında olduğumuz tek işlevi kurulu bir düzen içinde hareket etmesidir. Metafor ise eski düzen içinde yenilik yaratmak dışında yeni bir düzen kuramaz. Metaforun bir bitkinin tüm gelişimine kaynaklık eden bir tohum gibi düşünülmesi de mümkündür. Bu tohum, türünün tüm kalıtımsal özelliklerini saklayan özelliktedir. Aynı şekilde, insan zihninin genellemelere yatkın doğası metaforik kullanımda sözün daha önceki kullanımlarından elde edilen tüm avantajlara sahip olabileceğini söylemek yanlış olmayacaktır. Jacques Derrida da benzer bir iddia da bulunur: “kökende, orijinal olanın da bir taklit olduğunu gösteren bir yedekleme vardır” (1998:304). Buna göre, metaforların ideolojik dünyamızın ve tüm anlamsal olgularımızın yapılandırıcı gücü / aracı olduğu ortaya çıkar. Metaforlar, hem zaman hem de uzam açısından belirleyici ama aynı zamanda da yereldir. Söylemin kendisini oluşturan her sözün / yazının metafor yoluyla sürdürmesi, kalıcı kılması söz konusudur. Laclau ve Mouffe (1985) kalıcılığın sadece dil (ve metafor) yoluyla değil, kurumsal düzenlemeler, resimler ve mizah yoluyla da sağlanabileceğini söyler. Bu yüzden, söylem eşitlik ve farklılaşma mantığına göre gösterenlerden oluşan bir gösterge sisteminin birbiriyle bağlantılı durumudur ve

metaforlarla kendilerini ortaya koyarlar. Nietsche (1979) de, benzer şekilde, nesne, fikirler ve bu fikirleri gösterenler arasında doğal bir bağın olmadığını savunur. Dil ve düşünce arasındaki ilişki asla